Bir gün sevgili stoper Asper Twitter'a bir cümle yazdı: Bu sitede Matrix yeterince övülmüyor.
Aradan 15 sene geçmişti. Bu süre zarfında bulunduğum her yerde, hatta üniversitede derslerde, sayısız muhabbeti yapıldı bu filmin ve ben hiç izlemediğim için sessiz kaldım. Bildiğim tek şey Komiser Şekspir'deki Okan Bayülgen sahnesiydi. Inception faciasından hemen sonra Asper'in de cümlesi önüme gelince artık vakit geldi dedim. Genelde böyle filmlere önyargılı olurum ama bu sefer tam tersiydi. Matrix, bir türün önünü açan, sinemaya yeni bir boyut getiren önemli bir film olmalıydı. Bunu herkes söylüyordu, ben de daha izlemeden doğru olarak kabul ediyordum. Üstelik içerik olarak, çok ince bir doluluğa sahip olması da oldukça heveslendirdi.
Sevmediğim bir türün heyecanla izlemeye başladığım filmiydi Matrix.
Fakat büyük bir hayal kırıklığı çıktı ortaya. Konu oldukça basit ve yüzeysel geçiştirilmiş. İtiraf etmek gerekir ki benim de cehaletim çok fazla. İncil göndermelerinin, mitoloji selamlarının ve daha bir sürü şeyin çoğunu ıskaladık. Fakat yine de, bir sinema filminde kurgunun ve aktarımın kuvvetine çok fazla inanıyorum. Bu filmde aktarım, inandırma gibi şeyler çok zayıftı. Üstelik çok başarılı oyuncular yer almasın rağmen.
Henüz daha 2 ve 3'ü izlemedim. Ama onlara karşı bir heyecanım da kalmadı. Keşke iki film daha çekileceğine, üzerine kitaplar yazılsaydı. Yani önce bir film izleyeceksin, sonra o filmde satır aralarında kalanları, karakter analizlerini, göndermeleri bir kitapla sunacaksın. Zaten sanırım filmle ilgili kitaplar var ama onların da bir yerden sonra sadece filme sıkıştıklarını ve asıl anlatılmak istenene (ki zaten çok taraf değilim o düşünceyle) fazla girmediğini düşünüyorum
Bana kalırsa, benim filmi beğenmemiş, ya da şöyle söyleyelim filmin beni coşturmamış olmasının nedeni Wachowski kardeşler. Ben bunların yaptıkları işleri pek sevemedim. Mesela entellektüel birikim olarak yanına yaklaşamayan ama hemen hemen aynı konuyu işleyen bir sene öncesinin (1998) filmi Dark City bana daha sağlam gelmişti. Sonuçta bu bir felsefe dersi değil, bir sinema filmi.
Haliyle Matrix yeni bir şey söylemiyor, ve hatta söylediği şeyleri de coşkulu bir biçimde ifade etmiyor. Neo'nun kurşunlardan sakınması veya ajanlardan kaçması heyecan uyandırabilir fakat bu da "Matrix'e inanan zihinlerin" hoşuna giden sinema kuralları olmaktan öteye geçemiyor. Yani sistemin alıştırdığı doğrulardan sıyrılmayarak 4 Oscar (3 tanesi ses ve görsel efekt ile ilgili) kazanarak, beni etkilemeyi başka bir bahara bırakıyor.
Ama dediğim gibi, daha sade fakat buna rağmen daha sağlam (Dark City) bir film olsaydı beni çok memnun ederdi. Filmin içinde kaybolan birikim, felsefe ve göndermeler belki bu sayede daha öne çıkabilirdi. Aslında çok acı belki ama Sinan Çetin ile Okan Bayülgen olayı daha net ve daha vurucu açıklamıştı:
"Büyüksün artist Tatü diye tapınacaksınız lan bana... İmza almak için
önümde kuyruğa gireceksiniz. Posterlerim duvarlarınızı, bakışlarım
hayallerinizi süsleyecek. Çok seveceksiniz ulan beni. Çok seveceksiniz!
Yok ki lan hiç biriniz yoksunuz... Ne bu binalar ne bu şehir ne bu trafik. Nedir ulan, bu yanılsama değil mi lan! Gerçekliğin komik bir alegorisi
aslında. Aslında hiçbiriniz yoksunuz. What is matrix ulan bu!
Nereye kaçıyorsun he nereye... Ölüm mü gerçek, ben mi gerçek yoksa hayat mı"
İşin aslı, sırf bu nedenle bu bütçeye yazık olmuş. Filmin ahengini bozacaksa da aslında film sonrası kitap iyi bir fikirdi.
1 yorum:
O yıllarda Matrix aslında Mevlana'dan esinlenme muhabbeti oluyodu ana haber bültenlerinde.
Ben de hiç izlemedim filmi , izleyesim de yok.
Ne ilgisi olabilir Rumi ile?
Yorum Gönder