Cuma, Temmuz 10

The Wife


Son dönemde izlediğim iyi filmlerden biri. Bunun en büyük göstergesi, izleyeli 7-8 ay geçmesine rağmen halen kafamda ve ara ara bana sorular sorduruyor.

Bu özellikler, kurgunun gücünden kaynaklanıyor. En basitinden; gerçek gibi gözüken ama gerçek olmayan bir hikaye olması önemli. Yaşlı yazar Joe Castleman Nobel ödülünü kazandığını öğrenir ve ödülü almak için ailesiyle İsveç'e gider. Film böyle başlar. Nobel ödülü alan bir yazardan bahsedilince hemen "Kim bu yazar?" diye düşünmeye başlıyorsunuz. Bir de hayatını yazmak isteyen bir gazeteci ortaya çıkınca, bunun bir biyografiden uyarlama olduğunu zannediyorsunuz. Fakat öyle bir durum yok. Meg Wolitzer'in romanından uyarlama bir film...

Tam zamanında araya giren geri dönüşler ayrı bir tat katıyor.  2017 yapımı film, 1993'te geçiyor ama 1950'lere kadar uzanıyoruz. Bu zamanın gözleriyle, zaman zaman 70 sene öncesine gidip 90'ları yaşıyoruz. Tabi dönemler arası gidip gelmeler bir 'zaman' filmi olduğunu düşündürmesin. Fakat insanlık tarihi için kısa bir aralık sayılabilecek dönemde yaşanan değişimi görmek açısından ilgi çekiciydi. Kadın-erkek eşitsizliğine dair çok fazla film izledik ama o filmlerin önemli bir kısmı fabrika veya plazalarda geçti. Akademilere veya entelektüel çevrelere, de 20. yüzyılın ortasından bakan bir film görmemiştim.

Yazıyı yazarken yine aynı yanılgıya düşüyoruz. Sanki gerçek bir hikayeymiş gibi irdeliyoruz. Oysa kurgusal bir çalışma. Ve gerçekten bu yanılgı benim hoşuma gidiyor.

Filmin benim açından en etkileyici kısmı farklı kuşaktan iki kadının konuşması sırasında yaşandı. Genç yazar Joan Castleman,(Nobel kazanan Joe'nun eşi ve filmin adını doğuran karakter) kendisinden büyük bir kadın yazarla tanışır. İkili, kadın yazar olmanın zorluğu hakkında tartışır. Genç olan idealist ve tutukludur, yazmayı çok sevdiğini o nedenler zorlukları önemsemeyeceğini söyler. Yaşlı olan ise erkeklerin egemen olduğu dünyada bir kadın yazarın öne çıkamayacağını ve yazmanın beyhude bir çabaya dönüşeceğini savunur. Genç bunu önemsemez. Onun için önemli olan yazmaktır. Ve o anda şu diyalog geçer:

- Bir yazar yazmak zorunda
+ Hayır; bir yazar okunmak zorunda...

Bu tartışmada hangi tarafta olacağıma hâlâ karar veremedim. Filmin temposu da bu diyalogdan sonra artar. Nedense gerilerek izledim filmi. Tamam bir aksiyon filmi değildi, hatta kimine yavaş gelecektir ama ben bu kadar sırrın olduğu ve zaman içinde ortaya döküldüğü bir filmde daha enteresan gelişmeler olacağını beklemiştim. Gerçi yine enteresan bir sonu var, tavsiye ederim. Ama gerilmeden de duramadım.

Zaten oyuncular çok iyiler. Glenn Close 70 yaşında buradaki performansıyla ödüller aldı. Jonathan Pryce onun gölgesinde kaldı ama o da çok başarılıydı. Christian Slater ise yan rolden filme büyük katkı verdi. Jeremy Irons'un oğlu Max Irons, ikinci defa karşıma çıktı ve yine takdirimi kazandı.

Belki son bölümdeki kopukluklar, öykünün bağlanmasındaki yetersizlikler filmi üst seviyeye çıkarmaktan alıkoymuş. Belki de Close'u Oscar'a aday yapan film, biraz daha güçlü olsaydı kendisini de oraya atacaktı. Yine de bu iyi film olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Makul süresiyle de öncelik kazanmayı hak ediyor. 

Hiç yorum yok: