Kendimi yavaş yavaş Semerkant'a hazırlıyorum.
Merdivenin basamaklarını çıkıyormuşum gibi hissediyorum. Önce Doğu'nun Limanları, ardından Afrikalı Leo... Giderek yükselen bir çıta, her defasında artan bir lezzet.
Hayat zıtlıklarla güzel. Hayatın değeri, zıtlıklar sayesinde anlaşılır. Roman, sinema, şiir de öyle... Zıtlıklar coşturur beni.
Afrikalı Leo'da bolca var bunlardan... Kurgu ile tarih, Doğu ile Batı, Müslüman ile Hristiyan, Akdeniz'in güneyi ile Akdeniz'in kuzeyi, öykünün geçtiği 1500'ler, satırların yazıldığı 1900'ler...
Şahane bir roman kısacası... Üstelik Maaolouf'un ilk romanı. "1986'ya kadar neden bekledin?" diyorum kendi kendime. Sonra 37 yaşında yazdığını fark ediyorum. Şu anki benle aynı yaşta.
Bir ilk roman için ne kadar da güçlü...
Kitabı sıklıkla açık havada okuduğum için ayrıca memnunum. Romanlar, bizleri başka dünyalara taşır. Biraz soyut bir cümledir bu ama bu sefer somutlaştı gibi. Kendimi Granada'da, Roma'da, Afrika'da hissetmemi sağladı.
Osmanlı'ya dışarıdan bakan bir gözle daha tanıştım. Akdeniz havzasına duyduğum sevgi yine kabardı. Savaşlara lanet, zalim sultanlara beddua ettim. Okudum, okudum ve sonra son sayfayı kapadım. Kafamı kaldırdığımda doğma büyüme olduğum yerdeydim. O kadar yer gezmiştim ama aynı yerdeydim. Oysa Leo öyle miydi? Afrikalı mıydı gerçekten?
Keşke 16 yaşımdayken okusaydım diyeceğim ama artık kendimi tanıyorum. Hiç bir şey değişmezdi. Hiç okumadan göçmekten iyidir ama. Belki yıllar yıllar sonra, aynı sokaklara bir kez daha okurum. Neden olmasın?
"Ben, Hasan tartıcıbaşı Muhammed’in oğlu, ben, Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papanın vaftiz ettiği ben… Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice, Latince, sokak İtalyanca’sı konuştuğumu duyacaksınız; çünkü bütün diller ve dualar benim dillerim ve benim dualarım, fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrı'ya ve dünyaya aidim; ve yakında bir gün yine onlara döneceğim"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder