Her hayatın bir "lale devri" vardır ya. Bizim neslin de işte bu 90'lar denen meretin son yarısı falandır herhalde. Aslına bakarsan gündem bugünkü ile aynıydı. Yine bok yoluna gitmeler vardı, yine saçma sapan kısır tartışmalar. O günlerin sıcaklığı ise komşuya giden tabakların kısırla dolarak gelmesi gibi basit ve küçük detaylarda gizliydi. Bir Karadenizli şairin dediği gibi; "Bu senede şampiyonluğa oynuyoruz , değişen bir şey yok"
O zamanlar bir Akdeniz esintisi esmişti üzerimize. Yaşar, Bora Öztoprak, Ege, Onur Mete, Ümit Sayın, Ayna, Athena, Soner Arıca... O dönem peşinden gittiğimiz, kasetlerini aldığımız, şarkılarını ezbere bildiğimiz adamların şu an "ya sahi bi X vardı , ne oldu ona" deyip İlhan İrem ile birlikte satış listelerine konmasını görmek "bir yılı opsiyonlu olarak boş mukaveleye imza atarak yaşlandığını kabul etti" tadında.
Bir siyah beyaz resim , bir anektodun içinde buldum kendimi. Kendi geç kalmışlığımı gördüm. Kanayan yaralar birden "tuzum, tuzum, tuzum" diye kontraya girdi bilinçaltında bulunan 100 kişilik tribünden. Kendisine ayrılan yeri dolduran, tek ses-tek pankart-tek renk. Plakası 90 küsür olduğu için "61.dakika showu" yapamayan yeni iller gibiydik hep. Bizim için iller 67'de kalmıştı zaten.
Bir siyah beyaz resim, bir anektodun içinde buldum kendimi. Biz hep sevdiklerimize uzaktan baktık. Sevdiğimiz kızlara diyemedik, sevdiğimiz takımlara güvenip 3-0 iken uyuduk 3-3 sabahlarına uyandık. Sergen'i sevdik gitti, Tümer'i sevdik gitti, Feyyaz soğanımızı çaldı. Altan-Nuri Çamlı kardeşler gibi keyifli bir "beyaz toros" yolculuğunda kasetler koyduk kasetçalara "güzel söylüyor çocuk" dedik, ya karbeyaz bir ölümde kaybettik, ya da şarkılarla geçtiler aramızdan.
Bir siyah beyaz resim, bir anektodun içinde buldum kendimi. "Baboli ile Pazar Keyfi..." diye paylaşımlar yapamadık biz hiç. Hep içten sevdik. Tıpkı ben işte. Ben futbolcu olsam, otelde kalsam. Kesin böyle bir resim çektirirdim. Otel odasından "baba arıyor" telefon ekranını hemen cevaplayıp "geldim geldim indim şimdi lobiye" deyip inerdim. O da maçtan sonra "gideyim ben şimdi kalabalık olur" diye giderdi.
Bir anektodun içinde buldum kendimi. "Bu benim oğlum" diye gaz vermediler mi yıllarca etrafta. "Zehir, bilgisayar mühendisi, böyle bilgisayarda neler neler yapıyor" diye anlatılmadık mı dost sohbetlerinde. 'Öğretmen İstanbul Valisi'ni sormuş , tek bizimki bilmiş' Oysa it gibi korkardım Hayri Kozakçıoğlu'ndan. Bilinçaltımızı zedeleyen figürlerdendi. Bilmemiz ondan.
"Ölümlere alıştık , alıştırıldık" deniyor şimdi. Oysa alışamadık. Sudan çıkmış balık gibiyiz. Aklıma hâlâ gittiğim bir maçtan (eskiden maçlara da gidiyormuşuz) bir kare geliyor. Sesli ve altyazılı ve 5+1 surround oynuyor kafamda. Bir Beşiktaş-Trabzonspor maçı. Hami Mandıralı hafta içi babasını kaybettiği için tribüne çağrılır ve "seninle üzüldük başın sağolsun" diye bağrılır.
Çoğu zaman sorgularken buluyorum kendimi , neden eskisi kadar ilgim yok futbola diye. Sahadaki topçular bizden büyük, bizden kat kat zengin. Ha; bir de hayatta daha önemli şeyler var. Ölüm gibi.
Sevip de söyleyemediklerimiz, sevip de gösteremediklerimiz birer birer yağmura ve buluta karışıyor. Bir gün elbet Maçka'da buluşacağız yağmur ve bulut ama..Oralarda çocuklar ve babaları da görüşebilecek mi acaba. O kadar kalabalıkta. Bizim ki umut işte. Mahşerde buluşmak. Binlerce bulut. Bundan sonra senin adın Kemal Bulut olsun karışmasın diğer umut bulutlarıyla, kolay kavuşulsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder