Signs hem çok büyük beklentilerle vizyona girmişti hem de devamında özellikle popüler kültürün işlendiği mecralarda çok büyük alay konusu olmuştu. Tam da The Sixth Sense sonrasıydı. Aralarında üç yıl vardı. Sinemada izlediğim The Sixth Sense benim için kötü bir deneyimdi. Filmi beraber izlediğim arkadaşlarım için de öyleydi ve uzun süre aramızda dalga geçmiştik. Üç yıl sonra Night Shyamalan, Signs'i çektiğinde de beklentim hiç yoktu. O dönem bir çok yerde alay konusu olunca da üstünü çizmem kolay olmuştu.
Aradan 15 seneden fazla geçmiş. Bir gün evde canım sıkılırken, bir öğlen vakti oturdum izledim. Belki beklentimin düşük olmasından kaynaklanıyordu ama film sona ererken "O kadar da kötü değilmiş" düşüncesi geçti kafamdan. Tabi buradan "Ulan çok iyi filmmiş, neden dalga geçmişler o kadar" anlamı çıkmasın. Bence dalga geçilecek bir film değil ama iyi olduğunu da savunamam.
Fakat hakkını vermek lazım. Öncelikle yönetmen ve senaristin aynı kişi olduğunu, Night Shyamalan, belirtmek lazım. Bence filmin kötü bir senaryosu ama iyi bir yönetmenliği var. Bu kadar sıkıcı ve aslında türevlerini defalarca izlediğimiz bir konuyu sıkmadan izlettirmeyi başarması önemli. Yaklaşık 100 dakika boyunca gerilimi yaşıyorsunuz. Ne kadar sıkılsanız veya sık sık karşınıza çıkan mantıksızlıkların ardından "Hadi abi ama" deseniz de sonunu merak ediyorsunuz. Üstelik kamera kullanımı, görsellik, açılar gibi detaylarda da başarılı olduğunu kabul etmek lazım.
Senaryo kısmında sıkıntılar var. Fakat Hindistan'da doğup ABD'ye film çeken bir yönetmenin kafasından geçenleri anlamak bizim açımızdan biraz daha mümkün. Ortadoğu'da yaşayıp, yıllarca Hollywood filmleri izleyen biri olarak, Batı'da neyin beğenilmediğini ama adamın ne anlatmaya çalıştığını az çok kavrayabiliyorum. Fakat bu zıtlığın oluşmasına yol açtığı için yönetmenin (daha doğrusu senaristin) kendini iyi ifade edemediğini düşünüyorum.
İzlediğim birkaç Shyamalan filminde de aynısı oldu. Filmin içine girmek, atmosferinden etkilenmek çok kolay oldu ama beğenmek hiç mümkün olmadı. Bu da tamamen yazma ve yönetme becerilerin tartıda birbirinden çok uzakta durmasından kaynaklanıyor.
Oyunculardan da bahsetmek lazım. Mel Gibson'ın zirve döneminin son ürünlerinden biri olsa gerek. Bundan sonrası tepeden aşağı. Hatta belki de inişin başladığı günler ama yine de o günler için standartın üstünde. Gerçi kendisi, filmden sonra yaptığı bir açıklamada kariyerinden en içten oynamadığı rolü olduğunu söylemiş. 2002'den sonra da çok göremedik kendisini. Diğer yanda ise Joaquin Phoenix gerçeği var. Biri inişe geçerken, diğeri merdivenden tırmanıyor. Gladiator'dan iki yol sonrası ve birçok iyi işin öncesi. Belki de son 'zayıf' filmi. Ve kesinlikle filme güç katan en önemli öge. Bu iki isminin kesişmesi bakımından da ilgi çekici.
Esasında Mark Ruffalo'nun oynaması gerekiyormuş ama hastalık nedeniyle Ruffalo affını isteyince Phoenix rolü kapmış. Filmin önemli bir şansı...
Özetle; tüm temkinli ve sakin yorumlarına rağmen, aradan 15 yıl geçmesine rağmen, uzun yıllar daha bu film birçok yerde alay konusu olmaya devam edecektir. Tavsiye etmem ama alay da etmem. En azından bir süre...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder