Pazartesi, Temmuz 21

Crossing the Bridge




10 yıldır izlememiştim. Çevremde bir film hakkında çok olumlu sözler duyarsam "en doğru zaman"ı beklemek gibi bir huy edindim. Bazen bu durum, beklentiyi karşılayamama gibi bir durum çıkarıyor.

Fatih Akın projesi için çok fazla olumlu söze ihtiyacım yoktu. Beklenti her türlü çok yüksekti. Fakat karşılığını bulamadım. Bunun için de herhangi bir eksik ve hata aramıyorum. Fatih Akın, bu filmi Almanlara, Avrupalılara yapmış. Bizim için çıtır çerez olan şey, onlar için keşfedilmemiş bir dünya. Onlar şaşkınlıkla izlerken, biz sadece konu tekrarına giriyoruz.

Sosyoloji sempatimden olsa gerek aslında, daha farklı bir belgesel olabilirdi. Ne biliyim, İstanbul'da hip-hop nasıl ortaya çıktı, varoş çocukları nasıl ilgi gösterdi, göç dalgasıyla gelen arabesk şehre nasıl yerleşti, şehirdeki rock'ın altyapısında ne var (anadolu)... Bunlar daha ilgi çekiciydi. Ceza'nın kardeşi ile konuşulacak vakitler onlara aktarılabilirdi.

Bir de işin o kısmı var. Bazıları daha çok yer almış, mesela Erkin Koray çok kısa geçilmiş. Ceza'nın tüm ailesi konuşurken, Sezen Aksu sadece şarkı söylüyor. Fark eder mi bilmiyorum. Gerçi belgeselin en ilginç cümlelerinden biri Ceza'nın babasından geldi. Çocuğunun rap tarzında müzik yapmasına şaşıran geleneksel bir baba gibi söze başladı, "Tabi biz alışık değiliz" falan derken zannettik ki arkadan "Alışmışız Cengiz Kurtoğlu, Müslüm Gürses'e...'' diyecek. Jimi Hendrix'in Beatles'ın adı geçti. İlginç oldu.

Bu arada Müslüm Gürses niye yoktu? Artık iş seyirci şımarıklığına dönüyor, şu niye yoktu, bu niye vardı..


Yalnız şu var; Orhan Gencebay'dan, Duman'a kadar herkese büyük saygım var, hepsi çok başarılı vs... Fakat "İstnabul müziği" diye bir kavram varsa, o kavramı dolduran tek grup bana göre Siya Siyabend'dir. Dinlerken, bu İstanbul diyebiliyorsun.  Bir de Şubat ile tanıdığımız Amesha Spenta var.

Hiç yorum yok: