En büyük bahanelerden biridir. "Yazılacak her şey yazıldı, çekilecek tüm filmler çekildi, anlatılacak tüm hikayeler anlatıldı, tüm şiirler yazıldı tüm notalar bestelendi"
Bütün insanlık tarihi tek bir insan bedeninde vücut bulsaydı, üretememe sancısı yaşayan bir ihtiyar olurdu. Neyse ki bu dünya halen üretebilen ve en eski, en bilindik hikayeleri bir daha ve daha başka bir şekilde anlatabilenlerin yüzü suyu hürmetine dönüyor.
Theo Angelopoulos onlardan biri. Ona Cannes'da oy birliğiyle büyük ödülü kazandıran Mia Aioniotita Kai Mia Mera da onun başyapıtı.
Bugüne kadar çok film izledim. Çoğu film duygusal sahneler barındırıyordu. İzleyicinin damarına basmayı hedefliyorlar ve başarıyorlar. Fakat yine de beni hüzne boğan film sayısı yok denecek azdır. Üzüldüğüm olaylar, karakterler olur, bazen gözler dolar ama film sona erdiğinde kavgalı bir maçın ardından kol kola soyunma odasına giden rakip futbolcular gibi yola devam ederim.
Mia Aioniotita Kai Mia Mera çok büyük bir istisna. Dünya sinema tarihi için de, benim kişisel sinema hatıram için de bir istisna... Hüzünlendiriyor. Bunu yaparken bir duygusal pornoya dönüşmüyor. Yukarıda bahsettiklerim gibi ajitasyona başvurmuyor. Hatta olabildiğince sertleşiyor. Fakat bir o kadar da yumuşak ilerliyor. Bu karışımı sağlamak muazzam bir iş değil mi?
Angelopoulos çok bilindik bir konuyu işliyor. Direkt insanı! Belki de en bilemediğimizi. Ya da unuttuğumuzu... İnsan kendi kendinin kurdudur bir yandan. Ayrıca evrende bir nokta olmasına rağmen sonsuzluğu yakalamış gibi yaşar. Yani insan zordur. Ve her zaman pişman olur.
Senaryonun bir konusu var tabi. Kansere yakalanan orta yaşlı bir yazar ölmeye hazırlanır. Sevdikleriyle, geçmişiyle, kendisiyle vedalaşır. Bir günü vardır ve o günü sokakta tesadüfen gördüğü bir göçmen çocuğa ayırır.
Ama film bundan ibaret değil. Angelopoulos, yazar Alexandros'un sonsuz sandığı bir ömrünü ve son gününü öyle bir anlatıyor ki; sadece bir gün ve bir ömür sığmıyor içine. İnsanlığın tarih boyunca peşini bırakmayan tüm duyguları en gerçek haliyle aktarıyor. Bir yandan da ülkesi Yunanistan'ın tarihine selamlar yolluyor.Bunu yaparken efektler, uzun diyaloglar, bir albüme sığacak müzikler kullanmıyor. Sadece bir kamera, usta bir oyuncu (Bruno Ganz), ona eşlik eden az sayıda isim ve sadece tek bir şarkı yetiyor. İşte gerçek sinema bu değil midir?
Bruno Ganz, muhteşemdi. "Sen Almansın nasıl böyle Yunanca konuşabildin" dedim, meğer dublajı yapılmış. Bu açıdan filmin tek eksisi mi? Ama biz anlamadık ki! Bu arada o rol ilk önce Marcello Mastroianni'ye gitmiş. Bence Ganz tam uymuş.
Kendimi paramparça hissettiğim o kadar çok sahne oldu ki...
Alexandros'un köpeğiyle vedalaşması, göçmen çocuğun ölen arkadaşının ardından "Selim" diye başlayan cümleleri, Alexandros'un trafik ışığı defalarca yeşile dönerken geçmeyip kırmızıda geçmesi, Alexandros ile çocuğun sınırda gördükleri manzara, ve daha neler neler...
Sahne demişken, Angelopoulos neredeyse her sahneyi tek planda çeker. Normalde bu çok sıkıcı bir hale gelebilirdi. Fakat öyle görüntüler var ki, hiç bir sahnede gözleri kırpmak bile mümkün olmaz. Sinema filminden bahsediyoruz ama konusu ve kurgusu ile şiir, tekniğiyle fotoğraf haline bürünüyor.
Bu film çok güçlü ama yine de eksik. Zira izledikten sonra bile insan yine aynı yaşantısına geri dönüyor. . Hüzünleniyor ama ders çıkarmıyor. En azından benden öyle oldu. Hayatım boyunca unutmayacağım ama hayatımı değiştiremeyecek. Çünkü insan inattır ve kendi kendinin kurdudur.
Selanik'te geçen bu filmi izleyince aklıma Meis'te geçen replik geldi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder