Cuma, Ekim 31

Özledik


Dolu tribünler, kontrolsüz futbol, toprak saha....

Twin Peaks (Fire walk with me)



Chris Isaak ve Kiefer Sutherland ile başlayınca "Vay be sonunda güzel bir David Lynch filmi" diyerek heyecanlandım.

Fakat yine hayal kırıklığı. Bu sefer hata bizde. Meğer önce diziyi izlemek gerekiyormuş. Ben filmden sonra dizi çekildi zannediyordum. Eğer filmi sevseydim diziye başlayacaktım. Haliyle filmden de, diziden de, David Lynch'ten de soğudum.

Ta ki, birkaç gün sonra The Straight Story'i izleyene kadar...

Perşembe, Ekim 30

Die Müller


Tarihin En Zayıf Abi Grubu



Dünya Kupası gibi... 8 grup kıyasıya mücadele..

Galatasaraylılar buna alışıktır. Grupların adı değişir ama devamlı yaşanır. Gerçi değişmez bir grup da vardır, her zaman var olan "Türk abi grubu"..  Ama ben tarihte bu kadar zayıf bir Türk abi grubu görmedim. Emre Çolak ve Aydın'ı bile yanlarına çekememişler, Yekta - Yasin ile üstünlük kurmaya çalışıyorlar.

Neyse ,grubun kurucularından Sabri geri geldi... Belki yeni bir planlamaya gidilir. Osmanlı Hanedanlığı Anadolu'daki beylikleri nasıl kendine bağladıysa, Sabri liderliğindeki "bir Türk abi grubu" 2-3 grubu daha kendi içine alır.

Çarşamba, Ekim 29

Orta Avrupa'nın Maradona'sı


Hannibal



Fatih Terim Fiorentina'dan ayrıldıktan sonra Floransa sokaklarında geçen film. Sırf şu haliyle bile çok fazla muhabbet barındırıyor. 

Hannibal efsanesine dair bir şeyler yakaladım mı seviniyorum. Daha çok ufak ufak yazılar okumuştum ama son dönemde filmlerini izledim, diziye hiç başlamadım. Hiçbirinin Kuzuların Sessizliği kadar doyurucu olmadığını düşünüyorum ama o filmi de her yeni kafa açan şeye ilgi duyan çocuk aklımla ve biraz da korkunç Hopkins nedeniyle gözlerimi kapatarak izlemiştim. 

Yine de her şeyin ilki en iyisi değil midir?

Bu 2001'deki film, ne kadar iyi bir emekle kotarıldığını belli etse de doyurucu değil. Macera dozu çok yüksek ama içinde olması gereken felsefe çok kısıtlı. Zeka dozu yüksek olan Kuzuların Sessizliği'nin yanında bu film sadece kan ve vahşet sahneleriyle basit bir şekilde kalıyor. Haliyle yaş büyüdü, o zaman korkan ben artık gözlerimi kapatmadım. Fakat hayal kırıklığı yaşadığım da gerçek.

Keşke Hopkins kabul etmeseydi oynamayı, belki o zaman bu film çekilmezdi. Fakat Juliane Moore'un Jodie Foster'ı aratmadığını da eklemem lazım, zaten Foster'ı sesi dışında çok sevemedim.

Pazar, Ekim 26

Bizim Kanal



Üzerinden zaman geçti ama yazmadan olmaz. Galatasaray'da son senelerde çok değişik şeyler oluyor. Bizim kulüple olan bağımızı zayıflatan bir şeyler. Bir aralar, yeni stadyum yüzünden bizim müşteri olarak görüldüğümüzü düşünüyordum fakat o durum bile şu an yaşananların yanında oldukça kabul edilebilirmiş.

17 Haziran'da tavana vuran sorgulama olayı, Borussia Dortmund maçının ardından yeniden patladı. 4-0'lık yenilgi zerre kadar üzmedi. Zaten artık saha sonuçlarına göe duygusal heyecanlara kapılma durumum yok. Aksi olsaydı bile, 4-0'lık yenilginin sporun içinde olacağını bilecek kadar hezimet yaşamıştım.

Fakat maçın ardından resmi kanalda Yılmaz Vural'ı görmek, üstelik Yılmaz Vural'ın Prandelli hakkında "Gitsin ülkesine" tarzı konuşması beni benden aldı. 

Uzun zamandır tribünle alakamı kestiğim için söz söyleme hakkı hisetmiyorum kendimde, ama yine de birçok tartışmanın içinde buluyorum kendimi. Taraftar forumlarının, kahvehane sohbetlerinin, watsapp gruplarının saatler süren konusu "Topçular ıslıklansın mı ıslıklanmasın mı, hocaya  destek mi eleştiri mi".. 

Bu konularda tavrım nettir. Sezon bitene kadar, sezona havlu atana kadar destek olmak taraftarın görevidir. Ne zaman hedeflerden kopulur, karneler dağıtılır. Ben bunları düşünüp, bunları konuşup belki en yakınlarımızla tartışırken 4-0'lık bir yenilgi yaşıyorum. Kötü geçen geceden biraz birlik beraberlik hissiyatı alabilmek için kulübün resmi kanalını açıyorum. Ve karşımda kendisine iş bulamayan, Anadolu hocası olmaktan kurtulamamış bir ismin Prandelli'ye salllamalarını dinliyorum. Müthiş, kim düşündüyse harika iş yapmış. 

17 Haziran'da düşündüklerimi bir kez daha aklımdan geçirdim. Demek ki her şey boşmuş, demek ki bütün o kavgalar, bütün o destekler, bütün o zamanlar gereksizmiş. Boşa geçmiş demek mümkün değil, yapılması gerekiyordu yapıldı. Ama artık kulüp ile bizim aynı noktada olmadığımızın, önceliklerin çok farklı olduğu bir kez daha gözler önüne serildi. Daha önce de böyleydi belki ama bu kadar da aleni değildi. Bu işin de bir standartı vardı, o da yok oldu. Çıta her geçen gün yükseliyor.

Perşembe, Ekim 23

Yıldızı Kim İstiyor




Prandelli'yi eleştirmek için binlerce neden bulabilirim. Zaten hoca eleştirmeyi seven biri değilim, bu konuda çok hevesli değilim. Fakat saha içindeki oyuna dair söylenebilecek her türlü cümleyi dinlemeyi severim. Yeter ki İtalya'da top oynamış, hocalık yapmış, senelerini vermiş, büyük turnuvalar görmüş adama "futboldan anlamıyor" denmesin. Konu o basitliğe inmesin.

Yine de Prandelli'nin her yaptığına doğru diyecek değilim. Eleştirilebilir. Hatta belki de yeni yönetimle beraber görevine son verilebilir. Durum çok iç açıcı değil ve buna sebep olan da Prandelli ve futbolcular. Sonuçta top sahada oynanıyor, saha sonuçlarına etki eden birinci faktörler futbolcular ve teknik heyetlerdir.

Buraya kadar sorun yok. Fakat Prandelli'nin dün geceki maçtan sonra basın toplantısında sürekli "4.yıldız" vurgusu yapması camianın çoğunu rahatsız etti. Beni de rahatsız etti. Fakat bunun tek sorumlusunu Prandelli olarak görmek yanlış olur.

Bu bir kulüp politikasının sonucudur. Hatta sadece Ünal Aysal yönetiminin kabahati olarak görmek de haksızlık olur. Herkes şapkayı önüne koymalı. Taraftar, tribün, kongre, divan, yönetim, basın... Kim varsa... Prandelli'nin geldiği temmuz ayından öncesinde bile, hatta senelerdir, önemli olanın dördüncü yıldız olduğu, Fenerbahçe'yi geçmek olduğu kabul edildi. Beylik cümleler kurup "Bir Avrupa'nın en büyük takımıyız" gibi hamaset üretmek sadece facebook iletilerini süsler. Gerçekleri hepimiz biliyoruz, kimse kimseyi kandırmasın. Prandelli de bu amaç doğrultusunda gerçekçi davrandı, gerçekçi konuştu. Bunun sebebi bütün Galatasaray camiasıdır. Hatta belki de Fenerbahçe'nin "Sizi değiştireceğiz" diyerek ifade etmeye açlıştığ buydu.

Prandelli, Türkiye'ye imza attığı ilk gün şunu söylemişti;

"Başkanla daha önceki sohbetlerimizde bana 4. yıldızı istediğini söyledi. Onun gözlerinde başarı isteğini, başarıya açlığı, ve inancı gördüm"

Bu bile nasıl bir atmosferde adım attığının, kulübün ona nasıl bir misyon yüklediğinin göstergesi. Daha açık ifadesi de sanırım TT Arena'daki müsamereydi. Sabah idmanı saatinde yıldız kabının içine giren bir İtalyan'dan 4. yıldız dememesini bekleyemezsiniz.

Sözün özeti, Prandellli'nin hataları çok fazla olabilir. Fakat, sürekli 4. yıldız vurgusu yapması, bir kulüp politikasıdır. Ona sunulandır. Şampiyon olmanın her şeyi ört bas ettiği, sadece Fenerbahçe'yi geçmenin ve yenmenin yönetici ve idarecilere zaman kazandırdığı bir atmosferiyaratan o kadar kesim varken, ülkeye yeni adım atan ve bunu çabucak kavrayan bir İtalyan'ı suçlamak haksızlık olur.

Hepimiz biliyoruz, mayıs ayında 4.yıldızın takan bütün sıkıntıları unutacak. İstersen Anderlecht'ten de 4 ye... Bu gerçeği yaratan belki de en son kişi Prandelli'nin kendisidir...

Salı, Ekim 21

İki Şehrin Hikayesi



Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, ahmaklık çağıydı, inanç dönemiydi, kuşku dönemiydi. Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, umudun baharıydı, umutsuzluğun kışıydı. Yaşamak için hem her şeyimiz vardı, yaşamak için hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz doğruca cennete gidiyorduk. Hepimiz öteki tarafa gidiyorduk. Sözün kısası, o çağ şimdikine öylesine benziyordu ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü şeyler için bir kıyas yaptığında, bu çağın her bakımdan en üstün sayılmasında ısrar ediyordu.

Edebiyat tarihinin en iyi en iyi 4. giriş cümlesi seçilmiş. Kim seçmiş bilmiyorum. Ama sonu da en az ilk paragraf kadar etkileyicidir.

Pazar, Ekim 19

Sneijder Gol Atarken



Seneler önce bu duruma dönüşeceğimi söyleselerdi gülüp geçerdim. İnanılmaz bir durum. Doğup büyüdüğümden beri benim yanımda olanlar anlam veremez. Veremiyorlar zaten.

Daha önce de izlemediğim derbiler oldu. Ama onların hepsinin nedeni totemdi. Veya fazla heyecana kapılmamak için alınmış önlemler. Şimdi ise durum daha normalize edilmiş halde.

Sneijder gol ataren, Kim 500 Milyar İstiyor'u izliyordum. Yeni bir adı varmış programın ama bizim için hala eskisi gibi . İlkokul mezunu bir adam çıktı. Bütün sorulara yabancıydı. Genel kültürü zayıf. Ama dışarıya verdiği bir enerji vardı. Kısa sürede sevdirdi kendini. Hatta öyle ki, Selçuk Yöntem bile ona bilemediği bir soruda cesaret kazandırmaya çalıştı. Adamın kazanması için heyecanlandım. Maçın kendisinden daha heyecanlı hale geldi benim için.

Bilmediği bütün sorularda tahmin yürüterek kazandı. 60.000 TL kazandı ve gitti. Adam için sevindim, iyi paraydı. Aile babası... Tam o sırada Sneijder gol attı. Ekranın sağ üst köşesinde skor değişince anladım gol olduğunu.

Bu konuyu da bir yere bağlamayacağım. Bir anda böyle oldu işte. Hayatta yaşanan o kadar olay durumu bu hale soktu. Zor değil aslında da, dışarıya anlatınca inandırıcı gelmiyor. Belki de geçici bir durumdur. Şartlar değişince bu da değişir. 

Yine de hala özetleri izliyorum. Güzel atmış Sneijder. Yetenkli çocuk.

Cumartesi, Ekim 18

Counter Tarzı Holiganlık


Macar taraftarlar, Romanyalı güvenliklerle kapışıyor. Biz de evde oturup izliyoruz ama sanki oradayız. Heyecanı bire bir yaşadım ve hiçbir yerim yaralanmadı. Harika...

Çarşamba, Ekim 15

Eraserhead



Filmi sevenlerin ortak yorumu, "İzleyiciyi rahatsız ediyor, çok cesur, sınırların dışına çıkıyor".

Benim tek sorum var: Neden?

Karşısındakine (izleyici) bir şey anlatmayı, üstelik de bunu basit bir yoldan anlaşılır şekilde yapmak varken, kendi derdini ifade etmeyi, bir paylaşıma vesile olmayı; hiç bir şey anlatmadan rahatsız etmeye tercih edenleri anlamıyorum. Onları sevenleri hiç anlamıyorum.

Salı, Ekim 14

Savunma


4-4-2 oynuyorlar galiba..?

Fark


Üstte: Galatasaray'daki Terim
Altta: Milli takım'daki Terim

The Grand Budapest Hotel


Wes Anderson filmlerini çok sevenler var. Bu filmlerin kendine has bir tarzları olduğunu görmemek mümkün değil. Zaten görsel olarak hemen fark ediliyor ama öte yandan karakterlerin de alışılmış "film kahramanları"ndan farklı olduğunu sezebiliyoruz. Bu güzel bir özellik. Bir sahneye bakınca, "Bu Anderson filmi" demek mümkün. Adam imzasını atıyor.

Fakat yine de eksik bir şeyler var sanki.  Royal Tenenbaums efsanesinden sonra onun üç filmini daha izledim. Üçünde de bir şeyler eksik kaldı sanki. Adamla uyuşmadığımızı ve bunun büyük bir sorun olmadığını düşünebilirdim ama Tenenbaums'u öyle bir yere koyduktan sonra çıta ister istemez yüksekte kalıyor.

Bu filmde de, huzur veren müzikler, iç açan görüntüler, komik diyaloglar olmasına rağmen zaman zaman öyle bir çıkmaza sürüklendim ki, 100 dakikalık film bitmek bilmedi.

İşin kötü tarafı, gerçekten o eksik olan şeyi keşfedemiyor olmam... Oyuncular kusursuz, film eğlenceli... Ama adını koyamadığım bir ama var işte..

Belki de filmi ve Wes Anderson'u anlatan en iyi cümle bu filmde geçti...

"Bir zamanlar insanlık olarak bilinen şu vahşi mezbahada hala ufak da olsa bir umut ışığı kalmış, görüyorsun değil mi?... Neyse siktir et"

Bu mezbahada bir umut ışığı.. Bir renk, bir farklılık. Ama sonunda öyle bir hale geliyorum ki, "Sikitr et" diyerek bitiriyorum filmleri..

Yine de farklı olanı, fark yaratanı seviyorum. Adama benim gibilerin isteğiyle değişeceğine böyle kalsın. Biraz da eksik kalsın. Ben filmi izlerken sıkılsam da olur.

Yine de Wes Anderson'a dilenmeyeceğim. Filmleri gelsin, Torrent'ten iner izlerim...

Pazartesi, Ekim 13

Lider



Passoligin olmadığı ve milli takımın durdurmadığı 2.Lig'de futbol bu hafta da devam etti.

Haftanın en önemli maçında Göztepe ile Bandırmaspor liderlik maçına çıktı. İzmir'de oynanan maçta Göztepe muhteşem bir taraftar desteğini arkasında bulsa da kazanan Bandırmaspor oldu. Hem de ne kazanmak. 4-1 mağlup ettiler Göztepe'yi...

Maç sonunda soyunma odasında Bandırmasporlular böyle sevindi. Böyle şeyleri çok fazla göremiyoruz. Böyle kıyasıya geçen lig heyecanlarına da uzak kaldık. Yakaladık mı hoşumuza gidiyor... Oyuncuların sevinçleri çok güzel...

Şu videoyu izlerken akılma tek soru geliyor:

Videonun başında "Kapıyı aç kapıyı" diyen adam kim?

Malum amacı belli. "Lider Ban Ban" tezahüratlarını Göztepeliler de duysun istiyor. Yapılır mı yapılmaz mı, etik mi değil mi? Hepsi ayrı konu da, bu maçın bir de Bandırma'sı var. Göztepe orada kazanırsa neler olur acaba? Onu da geçtim, sezon sonu zirveye Göztepe çıkarsa...

Böyle şeyler tuttuğun takımın o ligde yer almayınca çok keyifli, takip edilesi...Bir gözümüz orada...

Pazar, Ekim 12

Her Şeye Varım


2003-2004 sezonunun başı... Fenerbahçe sezona istikrarsız başlar, Daum'un yanına "işi bilen, kulübü tanıyan bir Türk" getirilmesi gündeme gelir. Gözler İstanbulspor'a çevrilir....

Cumartesi, Ekim 11

17 Haziran Duruşu



Federasyon Başkanı aynı, hakemler - bu maçta olmasa da- aynı, verilen ceza aynı ( o nedenle salon boş) ve Galatasaray sahada...

Arada geçen 5 aylık sürede tek fark var. "Türk sporunda devrim" adı altında rezalet bir karara imza atan yönetim kurulu istifa etti. Zararın neresinden dönülse kardır ama verdikleri zararın yarattığı tahribat çok yüksek. Bir istifa ile sona ermeyecek.

O gün kararı alkışlayanlar, hiç bir şey olmamış gibi bu sezonu izlemeye devam edecek mi?

Cuma, Ekim 10

87 gol





"Menajerliğim çok iyi ama kaleciliğim kısıtlıydı. Düşün, 2 sene Galatasaray’da oynadım bir defa ilk 11 başlamadım. Kesemediğim kaleci de Hayrettin! Ama başarılıyım da 2 senede 250 defa çift kale maça çıktım bir defa sakatlanmadım. Zeytinburnu’nda bir sezonda 87 gol yedim."

Çarşamba, Ekim 8

Ladri di biciclette



Billy Elliot'tan kısa bir süre sonra bu filmi izlemem ilginç bir tesadüf oldu.

Bu dünyada anlatılacak ve değişmeyen o kadar çok mesele, konu, hikaye, duygu var ki... 65 sene önceki film bile gelip içinize oturuyor. Yeni gerçekçilik denen akımın kıvılcımı olduğu için şükran duyuyorum. Bu film çekilmeseydi sinema nereye doğru evrilirdi acaba? (Gerçi şimdi nerede ki). Belki bu sokağa, hayata yönelme daha geç olurdu ama yine olurdu. 

Ken Loach, Woddy Allen ve birçok yönetmen bu filmden etkilenmiş. Selam olsun hepsine de tam bir Yılmaz Güney filmi çıktı karşımıza. Umut'u andırmaması mümkün değil. Yıllar önce televizyonda izlediğim Umut'u yeniden, bir daha izlemek lazım.

Aslında filmin kabaca konusu çok da değişik değildir. Belki de bunun gibi 1000 tane hikaye duymuşsunuzdur. Sokakta, hayatta defalarca olan hikayeler. Fakat bütün meziyet bu hikayeyi anlatan kişide. Hissiyatı aktarabilme yeteneği.. Bu filmde o var. Hem yönetmende, hem senaryoda, hem oyuncularda. Oyuncular, baba (Lamberto Maggiorani) ve çocuk (Enzo Staiola), müthiş iş çıkarıyorlar. Neden basit. İkisi de amatör oyuncu. Hatta amatör bile değil. İlk oyunculukları. Dışarıdaki hayatta; Maggiorani bir işçi, Staiola ise gazete satıyor. İkisinin  sürüklediği bu film, Oscar kazanıyor. 

Sanırım psikolojide, sosyolojide, siyaset biliminde tartışılan bazı konulara ışık tutabilecek çapta. Üstelik hala. 65 sene sonra bile. Bugün, "toplum ve fakirlik" diye bir basit sempozyum bile düzenlesen bu filmden beslenirsin. "Babalar ve Oğullar" diye bir belgesel hazırlasan buradan iki-üç sahne koyarsın (Mesela tokat sahnesi). 

Filmin sonundaki stadyumun dağılma sahnesi gerçekmiş. Yani gerçekten o esnada stadyum dağılıyormuş. İtalyan futbolseverler Roma - Modena maçından çıkıyormuş. Bu da bir dip not olsun.