Simon Kuper'i biliyorsunuzdur. Bir de yanına rakamlarda uzmanlaşmış Stefan Szymanski eklenince bu kitap ortaya çıkmış. Bizim blogu takip eden biri, kesinlikle kitabın ismini duymuştur. Duymamışsa zaten yanlış yerde geziyordur.
Kuper, buralarda popüler bir şahsiyet. Çıkardığı her kitap ve yazdığı çoğu makale burada ilgi yaratıyor. Kuper - Szymanski ikilisinin denk gelmeleri ve kitap projesine karar vermeleri de İstanbul'da gerçekleşince kitaba sempati duymak için ekstra bir neden ortaya çıkıyor.
Kitap fena değil. Hangi kısımların Kuper'e ait olduğunu, hangi kısımların Szymanski'nin hesaplarından çıktığını az çok anlıyoruz. İşin açıkçası Kuper'e ait olduğunu tahmin ettiğimiz kısımları mest ederken, işin matematik ve rakamlar kısmı biraz boğuyor. Fakat teorilerin rakamlarla desteklenmesi gerekiyor; buna itirazımız yok.Yine de bu kadar somut verilere dayanmaya çalışmasına rağmen bazı konularda rakamlara itirazım oldu. Futbolun içine rakamların girmesine tamamen karşı değilim fakat rakamların bir bilinmezliği çözeceğine de inanmıyorum. Futbol öyle bir oyun değil. Rakamları istediğiniz gibi okuyabilirsiniz ama bu sahada size doğru yolu göstermeyebilir. Buna rağmen kafa açıcı bir kitap olduğu gerçeğini de ıskalayamayız.
Yine de ele alınan birkaç konu gerçekten dikkat çekici. Okunması tavsiye edilir. Zaman kaybı olmaz.
2017 yılındayız. Bizim kuşak -henüz- evrensel bir savaş görmedi. Teknoloji ilerledi. İnsanlık her şeye rağmen ilerliyor. Fırsatlar, şanslar, 60 sene öncesine göre çok daha ileri düzeyde. Fakat toplumların ve bireylerin mutsuzluğu artıyor.
Birçok arkadaşımla konuştuğumda mutsuzluklarından dert yanıyorlar. Hemen hepsi yukarıdaki gerekçelerin de farkında olduklarından mutsuzluklarını bir kat daha arttırıyorlar. Kendilerini, elindeki imkanların değerini bilmeyen şımarık bir çocuk gibi hissediyorlar. Oysa psikoloji sanıldığı kadar net kazanımlara, varlıklara dayanmaz.
The Great Escape üzerinden yıllar geçen muhteşem bir film. İkinci Dünya Savaşı'ndaki bir esır kampında geçer. Kamptan kaçmayı konu alır, ki bu bağlamla birçok hapishane filmine öncü olmuştur. İçinde kadın bulundurmaz. Oyuncu kadrosu yıldızlar karması gibidir. Karakterler özenle yazılmıştır. Her şeyiyle muhteşem bir sinema filmidir. Peki buradan ne çıkar? Anlatalım...
Kahramanlarımız, zor şartlar altında olmalarına rağmen ilk günden beri esir kampından kaçmaya çalışırlar (spoiler), sonunda başarırlar ama en son noktada hüsrana uğrarlar. Gerçek bir hikayedir. Gerçek bir trajedidir. Film hakkında birçok yazı yazılabilir. Nazi siyasetinden kaçış temalı filmlere, Steve McQueen'in karizmasından Amerikan ideolojisine dair birçok konuda tartışmak mümkün. Fakat ben filmin en sonundan yola çıkarak, yukarıya bağlayacağım.
Filmin geçtiği esir kampında şartlar kötüdür. Kaynaklar kıttır. Zaten savaş dönemidir. İnsanların üzerinde çok geniş bir umutsuzluk hakimdir. Buna rağmen esirler, birlik olur ve tüm strese rağmen eğlence içinde kaçış planlarlar. En sonunda yakalanırlar ve karakterlerden Bix X şöyle der yanındaki arkadaşına;
"Biliyor musun, Mac, tüm bunlar, organizasyon, tünel kazma, Tom ve Harry beni dinç tuttu. Bu durumda bile hiç bu kadar mutlu olmamıştım."
Bu replikten 10 saniye sonra, lafı söyleyen, lafı dinleyen ve civardaki onlarca kişi taramalı ile öldürülür. İkinci Dünya Savaşı'nda bir esir kampından kaçan ve sonunda yakalanan ve her an ölüm tehlikesini yanında hisseden bir insan nasıl hayatının en mutlu dönemimi yaşayabilir ki? Çok basit. Bazı değerler vardır; bizi mutlu eden esas onlardır. Maddiyat, huzur, rahatlık gibi kavramlar değildir. Bu kavramlar arasında; dayanışma, sosyalleşme, üretmek vardır. İnsan sosyal bir varlıktır ve her zaman bir amacı olmalıdır. Bu amacı çevresindekilerle beraber bir eyleme yönlendirebilirse mutlu olabilir. Bu bazen esir kampı olur, bazen bir futbol takımı olur, bazen kızlarını üniversite sınavına hazırlayan bir aile, bazen afetzede bir mahalle... Ne olduğu önemli değildir. Fakat mutluluk, o eylem ve amaç var oldukça canlı kalır. Sonsuz olmayacağı da bellidir. Bir kandırmaca da denilebilir. Fakat olan biten tamamen budur.
2017'de insanları, özellikle gençlerin bu kadar mutsuz olmasının sebebi budur. Sosyalleşemiyorlar. Ortak hareket edemiyorlar. Ortak hareket etmeyi sevmiyorlar. Eyleme geçmiyorlar. Ve en sonunda hayatta amaçsız kalıyorlar. Bu durumun oluşmasında hataları vardır. Kendi yetersizlikleri de muhakkak olan bitende pay sahibidir. Yine de düzelmeyecek bir mesele de değildir ama en kötüsü de "O kadar paran var, sevdiklerin yanında. Nasıl mutsuz olabiliyorsun?" tarzı cümlelerle ahkam kesenlerdir.
The Great Escape; sonucu itibariyle muhteşem bir kaçış değildir, hatta olabilecek en dramatiğidir. Ama karakterlerin hisstikleri "Great" bir duygudur. Her insanın tıkıldığı bir esir kamp vardır, oradan kaçmak için çabalarsa kendini çok iyi hissetmeye başlayacaktır.
Her şeyiyle şahane bir filmden bahsediyoruz. Sonuçta bu sinema postu, filme hakkını vermeden bitirmeyelim.
Bizim zayıf yönümüz çocukluğumuz, ikibinlerden öncesi gibi davrananlara hemen açıyoruz heybemizi. Soğanımızı çalmalarına, şarabımızı dökmelerine kolayca izin veriyoruz. Oraya oynayanlar hemen kazanıyor ya da kazandığını sanıyor. Hani ne bir puanın ne de üç puanın, sadece yenilmemenin 'şartoğluşart' olduğu maçlarda ortaya çıkan formsuz kaşar futbolcular gibi. Sinir bozarlar, kırmızı gördürürler, tribünü gererler, jeneriklik gol atarlar, maç sonu da "son zamanlarda Türk tarihine merak sardım, bugünkü mücadelemde Plevne Zaferi'nde..." gibi cümleler kurup bizim gibi romantikleri "Ekmek parası... Profesyonel sonuçta. Ölmüş anasına küfrettik bir de" diye vicdanlarımızla baş başa bırakırlar.
Geçenlerde bir video düştü ortamlara. Semtimizin insanı, semtimizin yüzü, gururumuz, Telegol'e yorumcu olarak çıktığında başta garipsediğimiz , sonra "Biliriz, o benim ne işim var lan burada ortamlarını" diyerek empati kurduğumuz, akli melekelerine saygı duyduğumuz meleklerine selam verdiğimizden yâr ve yardımcı olmasını dilediğimiz bir abimiz olan Uğur Meleke'nin videosu.
Son 20 yıl çok çabuk geçti, çok çabuk gelişti. "Bizim toplumumuz balık hafızalıdır" edebiyatı yapmak istemiyorum. Unutacak vaktimiz bile olmadı, hatırlanacak şeyler yaşayamadık, sindiremedik, yeni hatıranın gelip eskisini öldürmesini istedik hep. Bu sefer eski hatıraları deşmeye başladık, bugünkü aklımızla, bugünkü internetimizle deştik eskileri. Gördük ki hiç kimse masum değil.
Mahallenin Muhtarları gibi diziler istedik hep. Oysa şimdi tekrarlarını gördükçe "Ne kadar gerizekalıymışız" diyorum. Aydan Burhan soyunup diziyi bıraktığı zaman bitmişti zaten masumiyet, Erkan Can'ı üflerken değil omzunda maymunla tanımıştık. Taksicinin oğlu, Ezel'in Azad'ına aşıktı. Formaların arkasına isim yazdırılmadığı zamanlar böyleydi. Pek isim bilmezdik, böyle tarif ederdik artistleri de.
"Ya şey geldi geçen gün... Hani Altan Bodrum'a gidince menemen yiyor ya... Neydi ismi? Nusret Abi, hah işte onu oynayan abi geldi geçen gün."
Böyle kırılma noktaları, tabu yıkmaları, depremlerini öğretti bize Yeni Türkiye. Üzerinde ortak uzlaşacağımız kaç kişi kaldı? Barış Manço ve Kemal Sunal yaşasalardı, onlar da nasibini alacaktı bu kamplaşmadan eminim. Şener Şen sokağa çıkamıyor lince uğramamak için. Çıkmayınca da uğruyor o ayrı.
İlişkilerim de böyle aslında. Uzun zamandır içe atılan görmezden gelinmişlikler, görülemeyen incelikler, hayal kırıklıkları, haksızlıklar. Fevri hareketler. Sonra gelsin kırmızı kartlar, kadro dışılar, kocaman kocaman soru işaretleri, girişi paralı olan zihninden yap-işlet-devret modelinin tersine bu kez kamulaştırıp vücudunun tüm hücrelerine saldığın binlerce tilki ve kargalar...
Bu anlarda sorulan bir soru, atılan bir işaret fişeği, yanan bir ampul, bir mesaj, bir "hassiktir tabi ya" aydınlanması..
Aman meleke'nin sorduğu soru da böyleydi işte "Kimdi Arda, ne yapmıştı, kaç gol, kaç asist"
Balıkları kavurup masaya getiren bir saki iken, "akşama getirecem kabadayıları" diyen bir figüre ne ara dönüşmüştü.
Her şeye sıfırdan başladım. Sanki yabancı bir menajerdim ve A Spor'un Transfer Raporu'na göndermek için bir kaset hazırlıyordum. "En güzel 50 golü" gibi kişisel bir tarihe bakayım dedim oturdum internetin başına.
En basitinden başlamak lazımdı. Düz adamlık yaptım ve "Arda Turan Galatasaray tüm golleri" gibi aramalarla başladım milli maç öncesi. Hedefim biraz Arda tarihine çalışmak, milli maçı ve akabinde gerçekleşecek Terim Ted Konuşması'nı izlemek, pide-zeytin yemek ve niyetlenip uyumaktı.
Wikipedia iptal, Maçkolik ise detaylarda boğuyor. Nedense beni tatmin edecek bir Arda büyük resmi bulamadım. Genelde "Bayrampaşa'nın ara sokaklarından çıkıp, Barcelona'ya uzanan..." videoları var. 5-3'lük Sivasspor maçındaki hat-trick'i, Kazakistan ve İsviçre maçları, Adnan Polat'ın "Bu çocuk kim , alalım mı?" dediği Manisaspor maçı, 66-10-7-14 sayıları, Sinem Kobal, Erman Toroğlu ile kasık muhabbeti...
Beni hiç derinden sarmadığı için mi bu olmamışlık sahi? İliç-Hasan Kabze hatta ve hatta cinsel organı sadece Beşiktaş maçlarında hareketlenen vasat Galatasaray yabancıları kadar "Dün gibi hatırladığım bir ANı yoktur"
Nihat gibi, Tugay gibi "bayrakları asalım" gibi de olmamıştı Madrid hikayesi. Galiba bilinçaltım, “Benden daha yetenekli, daha seri çalımları var. Bize gelse harika olur!” dediği Serdar Özkan nedeniyle kabullenemedi.
Sonra maç bitti. Süleyman Demirel basın toplantısı gibi bir toplantı, tam uyuyalım derken Ntv Spor'a bağlanan Arda, sonrası tufan.
O gecenin sabahı biliniyordu ki hiç bir çocuk tekne orucu için 12:00'da hoşafını içmeyecekti, hiç bir çocuk Arda'nın taklidini yapmayacaktı ve Nou Camp'ın güney tribününün en üstünde duran kamera orta sahada çökmüş bir futbolcuya zoomlayacaktı İlyas Salman-Ya Ya Ya Şa Şa Şa misali.
SON SÖZ: Yazıda bahsi geçen Nusret Abi, Mustafa Uzunyılmaz'dır. Bu son olsun filminden bir repliğiyle bitirelim madem:
-Nasılsın?
-Memleket gibi..
Levent Kırca parodileri gibi olacak ama son Arda'nın kale arkasından Hagi'yi kestiği o yıllardan bu güne neler değiştiyse, hepimiz de o kadar değiştik.
Manhattan güzel bir Woody Allen filmi. Fakat artık hangisi hangi Woody Allen filmi emin olamıyorum. Hemen hepsi, özellikle 70 ve 80'lerdekiler, birbirlerine çok benziyor. Oyuncu kadrosundan kamera arkasına kadar ekip bile neredeyse aynı. Woody Allen yine ilişkilerinde başarısız olan bir adam. Bu sefer de 18 yaşının altında bir kızla ilişkisi vardı. "Woody üstad, yine metropol hayatının tüm güzelliklerine dokunmuş" diyenler çıkmıştır. Aradan neredeyse 40 sene geçmiş, illa bunu diyen olmuştur. Manhattan veya Nişantaşı'nda olunca sevilir böyle şeyler. Woody, AKP ilçe teşkilatında çalışan bir adam olarak 18 yaş altında bir kızla beraber olsaydı, sıkıntı yaşayabilirdi, New Yorklu bir entellektüel olması onu rahatlatmıştır.
Tabi o karakterin (Mariel Hemingway) yaşının küçük olması filmde önemlidir. Hatta belki de filmden alınacak tek mesajdır. Çünkü bu karakterimiz, devamlı entelektüel abilerin ve ablaların yanında hor görülür. Fakat daha sonra anlarız ki, filmdeki birçok karakterden daha olgun hareket eder. Aslında bu açıdan Closer'a benzetebilirim, orada da dört karakterin en ahlaklısı, 'ahlaksız' bir iş yapan Alice'di. O nedenle aslında Allen benim hoşuma giden bir şeyi yapmaya çalışmış ve büyük şehirlerin yüksek kesimlerine laf çakmaya çalışmıştır. Ama keşke kızın yaşı en azından 19 falan olsaydı
Yalnız siyah beyaz olmasına rağmen görüntü yönetmenliği şahanedir. Şehiri dekor olarak kullanmakta çok mahirdir. Woody Allen'in en çok sevilen filmlerinden biridir, ama kendisi bu filmi pek sevmez. Oysa sevilmeyecek birçok filmi vardır. Bu o kadar da kötü değil bence. En azından 90'lardaki birçok güzel diziye ilham verdiği aşikardır.
"Birlikte oynadığım forvetler içinde Suker ve Raul çok özeldi. Suker, golcü olarak özel bir adamdı. Raul… Raul açıklanamaz! Gol atma içgüdüsü inanılmazdı, tarif edebilmek mümkün değil. Raul’a detaylı bir futbolcu analizi yapalım: Sıçrama? 10 üzerinden 10 değil. Birebirde dripling yeteneği? 10 değil. Hız? O da aynı şekilde.Ama o öldürücü içgüdüler, doğru anda doğru yerde olma yeteneği ve reaksiyon verme özelliği akıl almazdı.
Yerden bir vuruş yapacağını düşünürdünüz ama o, topu kalecinin üzerinden aşırmanın bir yolunu bulurdu. Bu tarz çözümler üretip hareketler yaparak stadyuma gelen insanları heyecanlandırmak çok normaldir. Ama aynı duyguyu takım arkadaşlarına -neredeyse her gün- yaşatmak biraz gerçek dışıdır. Raul bunu yapardı. Her gün ve her antrenmanda hem de… Bu tanrı vergisi yeteneklerinin yanında tanıdığım en iyi profesyoneldi. Gösterdiği çaba inanılmazdı. Antrenmana ilk o gelir, özel antrenörüyle çalışır, antrenmanlarda yüzde yüzünü verir ve sonra tekrar özel antrenörle devam ederdi… Bu rutin, 365 gün tekrarlanırdı. 15 yıllık Real Madrid kariyeri boyunca her gün… Akıl almaz bir şey. Bir insanın yapabileceği en ağır antrenmanı yapar ve her maçta daha da çok gelişerek karşılığını alırdı. Harika bir oyuncuydu."
Bu postta iki filmi beraber değerlendireceğiz ama gerçekten
de böyle olması gerekiyor. Steve Jobs’un ölümünden sonra çekilen ikinci önemli
film iki sene önce çok tartışma yaratarak vizyona girmişti. Beklenti çok
büyüktü ama ardından gelen yorumlar çok kötüydü. İzledikten sonra yaşanan sıkıntıyı çok
bariz şekilde anladım.
Filmin gerçekten de zorlayıcı yanları var. Birincisi
alıştığımız tarzda bir biyografi değil. Yani doğumdan ölüme kadar uzanan veya ona yakın geniş bir zaman aralığından bahsetmiyoruz. Hatta sadece üç gün var. Üç ayrı senede geçen üç ayrı günde geçen
olayları anlatıyor film. Sadece 1984, 1988 ve 1998 yıllarına ait bir
günde geçen diyalogları dinliyoruz. O konuşmalardan Steve Jobs’un hayatını, kariyeri boyunca verdiği kararları ve
karakterini çözmeye çalışıyoruz. Bu yüzden çok fazla replik barındırıyor. Konuşmaların çok
hızlı bir şekilde devam etmesinden dolayı izleyici de zorlanıyor. Takibi zor bir film. Öte yandan
Steve Jobs, ABD’de çok popüler bir isim. Hayatının her ayrıntısı yıllardır
biliniyordu ve göz önündeydi. Onlar için biraz daha kolay olmuştur. Fakat Türkiye izleyicisi, adamın kendisine o kadar hakim
değidi. Bu da bizim için filme girmeyi zorlaştırmış olabilir.
Yine de her şeye rağmen, ben filmi kötü bulmadım. Tiyatro geleneklerine uygun sinema filmlerinden ki bu tarzı zaman zaman izlemek keyif veriyor. Fakat tempo vermesi zor olur, o açığı kapatmak için karakterlerin girdiği diyaloglar tartışma modundaydı. Bu da yorucuydu.
Fassbander, bu filmde ilk düşünülen isim değilmiş. Daha önce
Bale ve Di Caprio isimleri geçmiş. Hatta yapım şirketi Tom Cruise’u bile
istemiş. Uzun adamı, Cruise’a bırakmak tarihi bir hata olurdu. Jobs, tip olarak
çok net bir şekilde Ashton Kutcher’a benziyor. Fakat bu durum da sıkıntı
yarattı. 2013 yılında vizyona giren Jobs filminde başrol Kutcher’ındı. İyi not
alamamıştı. Ben de henüz izlemedim. Fakat Steve Jobs’un hikayesi ilgimi çekiyor ve o
nedenle o filme bir ara bakmayı planlıyorum. Fassbander’a geri dönersem, kendisini
yetersiz buldum. Karakterin içine giremediğini; hatta başka bir karakter
yarattığını söylemek durumundayım. Biyografilerin oyuncular için zorlukları…
Fakat rol arkadaşı Kate Winslet şahaneydi. Gerçi onun canlandırdığı karakter
hakkında çok fazla bilgimizin olmaması, onun işini kolaylaştırmış olabilir. Jobs’ın
kızı Lisa’yı iç farklı dönemde canlandıran kızlardan ilkine bayıldım,
ikincisine gıkım çıkmadı ama üçüncüsü şaşırttı. Biraz fazla büyümüş Lisa geçen
sürede… Bir de filmin sonunda ABD sineması klasiği ile cıvık bir baba-kız ilişkisi vermelere çalışmaları kötü olmuş.
Filmin yönetmenliği için önce David Fincher düşünülmüş ama
olmamış. Sonra Danny Boyle'a düşmüş proje. Aslında Jobs’un hayatını bir şekilde Fincher’dan izlemek ilginç
olabilir. Tabi insan bazen “Daha ne kadar Jobs filmi çekilecek?” diye sormadan
da edemiyor. Belki izleriz. Ne de olsa I-phone gibi her sene yeni bir film çıkıyor piyasaya. Öte yandan bazıları bu durumdan rahatsız. "Bu kadar pompalamayın kardeşim" diyenler çok. Ama bir
yandan da, teknoloji dünyasına ve geleceğe ve dünyaya damga vuran bir adamın
hayatına dair birden fazla film çekmek abes değil. Sinema sadece yüz yıllık bir
olgu. 1000 yıllık olsaydı; acaba hayatlarını şimdi şimdi sinemada izlediğimiz önemli insanlar, o dönemlerde de sinemaya yansıtılır mıydı? Bence, ünlü bir şahsiyetin hayatını
sinemaya aktarmak için elli sene beklemeye gerek yok, bu algı bizim yeni alıştığı. Fakat popüler kültürde
izleyici ve müşteri benzer filmleri hemen izlemek istemez herhalde. Zaten Steve
Jobs filmi de özellikle ABD’de gişe başarısızlığına uğramış ve hatta vizyondan
erken kaldırılmış.
Ben filmi beğendim. Çok iyi değildi ama zorlanmadım. benim için de zordu ama neyse ki filmden birkaç gün önce tesadüfen The Man in
the Machine adlı belgeseli izlemiştim. Şahane iş. Steve Jobs’un hayatına temas
edenler insanlarla yapılan röportajlarla babalık testinden Çin’de yaşanan
olaylara kadar Steve Jobs ile alakalı hemen her konuya değinmişler. Bu sayede benim için bilmeden filme çok iyi bir ön hazırlık oldu. Aksi durumda filmin kendisine ben de burada çok
küfredebilirdim.
Sonuç olarak karşımızda çok ilginç bir karakter var (Artık yok gerçi). Teknoloji
dünyasına, belki de ekonomik sisteme, topluma yön veren ama bunu teknoloji
alanında yapmasına rağmen kimilerine göre kod bile yazamayan bir adam… Yaptığı
konuşmalarla birçok gence ilham veren ama diğer taraftan çevresindeki insanlar
tarafından hiç sevilmeyen, kontrol manyağı, yüksek egolu bir insan.
Belli oldu; demek ki biraz daha okuyacağız, biraz daha izleyeceğiz. Günün
sonunda adamımız Woz olabilir ama o da tekin bir adama benzemiyor. Bu tarz filmlerde ve belgesellerde arka planda
yer alması, ona olan bakışımı da olumsuz olarak etkiliyor.
Sonuç olarak önce belgeseli, sonra filmi izlemek çok keyifli
olabilir.
Avrupa, bizim sosyal çevremizde önemli bir ütopya gibi karşımızda duruyor. Hemen herkes oraya gitmeye çalışıyor. Gidemeyen oraya öykünüyor. Burası ile orayı kıyaslıyor. Ben de gittim gördüm. Güzel yer gerçekten. Kurallar var, onlara uymak zorunda olduğunu bilenler var, refah var, akıl var. Aydınlanma da var... Fakat bunların hepsi, esasında onlar için de çok yeni şeyler. Bizim taraf, Avrupa’nın vaad edilen bir cennet olduğunu, Avrupalı’nın doğuştan erdemli ve ahlaklı olduğunu sanıyor. Tabi ki değil.
Takvim Gazetesi yazarları gibi, “Biz aslında ne canavarız da sen kime özeniyorsun be hey dürzü” tadında yazacak değilim fakat insanlığın ve uygarlıkların ilerleyişini iyi kavramak lazım. 80’lerin sonunda veya 90’ların başında doğup, hakim olan düzenin eğitim sisteminden geçip, sonrasında tam sokağa karışacakken alıştığından farklı bir iklim bulan, Avrupa rüyasıyla yaşayıp kendi yaşam alanından kopan insanların anlayamayacağı bazı şeyler var. Bir anlam kurabilmek için en az 200 yıllık düzleme bakmak lazım. Konumuz Türkiye. Zaten, bahsettiğimiz bu 200 yıl Avrupa’yı da kapsıyor. Konumuz; Avrupa’nın o dönemlerine ışık tutan, “En iyi yabancı film” oscarına aday olan (Fakat ödülü Amour’a kaptıran) bir filmi.
Danimarka’da 17. yüzyıl sonunda yaşananları anlatan bir film. Danimarka tarihini bilecek değiliz ama filmden sonra ufak bir araştırma yaptım. Gerçeklik payı var. Hafiften kafayı yemiş bir kral (Aslında değil ama değer yargıları onu ‘deli’ sıfatına sokuyor), onun danışmanı olacak bir doktor, ve genç-güzel bir kraliçe. Bir aşk üçgeni olarak izlemek mümkün ama siyasi film sıfatına da sokabiliriz.
Sözün özü, Avrupa’ya da aydınlanma kolay gelmedi. Gökten inmedi. İdealist isimler vardı ve bunlar toplumu, dini, siyaseti karşılarına alarak, bedel ödeyerek ve değişim yaratarak uzun seneler içinde bir kültürün oluşmasını sağladılar. Hatta bu kültür oluşumu tek bir yüzyıla bile sığmadı. Yani yapanlar da içinde yaşayamadı.
Bugün, sırf o mirasa sahip çıkanların çapsızlığından dolayı uzak durulan Osmanlı zamanlarında Anadolu’nun çok daha yaşanabilir coğrafya olduğunu söylemek mümkün. En azından kitaplardan okuduğum kadarıyla, o dönemde Anadolu'da olmak daha cazip geliyor. Fakat, dibe vuran da ilerlemek zorundadır. Avrupa’da bu işler kolay olmadı ama olmak zorundaydı. Doğu’da ise işler şimdi karışık. Bunlar ayrı konular.
Film çok başarılı. Alicia Vikander’i bu filmden birkaç gün önce Danish Girl’de izlemiştim. Sonra bir kez daha karşıma çıktı. Şahaneydi. Kendisi İsveçli olmasına rağmen, Danca bilmeden bu role hazırlanmış. Bu da gözümdeki değerini daha da yükseltti. Mads Mikkelsen de her zamanki gibi, anlatmaya gerek yok. Danimarka sinemasına dair bir şey varsa; karşınıza çıkabilir. Kral rolündeki Mikkel Boe Følsgaard de oldukça başarılıydı. O da iki sene önce, Danimarka’nın 1992’deki Avrupa şampiyonluğunu anlatan filmde yer almış. Canlandırdığı karakter de Kim Vilfort’muş. Onu da bir yerden bulup izlemek lazım.Ama ben onu bulana kadar, siz önce bunu izleyin. Danimarka sineması son 7-8 yılda çok iyi işler çıkarıyor. Gözüm üzerlerinde...
Ronaldo, sezonun son döneminde bu kadar öne çıkmasaydı keşke. Ramos’un
Ballon d’Or almak için ufak bir şansı olurdu belki. Fakat belki Ronaldo ipleri eline
almasaydı CL kupası da gelmezdi. Hepsi birbiriyle bağlantılı. Ama bu adam ‘Dünyanın
en iyisi’ olmayı hak ediyor. Bir de Cuadrado’yu oyundan attırmasaydı. Yakışmadı.
Yine de çok önemli bir figür ile karşı karşıyayız. Açıkçası
ben Ramos’un bu duruma geleceğini beklemiyordum. Üç sene önce Manchester United’a
gitseydi nasıl olurdu onu da bilemiyorum. O artık bir kulüp efsanesi.
Şanssızlığı stoper olması, bir de Ronaldo ve Messi ile aynı döneme denk
gelmesi.
Bir de merak ediyorum; acaba Ronaldo ve Messi futbolu
bırakınca ne olacak? İnsanlığın gelişimine uygun olarak onlar gibi veya
onlardan daha iyisi mi gelecek. Yoksa dünya eksenine geri mi dönecek. Her şey
normalleşecek gibi sanki. Agüero, Neymar ayarındaki ‘standart’ insanlar,
dünyanın en iyisi olmak için ‘normal’
bir yarış verecek.
Cinsel tercihler üzerine çekilen filmler (bu kategori nasıl tanımlanacak onu da hâlâ bilmiyorum ama şimdilik böyle diyelim) sıkıntılı oluyor genelde. Yapanlar; radikal bir iş yaptıklarını düşünüyorlar ve sadece işin kendi içinde olan cesareti sayesinde sinemaseverlerden alkış alacaklarını ve başarılı olacaklarını düşündüklerinden, 'sinema' yapmadan karşımıza çıkıyor. Gerçi yine de alkış alıyorlar, hatta eleştirenler 'homofobik' olarak görülüyor ama olsun.
İzlediğimiz; bir kadın ile bir erkeğin öyküsü olsa üçüncü sınıfa sokacağımız filmler, sırf eşcinsellikle gündeme dahil oluyorlar. Daha da ötesi eşcinsel olmanın toplumsal hayatta yaratacağı zorluklar da filmlerde biraz fazla geçiştiriliyor ve aslında film en önemli amacına dahi hizmet etmeden alkışlanıyor. Birçok Hollywood filmi, Athena'nın Ses Etme klibinden bile daha başarısızdır esasında. 'Bile' dememin sebebi klibi kötülemek istememden değil, süresinin azlığındandır. 3-4 dakikada dahi güçlü bir mesaj verme şansınız varken, 120 dakika boyunca sadece iyi oyunculara sığınmanız, kurguyu derinliği arka plana atmanız hem başarısızlık hem haksızlıktır. Bu örneğe Carol filmini çok rahat oturtabilirim.
The Danish Girl'i de izlememek için baya kıvrandım. Yukarıda yazdıklarımızda daha fazlasını, daha farklısını beklemiyordum. Fakat yanılmışım. İyi ki de yanılmışım. Muhakkak çok iyi bir film değil. Bir efsaneden bahsetmiyoruz. Ama olmuş. Tabi filmin önemli avantajları var. Birincisi bir kitap uyarlaması. Bu bazen film için zorluktur ama böylesine zor konular için önemli bir kaynağın elinizin altında bulunmasına neden oluyor. Ayrıca sadece yazılmış bir romandan bahsetmiyoruz, ortada bir biyografi var. Yani bir yaşanmışlık. Bu da karakterlerin sağlam bir şekilde betimlemesine olanak sağlıyor.
Filmin üçüncü avantajı bu film için çok uzun seneler uğraşılmış olması. 2004'ten beri çabalanmış. Aksaklıklar olmuş ama üzerine daha çok düşünülmüş belli ki. Bir ara Charlize Theron, Gwyneth Paltrow, Uma Thurman, Rachel Weisz ve Nicole Kidman'ın isimleri bile film için geçmiş. Böylesi denk gelmiş, iyi de olmuş. Sıkıntı da yok. Eddie Redmayne çok beğenildi. Bense pek beğenmedim, hatta abartılı geldi. Fakat benim favorim kesinlikle Alicia Vikander oldu. Zaten kendisi bu film sayesinde Oscar'ı aldı, Redmayne ise sadece adaylıkta kaldı. Akademi Leonardo di Caprio'ya daha önceki yıllarda verseydi, belki de o alacaktı. Tabi iki sene üst üste vermemek de istemiş olabilirler. Vikander ise Oscar'ı yardımcı kadın oyuncu olarak aldı. O da ilginç. Bana kalırsa baya baya başroldü. Hatta hikaye sanki Einer'in Lili olmasını değil de, Einer'in Lili olma süresindeki Gerda'yı anlatıyordu. Önemli değil. Vikander, Carol'daki Rooney Mara'yı geçtiği için sevindim. Hak yerini bulmuş.
Yine de her eserin önemli olan kısmı sonudur. Puan orada verilir. Bir albümün kapanış şarkısı veya bir yazının son paragrafı. Sinemada da son sahne önemlidir. Bu filmin en zayıf noktası da orasıydı. Gerçek bir klişe ile bitirdik. Gerek var mıydı emin değilim. Daha iyi kotarılabilirdi. O nedenle "bir efsaneden bahsetmiyoruz. Ama olmuş" dedim. Bir efsane olma fırsatı basit farklarla kaçmış. Yine de kendi türünün en iyilerinden.
Hocam biz buna ne diyelim be... Bu filmdir, bu sinemadır, bu hayattır... Sadece 180.000 dolara çekilmiştir. Demek ki Majid Majidi çok büyük yönetmendir.
Her karakterini ayrı ayrı seviyorum; tabi ki en başta kız kardeş Zahra'yı. Bir tek filmin başında Ali'nin ayakkabıları aramasına izin vermeyen manava ayar oldum. Baba bile en başta korkutucuydu ama sonradan anladık ki o da özünde iyi adam. Baba gibi baba; uğraşıyor, didiniyor. Önündeki şekerlerden bir tozunu bile bardağına atmıyor; kendisine emanet edildi diye. Zengin mahallelere çalışmaya gidince beceriksizliği ortaya çıkıyor ama en çok çocukları için üzülüyor, onlar için çabalıyor.
Ulan babayı bu kadar anlattıysam çocuklar Ali ve Zahra'dan da bahsetmem lazım ama benim kelimelerim yetmez. O çocukların muhteşem oyunculukları nedense devam etmemiş. IMDB'de liste düşük. Komşu ülke İranlı çocuk oyuncuların kariyerleri için IMDB'ye bakmak... Bunun üzerine de ayrı bir yazı yazılır.
Bu filmde insanlık var. Kısa kısa sahnelerde bile görebilirsiniz. Ayakkabıyı kanaldan çıkaran esnaftan, okuldaki öğretmene kadar... O karakterlerin hiçbiri boşuna girmemiş filme.
İran'ın Oscar'a aday olan ilk filmiymiş. Ondan sonra da, biri sonuncusu olmak üzere iki kez kazandılar. Kapıyı açan Majidi olmuş. Bir ara diğer filmlerine de bakacağız.
Madem öyle diyerek Lucky Number Slevin'den hemen sonra, işin ustasına geçtik. Guy Ritchie ve karşımızda Rocknrolla... Böyle girişler yeni filmlere ne kadar da güzel oluyor. Kurtarıcı gibi. Oysa biz bunu da 9 sene sonra izledik.
Acaba ben Lock, Stock and Two Smoking Barrels'ı izledim mi? Film boyunca aklıma gelen sorulardan biriydi. Çünkü bu filmlerin hepsi birbirine benziyor. Oyuncular bile neredeyse aynı. Neyse ki bu sefer Jason Statham veya Vinnie Jones yoktu. Yine de Ritchie'nin en iyi filmi olarak gösterilen filmi henüz izlememiş olabilirim. Veya izledim de unuttum. Çok kötü bir durum. İnsan yaşlandığını hissediyor.
Yine de yaşlansak da; hâlâ yaşıyoruz ve ömrümüzden iki saati bu filmi izlemeye harcayabiliriz. Her şeyi unutturabilir, kısa bir mola verdirir, güldürür, eğlendirir.
Şifre belli; en azından benim için. Kalabalık bir grup var ve sokakta koşturuyorlar. Benim izlemem için yeterli bir anafikir. İşin aksiyon kısmı kimine hoş gelir kimine gelmez. Benim için önemli değil. Olsa da olur olmasa da... Fakat bir arkadaş grubunun sokaklarda bir şeyin peşinde olmaları beni bağlar. Bir de gençlik filmleri vardır böyle. Ne kadar kötü olursa olsun, sıkıntı yaratmam. Ki bu kötü de değil. Bir kere adamların lakapları var; bunlar güzel şeyler.
Tamam biz de bir suç çetesi üyesi değiliz ama böyle kalabalık gruplarda hikayeler böyle anlatılır. Ne kadar boka batarsan bat, sonunda anlatmaya başladığında komik bir şeyler çıkarırsın, çıkarmalısın. İngiltere'de de gençler, insanlar böyle mi yaşıyor emin değilim ama Ritchie'nin bende uyandırdığı his bu.
Lakabı olan, belki gerçek ismini bile bilmediğin adamlarla hayatını, yırtmaya çalışarak devam ettiriyorsun. Bu yolda başına gelenler, devamlı izlettirir.
Gerard Butler ve Tom Hardy, en büyük beklentilere sahip oyuncular olarak gözükebilir (Gerçi Hardy o zamanlar bu kadar meşhur değildi tabi) ama filmin en başarılısı Toby Kebbell. Ben yine de Lock, Stock and Two Smoking Barrels'a takıldım. İzlemiş miydim acaba?
Guy Ritchie'nin çekmediği en iyi Guy Ritchie filmi. Belki de daha önce başka bir filme böyle bir tanım yapmışızdır, olamaz mı? Olabilir.
Biraz komedi içeren çatışmalı suç filmi oldu mu hemen Ritchie geliyor akla. Biraz daha fazla vahşet olsaydı ve kan dökülseydi; bir de etkili müzikler olsaydı Tarantino da derdik. Böyle filmleri izlemeyi seviyoruz. Çoğundan geriye bir şey kalmıyor ama en azından iyi zaman geçiriyor. Sürpriz sonlar çıkınca "Vay anasını" diyerek puanımız yükseliyor. Biraz zeka parıltısı görmek önemli. Ama daha da önemlisi bunu yapmaya çabalarken seyirciyi de salak yerine koymamak lazım. Yani biz de geçmişimizde az biraz film izlemiş insanlarız. Bir birikime sahibiz. Bu filmde pek öyle sıkıntılar yok, o açıdan güvenin adresidir. Son dönemde ara ara 'İçerde' dizisine bakınca, böyle anları yakalayınca el oğlunun elini öpesim geliyor.
Oyuncular çok başarılı. Ama acaba keşke Josh Hartnett olmasa mıydı? Çocuk fena da iş çıkarmamış ama işte yani bir 'ama'sı var. En azından daha marka bir isim orada olabilir miydi? Neyse, bu da çocuğun kariyerindeki en iyi iş olarak kalacak. Hak ediyor da...
Böyle filmler hakkında yorum yazmak zor, çünkü her şey çetrefilli. Film hakkında en ufak bilgi vermek sıkıntı yaratabilir. Ama tabi herkes ben değildir diye umuyorum. Böyle popüler filmleri 11 sene sonra izleyecek ender kişilerden biriyim. Yine de Morgan Freeman'ın kötü adam rollerinde olmaması gerektiğini söylemem lazım. İnsan ister istemez taraf tutuyor ve içinden "Herhalde birazdan Freeman iyi karakter olarak çıkacak" düşüncesi geçiyor. Yazalım hemen; çıkmıyor!
Efsane bir film mi? Değil. Ama iyi iş. Keşke her sene böyle bir film çıksa. Gerçi aslında çıkıyordur ama benim sinemaya gidip izleme alışkanlığım olmadığım için, 10 sene sonra biriktiririm hepsini...