Çarşamba, Mart 9

Boyhood



Gündüz vakti film izleme alışkanlığım hiç yok. Üstelik hafta sonu; pek görülmüş şey değil. Bir cumartesi günü öğleden sonrası Boyhood'u izlemeye karar vermem benim açımdan oldukça radikaldi. Film hakkında duyduklarım, onu izlemem için biraz daha aceleci davranmama neden oldu. Öğleden sonra demiştim ama dışardaki hava geceyi aratmayacak kadar karanlıktı. Karanlıkta; sokağa çıkmayı engelleyen yağmurun da payı vardı. Sanırım milli maç arasıydı ve televizyonda o saatte izlenecek maç da yoktu. 30 yaşımı doldurmayı bekliyordum, sokağa çıkmamı sağlayacak herhangi bir şey/kişi yoktu ve evde yalnızdım.

İzleyebileceğim herhangi bir film beni derinden etkileyebilirdi. Zaten o öğleden sonra biraz etkilenmek de istiyordum. Ama Boyhood'u okuyunca beklediğim etkiye kapılamadım. Fiili de yanlış yazmadım. Tamam, İngilizce'min çok iyi olmaması benim eksikliğim ama çok iyi olsaydı bile filmleri altyazılı izlemeyi tercih ederdim. Yani her halükarda bu filmi okumak zorunda kalacaktım. Bu kadar çok replik gerekli mi? Linklater'in özelliği bu, karşı çıkmaya gerek yok ama bir yerden sonra artık filmi takip etmek zora giriyor. Bu ürünü değersizleştiriyor mu? Hayır; ama izlenen şey de bir sinemadan çok bir kitaba benziyor.

Yine de asıl sorun bu değil. Diyaloglarla dolu Before Sunrise'ı hangimiz sevmedik ki? Ama o film 1995'te çekilmişti, karakterler 20'li yaşlarının başındaydı ve biz de ilk izlediğimizde 20'nin civarlarında geziniyorduk. İlham vericiydi, heyecan vericiydi, coşku doluydu.

30 yaşında evde yalnız otururken, bir çocuğun 6-17 yaş arası kaygılarını izlemek aynı etkiyi veremezdi. Vermedi de. Hiçbir sinemacı da tek bir izleyecinin şartlarına uygun bir film çekmek zorunda değil. Her izleyici de her 'iyi' film ile temas yakalamak zorunda değil. Bu filmi Before Sunrise'ı izlediğim yaşlarda izlemiş olsaydım; hatta ikisini arka arkaya izlemiş olsaydım çok farklı olurdu. Bazı filmler böyledir. Mesela Billy Elliot'u vizyona ilk girdiğinde izleseydim çok daha iyi olurdu benim için. Ben Billy Elliot'u fırtınalı ve değişikliklerle dolu 14 senenin ardından izlemeyi tercih ettim. Kaçırılmış bir fırsatmış. Boyhood'da da benzer bir geç kalmışlık var ama bu sefer geç kalan ben değil; filmi tamamlamak için 12 sene bekleyen Linklater.

Birçok yerde ''Filmin olayı 12 senede çekilmesi'' gibi cümleler duydum. Bir kesim bunu övgü olarak, bir kesim de küçümseme maksatlı kullandı. Gerçekten bu tip bilgiler çok mu önemli? IMDB'nin trivia'sından bilgiler bulup Ekşi Sözlük'e yapıştırmayı kültürel birikim sanan bir nesil bu tip tartışmalara takılmayı çok seviyor. Açıkçası filmi izlerken; filmin 12 senede çekilmiş olması ilginç ayrıntıların oluşmasına neden olması dışında beni çok etkilemedi. Bir dönem hayran hayran izlediğimiz Ethan Hawke'ın her sene yaşlandığını görmek biraz daha üzdü sadece. Gençlerin büyümesini görmek, fiziksel değişimlerini yakalamak da ergenlik yaşayan her insan gibi hafif tebessüm ettirdi. Linklater riskli bir şey denemiş ama denediği şey onu yarı yolda bırakmamış. Filmin düşük seviyedeki akıcılığına da pozitif katkısı olmuş. Bunda daha fazlasını dile getirmek, hatta filmin ilk etiketi olarak sunmak çok gereksiz kalıyor.

Filmin kahramnı Mason Jr; o da kendi dünyasında zor bir hayat yaşıyor ama üç saate yakın bir sürede ancak 18'e geliyor. Ben film bittiğinde hala 30 yaş civarındaydım. Başrolle ortak noktada buluşamadık. Neyseki annesi ile babası vardı. Filmde biraz olsun içimi kıpırdatan bir şeyler varsa o da anne ve babaların sahneleriydi. Daha doğrusu replikleri... Bu açıdan filmin son 10 dakikası oldukça doyurucuydu. Bundan sonrası Spoiler içerir diyebilirim ama spoiler duymanın filme çok etkisi olmayacak zaten.

Mason ve Mason Jr'ın; eski dostları Jimmy'i dinlemeye geldikleri barda konuştukları sahne çok özel. Güzel bir metafor da var aslında. Dünyaya aynı yerden ama farklı noktalardan bakan iki göz. Mason'un hayat tecrübesini, kendi geçmişiyle hesaplaşarak oğluna anlatması güzeldi. Sahnenin en sonundaki diyalog da...

- Bütün bu her şeyin ne anlamı var?
+Ne bileyim lan ben.... Kimse sebebini bilmiyor, hepimiz doğaçlama yapıyoruz.

Ve ardından elinde gitarıyla Jimmy seslenir; "Sıradaki şarkı şuradaki genç adam için geliyor. Onu ilk gördüğümde kücücük bir çocuktu. Şimdi ise liseden mezun oılup kendimi yaşlı hissetmemi sağladı"

Filmi anlatabilecek en iyi kısa özetlerden biri. Biz Mason Jr'ı ilk olarak 150 dakika önce görmüştük ama yine de tam o anda yaşlanmaya başladığımızı hissetmiştim. Öldürücü darbe ise anneden geldi. True Romance (1993) yıllarında hasta olduğumuz Patricia Arquertte'nin güzel bir kadından şişman bir yaşlıya dönüşmesini görmek yeterince yorucuydu. Filmin son kısmında ise sazı eline alır. Önce çocuklarıyla yemek yediği bir restoranda, yıllar önce üniversiteye gitmesine ön ayak olduğu tesisatçının restoran müdürü olduğunu görür. Ve sonrasında oğlunu üniversiteye yollayan annenin sinir krizi gelir.

Ne düşünüyorum biliyor musun? Hayatım da öylece gidecekmiş gibi. Bunlar önemli anlar... Evlenmek, çocuk sahibi olmak, boşanmak; disleksi olduğunu sandığımız zaman, sana bisiklete binmeyi öğrettiğim zaman... Tekrar boşanmak, yüksek lisansımı almam, sonunda istediğim işe sahip olmak... Samantha'yı üniversiteye yollamak, seni üniversiteye yollamak. Sıradaki ne biliyor musun? Benim sikik cenazem... Sadece daha fazlası olur diye düşünmüştüm.

Sahne orada biter. Arquette'i bir daha görmeyeceğiz. Ardından ABD'yi simgeleyen uzun bir otoyol ve en iyi kadın oyuncu oscarı...

Film kötü değil. İyi. Ama bizim yaş grubu bu filmin baş rolünde değil. Son sahnede de yok. Sadece uzun yıllar sonra sinir krizi geçireceğimiz bir ana hazırlıyor.

Hiç yorum yok: