İlk defa uzun metrajlı bir film çeken (2014) Philippe Lacote'un, hiç sinema oyunculuğu deneyimi olmayan Abdoul Karim Konate'ye başrolü verdiği film.
'İlk'ler göz önüne alındığında çıkan iş, çok iyi. Zaten bu kategoride de Cannes'da adaylık elde etmiş ama ödülü çok öne çıkan (benim ilgimi çekmeyen ve izlemeyi ertelediğim) Party Girl'e kaptırmış. Sömürge olmasından mütevellit; bu filme Fransız filmi denir mi emin değilim. Fransız tarzı çok baskın ama kurgusu, karakterleri ve olaylarıyla tam bir Afrika filmi. İlk başta size siyasi bir film izlenimi verebilir ama daha çok bir Scarface çıkar buradan. İzlenmeye değer...
Night Shyamalan ne yazık ki büyük beklentilerden doğan vasat işlerin adamı. İlk çıkışını yaptığında, 90'ların sonunda daha da öyleydi. 2006 yılında, hayranlarının büyük beklentisiyle Lady in the Water'ı çıkarmıştı. 11 sene sonra izledikten sonra, bu adamın fazla beklenti sunmasaydı benim nazarımda el üstünde tutulacağını söylerdim.
Bu filmden hiçbir beklentim yoktu. Ama bir şans verdim. Ve aslında fena bir iş de çıkmadığını fark ettim. Demek ki Shyamalan gereksiz korku işlerine girmese, belki daha başarılı olabilirmiş.
Lady in the Water; 'masal' filmlerine hoş bir örnek. En azında hikaye tarafı ilgi çekici. Ama işlenmesi zayıf kalmış. Akıcı değil. Bazı geçişler çok kolaya gelmiş. Potansiyelinin altında kalmış. Yine de insan, farklı tarzda bir şey izlediği için memnun oluyor. Bana göre filmin en kötü oyuncusu Night Shyamalan'ın ta kendisi. Üstelik önemli bir karakteri seçmiş kendine. Sonuç olarak düşük beklentiyle çok iyi bir zaman geçirici. Aksi durumda, yani popüler kültüre kanıp büyük bir iş bekleyenler için hayal kırıklığı...
Ben de ilk etapta basketbolla pek ilgili değildim. Çocukken herkes gibi, benim için de ilk etapta futbol vardı. Koyu bir Kızılyıldız taraftarıydım. Partizan derbisini tribünde izlemek için gece treniyle Üsküp'ten Belgrad'a gitmişliğim çok. Şimdi düşününce komik geliyor ama daha geçen aylarda arkadaşlarla sohbet ederken 1979'da Mönchengladbach'la final oynayan Kızılyıldız takımını bir oyuncu eksikle ezbere saydım. Ancak uzun süredir takip etmiyorum. Yugoslavya'nın dağılışının ardından; yaşanan olayların da etkisiyle, Zvezda taraftarlığı benim için geçmişte kaldı.
Bu film hakkında çok fazla bilgi bulamazsınız. Sanırım Ekşi'de başlığı yok, Google'da çok fazla içerik yok, IMDB'de trivia bölümü boş. Sanırım haliyle torrent'te falan bile zor bulursunuz. Yani ulaşması zor bir filmi size 'Muhakkak izleyin' diyerek sunmak istemem. O kadar da önemli bir film değil ama işin açıkçası o kadar da kıyıda köşede kalacak bir film değildi. IMDB puanı da, merak duyanlar için fena değil; 6.4... Yani 6.4'lük bir filme ulaşmak daha kolay olmalıydı.
Süresi kısa, 80 dakika. Başrolde Alexia Landeau müthiş. Konusu; orta yaşın kapısında olan, 40 yaşındaki 'vasat' aktris Mia'nın sektörde ve hayatta tutunma çabaları, düştüğü karamsarlık, yalnızlık. vs... Başroldeki karakterin bir sanatçı olması, hafif bohem bir hayattan çıkması bizi biraz uzaklaştırsa da kaygılar ortak. 30'ların başında olan biri için ilginç bir film. Tempo yavaş. Ama; uzun bir gecenin ardından, hafif alkollü halde, eve boktan bir hisle döndükten sonra sabaha karşı izlenince çok iyi gelebilir. İzledikten sonra da unut gitsin. Hap niyetine denilen filmler bunlar oluyor herhalde...
Distopik filmlere çok fazla şans vermem ama How I Live Now benim fikrimi değiştirecek. Büyük ihtimalle türünün en iyi örneklerinden biri değildir ama başlangıç için çok iyi bir film oldu. Aynı anda bir gençlik filmi olarak dahi değerlendirilebilir. 1994 doğumlu Saoirse Ronan (o dönem 18 yaşında), her an uyuzluk yapacakmış gibi gözüken tipiyle hem rolüne tam oturmuş hem de iyi iş çıkarmış. Görüntü yönetmenliği, müzikler ve diğer detaylar kurgudaki tüm zayıflıkları göz ardı etmemizi ve filmde kalmamızı sağlıyor.
Kurguda eksiklikler var ama bu filmin kötü bir hikayeye sahip olduğunu kanıtlamıyor. O konuda da başarılı. İngiltere'nin teröristler tarafından esir alınması ve ardından çıkan nükleer savaş ve sonrasında dünyanın bir Ortaçağ'a hatta Orta Dünya'ya dönmesi çok iyi tasvir edilmiş.
Film cennet gibi bir yerde başladı, ardından dünya cehenneme döndü. Daha da acıklı ve korkutucu olan bu olağanüstü hikayenin aslında her an gerçeğe dönüşebileceğini düşünüyor olmamızda. Ben düşündüm yani. Çok uzakta olmayabilir filmin kendisi. Bir ufak çılgınlığa bakar, ki çok daha fazlası oluyor zaten...
Öte yandan filmde dünya siyasetinde olanlar biraz belirsiz. Savaşın neden çıktığı, kimler arasında olduğu anlatılmıyor. Savaş sahneleri ve bombalar görmüyorsunuz. Film kandan beslenmiyor. Ama buna rağmen bir savaşın bireyleri nasıl etkilediği çok net anlatıyor. İşin korkutucu yanı da belki budur. Savaş çıktıktan sonra sizin için kimlerin savaştığının bir önemi kalmıyor.
Bu bakımdan filmin başındaki nükleer bomba sahnesi önemlidir. Böyle söyleyince muhteşem bir aksiyon sahnesi beklenmesin. İzleyici bombayı görmez, hatta sesini bile çok net duymaz. Sadece bombanın çok hafif bir sesi gelir, arkasından hafif bir rüzgar çıkar. Ağaçlardaki kuşlar uçmaya başlar, tozlar uçuşur. Sanki arka sokakta trafik kazası oldu zannedersiniz. Ama sonradan haberler açılır ve Londra'da bomba patladığı öğrenilir. Film yanılmıyorsam Birmingham'da geçiyordu. Londra ile Birmingham arasının 125 km olduğunu düşününce; yaşanan dehşeti tek bir bomba görmeden anlıyor ve gerilmeye başlıyorsunuz. Film boyunca yaratılan havanın bu şekilde gösterilmesi hoşuma gitti.
Keşke batı medeniyeti filminde kuzenler birbirine açık olmasaydı...
"Şarkılar hep bizi soruyor buluştuğumuz kafelerde"
Tribünün diline düşmek iyidir derler. Şarkın, şiirin, filmin, yemeğin, markan tribüne düştüyse eğer dillere pelesenk olma şansın o kadar fazlalaşmıştır. Tabi bunun bedeli dillerde 'pezeveng' olarak anılmak da olabilir. Bir taraf seni yüceltirken, diğer taraf yerine dibine sokacaktır. Bir taraf "Ulan ne güzel anılarımız oldu be" diyerek anılarıyla anarken seni, diğer taraf 'anasıyla' anacak. Dünyanın kanunu ve dengesi bu herhalde.
Mustafa Sandal'dan sonra ikinci seçimimiz daha radikal bir isim. Daha fanatik, daha rengini belli eden. çatal fırlatanlardan... Bir o kadar da, "Ulan keşke bu işlere girmeseydi de müzikte kalsaydı" denen adamlardan. Erbakan'a "Keşke siyasete bulaşmasaydı, mühendis kalsaydı" denildiği gibi.
Geçen yazıda yazmayı unutmuşum. Bir konuşmada dinlemiştim. Mustafa Sandal, doğru zamanda doğru yerde olmayı çok iyi bilirmiş. Diyelim bir iş var, bir reklam işi. Reklamveren ile reklamcının olduğu yeri bir kuyumcu gibi ince ince işler, keşfini yapar ve sanki tesadüfen oradan geçiyormuş gibi bitermiş bir anda. Hatır sormalar, "Gel otur bir kahvemizi iç" dedikten sonra işin %51'i oldu zaten.
Ercan Saatçi de böyle bir adam gözümde. Daha doğrusu pratik. Yıllar önce ben bir müzik markette çalışırken mağazamıza gelmiş, "Kardeşim ben geçen sene çok yoğundum. En çok izlenen filmler hangileriydi, en sevilenler...? Hepsini ver" demişti. Canlı canlı imdb.com'a girmişti sanki. Birilerinin kitapları birilerine okutup, özet çıkarttırması gibiydi.
Dağıldık biraz. Toparlayalım. Adını ilk kez hayatımızı değiştiren VİTAMİN kasedi ile duymuştum. "Bunlar konservatuar öğrencileri, hepsi arkadaş. Fena zekiler, güzel ortamları var" diye lanse edilmişlerdi. Türkiye'nin böyle yakaladığı "dönemler" vardır. Aslında farklı bir yazı konusu da olur bu. İTÜ Mühendislik bir dönem Türkiye'nin siyasetçi bacasız fabrikası olmuş, Ankara Siyasi Bilimler'in ideolojik figür atölyesi misali meşhur sınıfları, İstanbul Hukuk fakültesi'nin Şampiyonlar Ligi solcu/sağcı öğrencileri, 96-2000 Galatasaray...
Misal İTÜ Konservatuarı da o dönem Şampiyonlar Ligi gibidir. İzel, Çelik, Ercan, Mahsun Kırmızıgül, Ata Demirer, Prestij müzikçilerden bazıları...
İlk heyecanlar, ilk hevesler, ilk aşklar, ilk hayaller. O dönemden çıkmış en güzel eserler. Sonra 'taş kırmakta ustalaştıkça' boka sarmaya başlamış. Siyasete bulaşmalar, sansasyonel evlilikler, futbola/televizyona/polemiklere karışma derken o ilk tat kayboldu.
Sayenizde dinlerken "Değiştir şu faşisti" veya Sevgimiz Yeter dinlerken "Susturun şu Galatasaray düşmanını" veyahut Yastayım dinlerken "Yok mu doğru düzgün bir şey, Yalın falan" laflarına maruz kalabilirsiniz, kaldık... Ama işte o bozuk saatin doğru gösterdiği zamanlarda oldu. Buyurunuz son ki-üç-dört...
1-Sayenizde
Türk popunun en kısa şarkısıdır. 1:52 dakika civarı. Sevilmesinin, kült olmasının nedeni bu kısalığı ve derdini kolayca anlatmasından çok, içinde barındığı o ince özeleştiridir. "Of Allah'ım of, nedendir hep zorda sana gelişim?" der. İşimiz düşünce hatırladığımız dua-teşekkür mekanizmasına gönderme yapar. İçinde kullandığı 'fahişe' kelimesi ile o dönem için cesurdur. Hem cesurdur hem de fahişeyi kadın dışında erkek için de kullanmıştır. Halk arasında 'erkeğin orospusu' olarak kullanılan manasıyla.
İnternetin ilk civcivlendiği yıllarda, köşe yazarlarına mail atmak ve 'toplu' boykot yapmak modaydı. Yine Ercan Saatçi'nin bir yazısına tepki gösteriliyordu. "@yahoo.com" lu bir mail adresine bu şarkının sözlerini değiştirerek mail atmıştım. "Ne GS'si, ne Fener'i, hepsinden vazgeçtim, Türk futbolu geriledi sayenizde" tarzı bir çeviriydi. Dönüş yapar diye çok beklemiştim; dönmemişti.
Klibi de efsanedir. Sigaranın televizyonlarda sansürsüz kullanıldığı yıllar. Klipte oynayan ablaya yıllardır platonik aşk beslemişliğimiz, rüyalarda görmüşlüğümüz, hayallerde ilk dansı bu şarkıda etmişliğimiz vardır. O yıllarda adını bilmek mümkün değildi. Böylesi daha güzeldi belki de.
Kimi Deniz Çakır, kimi Şevval Sam derdi ama bir türlü bilemezdim. Kimileri "Oğlum ajanstan falan çağırmışlardır, yabancıdır" falan deyip duygularımızla oynasa da gerçeklerin elbet bir gün ortaya çıkacak olması gibi güzel ve vahşi bir huyu var.
Ablamızın adı İpek Müldür'müş. Kendisi Gümüşlük'te bir burgerci işletiyormuş. 48'e taşınmış. Klipte gitar çalan, şarkıyı düzenleyen abimiz, vokali yapan ablamız da oralarda olduğuna göre "fahişe gönüllerden" kaçmayı tercih etmişler.
- Oğlum internette gördüğün her bilgiye inanma bak. Rezil olmak da var işin sonunda. Var mı son halinin resmi?
+ Al twitter profili, resmi var. O gözleri nerede olsa tanırım ben.
Bir gün işlettiği kafeye gidip hem hamburger yemek hem de "Bodrum'un en güzel zamanı hangisidir?" diye sormak isterim. Belki Bodrumspor üzerine de konuşuruz. Kimin sayesinde çıktılar falan.
2-) Tam 14 Saat Oldu
Nedendir bilmem bir dönem "Ne Asya, ne Avrupa, biz Akdenizliyiz" tarzı bir moda türemişti. Bora Öztopraklar, Yaşarlar, Ercan Saatçi'nin bu şarkısı, Ege'ler, Asrın'lar. O masala sahiden inanmıştık. Aynı İtalyan'dık işte. Futbol desen var, pizza-makarna zaten 3 öğün tüketilir, mafya her köşe başında, yakışıklılığa girmiyorum bile... Çıtayı böyle yükseğe koyarlardı. "Ben kıramadım çocuğum kırsın" mantığı ile "Parası neyse veririz, vizyonumuz arş-ı âlâdadır" mantığı ile göze ve kulağa hoş gelen birileri türemişti bu alemlerde. Helikopterli klipler, yabancı mankenli tanıtımlar falan derken. Bu şarkının klibi için değişik bir ceyranı olan bir ablamız getirilmişti maç başı anlaşılarak. Daha sonra anlaşıldı ki 6 aylık kiralık gelmiş. Cem Uzan abimizle dar alanda kısa paslaşmaları oldu dedilerdi. İnanmamıştık, inanmak istememiştik. O dönemde kimden hoşlansak ya Cem Uzan getiriyordu (Shakira) ya da Hakan Uzan yürüyordu.(Yeşim Salkım)
Alicia Tully Jensen imiş adı. Ben kesin ölmüş veya aldığı ilaçlar neticesinde aşırı kilo almış ve bir bakımevinde intihar edecek korkusuyla ölümü bekliyor diye Google'da arattım kendisini. 53 yaşına gelmiş. Boyu kadar oğlu var. Bu sektörü bırakmış. Bir tane instagram hesabı var ona da resim yüklememiş. Az sayıda takipçisi ve takip ettiği var. Belli ki sadece bilgi amaçlı takip ediyor. Oğlu ile çekilmiş minik bir fotoğrafına ulaşabildik. 53 yaşına girmiş. Allah uzun ömürler versin.
Turizm krizi nedeniyle fiyatların iyice dibe vurduğu şu dönemde kendisini Ege'nin incisi, Muğla'nın gözbebeği Bodrum'a bekleriz. Gümüşlük'te bildiğim salaş bir kafe var. Kendisiyle uzun uzun konuşmak ve klip hakkında düşüncelerini sormak isterim. Bodrumspor atkım ise günün süprizi, Amerika'nın en soğuk zamanı tabi.
3-) Karakışlar
Biz de böyledir. Her slow şarkıyı aşk şarkısı zannederiz. Sevdiceği düşünüp hüzünleniriz falan. Oysa gerçek öyle değildir. Bazen bir siyasi satır arası içerir, bazen toplumsal bir olaydan etkilenip yazılmıştır. Genelde bu şarkı tuttuktan sonra servis edilir röportajlarda. İlk çıktığı zamanlarda "İzel'e yazmış" falan derlerdi , "eski eşine yazmış" diyen olurdu, "çok garibanlık çekmiş, çok horlanmış" diye efsaneler. Oysa Kaz Dağları'nın ayağı hiç öyle değil, şarkı Şeytan Rıdvan'a yazılmış meğer, işte o itiraf :
".....Rıdvan Dilmen sakatlıklara rağmen parlak geçen futbol kariyerinden sonra yine sakatlık yüzünden futboldan kopmuş ve hak etmediği bir jübileyle uğurlanmıştı. Jübilesi üç kez ertelenmiş, sonunda 31 Ocak’ta kara kışın ortasında jübile yapılmıştı kendisine.
Eksi 7 derece dondurucu soğukta yapılan jübileye sadece 1982 seyirci gelmişti. İşte ercan saatçi bir Fenerbahçeli olarak, Rıdvan’a yapılan bu haksızlıktan ve kara kışta yapılan jübileden o kadar etkilenmiş ki, oturup;“Çok kara kışlar gördüm ben yine pes etmedim, çok ayrılıklar gördüm ben yine yenilmedim” şarkısını yapmış.
“Rıdvan dilmen biliyor mu bunu” diye sordum.
“Rıdvan dışında kimse bilmiyor” dedi Ercan..."
Ekstra bir gereksiz bilgi de biz ekleyelim. Rıdvan'ın kariyerinde kafa ile golü hiç yokmuş (sadece Milli Takım'da 1 tane), kendi jübilesinde kafa ile gol atarak noktalamış kariyerini.
Ali Şen o gün "Bu zayılmaz , hele şu karlar bir erizin de zalgılı zengili bir cübile yapacasss" demiş ama hâlâ yapacak herhalde.
Belki bir kış günü Saray'da yapılır jübile. TFF başkanı olunca kimbilir.
Rıdvan'da eski Rıdvan değil, Ercan'da eski Ercan...
4-) Yastayım
O dönem literatüre "Beyaz Türkler" diye bir tabir giriyor. Kurtlar Vadisi'nin başlamasıyla birlikte "komplo teorileri, tapınak şövalyeleri, gül ve haç kardeşliği" kafasına giriyoruz. İlk bölümlerde Arslan Bey'in aracında Efendi kitabı gözüküyor ve Show Tv ekranının yarısını bir reklam kaplıyor. "Hiç Efendi'yi okudunuz mu?"
Senaryo konsept danışmanı Soner Yalçın'ın virali işe yarıyor ve kitap çok satanlarda 1 numaraya yükseliyor. Daha sonra cadı avı gibi Sabetayist avı başlıyor. Yalçın Küçük olayı üst boyuta taşıyor , mail zincilerinde soyisimler dolaşmaya başlıyor. "er , ertegün , erman , ergen , kezman , gürman..."
O dönem Doğan Music Company'den bir albüm çıkıyor. Grubun adı Seferad. Albümün yapımcısı Ercan Saatçi. Grup zamanında İspanya'dan kaçıp Osmanlı'ya sığınan Seferad Yahudileri'nin müziğinden alıyor ismini. Tabi bu işin tarihi tarafı. Türkiye onları "Sabahlara dayanamam Osmanaga, yalancısının inamamam Osmanaga" ile tanıyor. Her yer yıkılıyor. O albümde bu şarkı bulunuyor. Müzik anonim. Orjinali Los Bilbilikos. Yani bülbüller. Bülbül seferadlar için kutsal bir hayvan, bir sembol. Hatta Üsküdar'da Bülbülderesi Mezarlığı'nda yatar ünlü Sabetaylar. (Dur hele dur birbirine karıştı terimler)
Müziği anonimdi ama sözler Ercan Saatçi'nin. Daha sonra Ferhat Göçer ve Kibariye'ye alıp uçurmuştur şarkıyı.
Şarkının sözlerinde geçen "Üstelik bir kızım var evliyim" cümlesi geçmişe bir gönderme gibi gelir bana; "kızımız olacaktı" yıllarına.
5-) Sakatlık Bende
Şu kısacık PR çalışmamda gördüm ki, bu adam söz yazan - beste yapan bir adam olarak kalsa daha güzel olacakmış. Belki şu an öyle ama o tren kaçtı bir kere. Müzisyenin Real Madrid'i hangisidir derseniz Sezen Aksu ile çalışmaktır diyebilirim. Ona sözünü vermek, bestesini yapmak falan Şampiyonlar Ligi... Beste gibi beste. Girişteki saksafon solo alır götürür. Farklı yorumları için Emel Müftüoğlu da denenebilir.
6-) Adak
Söz, müzik Ercan Saatçi'lerden bu da. Müzik ile futbolun kesiştiği yerlerden bir konuya daha denk geliyoruz işte. İkililerin iyi oldu mu yürür gidersin. Uche-Högh, Popescu-Bülent Korkmaz, Zago-Ronaldo, Nihat-Kovaçeviç, Eflak-Boğdan, Melih Kibar-Çiğdem Talu, Sezen Aksu-Onno Tunç gibi uyum gelince tadından yenmiyor. İzel-Ercan olarak yürünse ne olurdu acaba?
Adak öyle bir şarkı ki, yeni alınmış bir arabanın, daha baş koyulan yerlere geçirili poşetleri çıkarmadan gelen o yeni kokusu gibi bir şarkı. 'Kazasız belasız' temennileri arasında kurban kesim merkezine gidip, kurban kanını janta-plakaya ve alna kan sürmek gibi mülteci bir pagan adeti gibi bir şarkı. Bu albüm genelinde Ercan Saaatçi'nin 95-2000 yılları, bu enerjilerin, bu birlikteliklerin, bu birikmişliklerin kesim merkezi aslında... Adaklar adandı , istenenler oldu , bir daha kesim merkezine gitmek yok. Amaç kavurma yemekse, Migros'tan alınır. Cem Uzan gibi parası bastırılıp...
7-) Ah Yandım
90'lara bu kadar dileniyoruz ama harbiden uğursuz yıllarmış. "Ulan ne güzel şarkılar bunlar ya, ne güzel zamana denk geldik" diye şükür namazlarına dururken Uzay Heparı'nın ölüm haberi gelmişti mesela. Bu şarkı ölümü çağrıştırdığı gibi, klibi de Uzay Heparı'ya bir ağıt gibidir aslında.
8-) Sus Konuşma / Sevgimiz Yeter / Gel Deneyelim Yeniden
Halk arasında bilinen 3 tane ismi var şarkının. Sözleri kimi yerde Ercan Saatçi, kimi yerde Ufuk Yıldırım, kimi yerde ise Hülya Saatçi olarak geçiyor. "Hülya Saatçi kim acaba?" diye baktığım zaman tamamen bir muamma. Annesi diyeceğim, ablası diyeceğim, eski eşi diyeceğim... Öyle olsa basına yansırdı. Tek kelime yok. Sadece bir twitter ve instagram adresi var elimizde. Gerekli DM'ler ile yürüdük ama cevap gelmedi. Attığımız mesajlara dönmemek aile geleneği herhalde.
Hafızamı yokluyorum, Televole günlerini... Sanki gizemli bir kadın vardı; o şarkılar benim diyen. Sonra ölü bulunmuştu. Yok, o Çelik'ti galiba. Bir dönem bu modaydı. Leyla Tuna isimli bir söz yazarı vardı, ortalığı kırdı geçirdi. Şimdi bir iz bile yok. Bunca teknolojide, bunca 'stalk'lamada ulaşamıyoruz. Bence derin devlet, Abd, İsrail Türkiye'de sanatın ilerlememesi ve kötü şarkılar yapılması için suikast falan yapıyor herhalde. Ya da Sezen Aksu bir baron ve öldürtüyor hepsini; tövbe estağfurullah.
Gizemli kadın mesaja dönerse güncelleriz. Onun üzerinden yürüyecektik. Son paylaşımı da semtte yürürken, belki bir yerde rastlar kendimiz sorarız.
Zamanda yolculuk temalı filmler ilgi çeker. Bir de kafayı geçmişe çok fazla takan biri için oldukça keyiflidir izlemesi. Tam da aynı buhranlara girdiğim dönemde, "Ah ulan keşke 17'ye dönsem, o günler tekrar ve daha değişik yaşasam" dediğim günlerde Fransız filmi Camille Redouble karşıma çıktı.
İsminden de anlaşılacağı gibi başrolde bir kadın, Camille var. Camille orta yaşlarda, boşanmanın eşiğinde ve hayatına dair ufak tefek krizler yaşayan bir Fransız kadını. Tam o anda lise yıllarına geri dönüyor ve kendini 16 yaşındaki günlerinde buluyor.
Düşüncesi güzel, temposu düşük ama zaman zaman derinden etkileyen ama bazı yerlerde de bayan bir film. En azından bu tip bir konuyu işlerken bilimkurgu öğelerine girmemesi oldukça hoşuma gitti.
Bir de zamanda yolculuk oldu mu insanlar bir anda kendilerini 100 yıl öncesinde veya 50 yıl sonrasında bulur. Burada karakterin kendi gençliğine dönmesi ve 'dünyayı değiştirmemesi' benim notumu yükseltti. İnsan, kendi geçmişine geri dönme fırsatı yakalasa kendi dünyasını dahi değiştiremezken dünyanın gidişatına nasıl yön verebilsin?
Yönetmenliğiyle, senaryosuyla ve başrolüyle; sevabıyla günahıyla bir Noémie Lvovsky filmi. Süresi biraz daha kısa olsaydı çok güzel çıtır bir film olurdu, uzun kaldığı için yanlış zamanda denk gelince insanı sıkabilir. Risk budur....
Baskıya direnmek, insanın diğer haklarının bir sonucudur. Toplumun tek bir üyesi baskı altına alındığında, tüm toplum baskı altındadır. Toplum baskı altına alındığında, her bir üyesi baskı altındadır. Hükümet halkın haklarını bastırdığında, ayaklanma halk ve halkın her bir kesimi için hakların en kutsalı ve ödevlerin en vazgeçilmezidir.
Son iki senede Kurosawa'nın birkaç filmini izledim. Hepsi şahaneydi, bazıları çok iyiydi ama izlediklerim arasında en farklı olanı da Ikiru oldu. Ikiru'da ne köy kurtarmak isteyen samuraylar ne de karizmatik abiler vardı. Ölmek üzere olan (hatta ölen; zira onu tasvir eden dış ses onun hakkında "onun bir cesetten farkı yoktur, öleli de 20 yıldan fazla olmuştur" cümlesini kullanır) yaşlı bir adamın hikayesidir.
İzlediklerim arasında en iyisi bu değildi belki ama en çok vuranı da bu oldu. Çünkü en temel ve ortak korkularımızdan birini işliyordu. Daha gerçekti, daha karamsardı.
Ölmek büyük bir korku değil aslında. Ne de olsa hayata başladığımızdan; ya da kendimizi bildiğimizden beri farkında olduğumuz tek gerçeğimizdir. Tek sıkıntımız ne zaman olacağını bilememekten doğar. Fakat yine de ölümden daha büyük bir korku var. o da yaşadığın süreyi boşa geçirmiş olmaktır. Bazı insanlar bu duyguyu akıllarına ömür boyunca getirmiyor (veya getirmediklerini gösteriyorlar) ve bu sayede dert etmiyorlar. Bazılar ise bunun bilincinde yaşayarak hayata anlam katıyorlar. En kötü grup ise; bu korkuyu hissedip hayata anlam da katamayanlar, arada sıkışanlardır.
Ikiru'da öyküsü anlatılan yaşlı adam Kanji Watanabe da tam bu sorundan muzdariptir.
Ikiru, 1952 yapımı bir film. Bizim bilmediğimiz bir dönemin karamsarlığı hakim. İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrası. Savaşı kaybeden bir toplumun bütün bitkinliği filmin üzerinde. Bizim çağımızın da sorunları var. Dünya Savaşı yaşamadık. Belki de yaşıyoruz ama henüz farkında değiliz. Belki de çok net olan Dünya Savaşı'ndan daha karmaşık sorunlarla iç içeyiz. Bunu bilemiyoruz. Fakat yine de yeni bir tarih yazılana kadar, modern çağın en buhranlı döneminin 1935-1955 arası olduğunu kabul etmek gerekiyor herhalde. Üstelik dünya tarihinde atom bombasına maruz kalmış tek ülke sıfatını koruyor Japonya. Sanırım o bombaların hemen ertesindeki depresyonu anlamaya bizim gücümüz yetmez. O nedenle Kurosawa'ya yöneliyoruz.
Her şeye rağmen film tamemen toplumsal bir çalışma değil. Toplumda olan biten gözümüzün önünde, ama asıl olarak tam ortada bireysel bir dert var. Bu dert ise hem o toplum açısından oldukça ortak, hem de gayet de evrensel. Hatta zamansız...
Filmin benim açımdan en kötü adamı; yaşlı adamın oğlu. Tam tabiriyle bir sünepe. Babası, evladı için hayatını boşa geçirmişken, oğlan büyüdükten sonra babasına aynı önemi göstermez. Bunu görmek benim açımdan da oldukça sarsıcı oldu. Umarım o evlat gibi olmayız.
Filmin en iyi karakteri ise, öleceğini anlayan ve evladının 'karaktersiz' olduğunu anlayan Watanabe ile bir gece bir meyhanede karşılaşan ve ona savaştan çıkan ve kültürel anlamda ABD hakimiyetinde olan Tokyo'nun bütün günahlarını gösteren yazardır. Kendisi hem konuşmalarıyla hem giyim tarzıyla Faust'un Mefistofeles'ini andırır.
O günah gecesinde çalan şarkı hem o sahneye, hem filme hem de belki de filmi izledikten sonra tüm hayatınıza damga vurur. Japonca'dır, bizim gibi insanlara komik bir tını gelebilir ama sözleriyle beraber anlayınca bir Müslüm Gürses şarkısı etkisi yaratır.
Film burada bitmez, hatta yeni başlar. Hatta biraz daha ileride bir doğum günü kutlamasına ve şarkısında denk gelen Watanabe yeniden doğar. Japon Mefistofeles'ini yüklemek istediği, Batı toplumlarında sık sık görünen, belirli kuşakları etkileyen "Hayat kısa, dağıtın, eğlenin"den daha fazlasını ister kahramanımız Yaşlı adamımız gezip eğlendikten sonra bunun yetersiz olduğunu anlayacak ve kendisini gücü el verdiği sürece toplumun ihtiyaçlarına adayacaktır ve film güç kazanacaktır.
Her açıdan şahane bir film. Muhakkak bir Shichinin no Samurai veya Yojimbo değil ama yine de yüzyılın en güçlü filmlerinden biri.
Kurosawa'yı izlemeye çok geç başladığım için ben de bir nevi Watanabe'yim.
Ne yazık ki büyük beklentilerle oturduğum filmden istediğim tadı alamadım. Gerçi büyük beklentiye de gerek yoktu. IMDB puanı düşük, Ekşi Sözlük yorumları az sayıdaydı. Ama önceden bir iki sahnesine denk gelince "Sanırım kıyıda köşede kalmış iyi bir film izleyeceğiz" sandım. Öyle olmadı. Öte yandan kötü film de değil. Değişik bir havası var. Tarantino'nun çekmediği en iyi Tarantino filmi bile diyebiliriz. Keşke yapım tamamen Tarantino'nun elne düşseydi. Çok daha güzel bir şey çıkardı ortaya kesinlikle. Belki de filmin sıkıntısı budur. Biraz fazla Tarantino'ya imrenince arada kalmış.
Eva Longoria'nın seksiliğini, Billy Bob Thornton'un karizmasını arka planda bıraktığı filmde üç karakter (Oodie kardeşler) şov yapıyor. Belki seriye bile bağlanmış olsaydı kendine has fanlar yaratabilirdi.
Kıbrıs'ta oynadığım ilk ümit milli maçımda iyi performans gösterince, güzel bir şeyler olacağına inanmıştım. Çünkü artık A Milli Takım'dan bir önceki basamaktaydım. Belki o an değil ama üç ay, beş ay, bir yıl sonra daha da iyi bir konumda olabileceğimi düşünmüştüm. Beklediğimden erken gelişti her şey. Kıbrıs'tan yeni dönmüştüm, arkadaşımla bir kafede tavla oynuyorduk. A Milli Takım Antrenörü Abdullah Ercan aradı, "Katar'dayız, Serdar (Aziz) Abin sakatlandı. Neredesin, havalimanına yakın mısın?" diye sordu. Yakın olduğumu söyledim. "Şimdi Fatih Hoca ile konuşuyoruz, bir planın varsa askıya al, benden haber bekle" dedi. Tekrar dönüp kafeye oturdum. Haber gelene kadar arkadaşıma da bir şey söylemedim.
Ne yaptın, zar atmaya devam mı ettin?
Tabii yani, oynadım işte, ne yapayım... Çünkü antrenörümüz arayıp "Olmadı" dese arkadaşım da üzülecek. Tabii ki çok heyecanlandım, içim kıpır kıpır oldu ama sonuçta kesin bir durum yoktu. 15-20 dakika sonra hocam aradı bir daha, "Biz akşam Katar'dan dönüyoruz, biletini aldırdık, bizimle Riva'ya geliyorsun" dedi. Arkadaşımı evine bırakıp kendi evime gittim, kamp malzemelerimi alıp çıktım. Çok güzel bir duyguydu.
Son yıllarda izlediğim en iyi Türk filmlerinden biri. Tabi izlemediğimiz çok film olması bunu söylememizi sağlıyor ama olsun. Gerçekten başarılı. Yugoslavya'da yaşanan dramı, ajite etmeden ama insanı vurarak anlatan bir film. Zor bir iş esasında, ama başarılmış. Zengin bir senarist kadrosunun olması bunda etkiliydi herhalde.
Oyuncular döktürüyor. Hemen hemen hepsi 'overrated' bulacağım isimler; Ozan Güven, Okan Yalabık, hatta Meryem Uzerli şahane iş çıkarıyorlar. Uzerli'de böyle bir yetenek olduğunu dizilerde izleyerek söyleyemezdim. Ama bana göre filmin yıldızı ve zaten başrolün sahibi, Geniş Aile'nin Zekai'si olarak beğenimizi kazanan Bora Akkaş.
Herhalde böyle olmasını sağlayan da yönetmen Ozan Açıktan'dır. Onun başarısı sayesinde olsa gerek, her oyuncu maksimumunu yakalamış.
Yugoslavya filmi olunca Partizan - Kızılyıldız gönerdemsi de kaçınılmazdı. Bizi filme bağlayan ayrıntılardan biri oldu.
Bir de filme dair eleştirilere bakarken dikkatimi çeken yaygın bir görüş oldu. Filme dair birçok eleştiriye hak verebilsem de, bu bakış açısını yadırgadım açıkçası. Yugoslavya'da geçen filmin neden Türkçe çekildiği tartışma konusu olmuş. Bazı izleyiciler bundan rahatsız olmuş. Yani bu mantıklar bir Türk ekip; Yugoslavya'da, Fransa'da, Afrika'da geçen bir öyküyü sinemaya aktaramaz veya aktarması için yerel oyuncular kullanmalı. Çok fazla yabancı film izleyince mi böyle oluyor emin değilim. Fakat Hollywood dahil bir çok yerde, benzer hikaye aktarımları oldu, oluyor, olacak. Buna takmak sanırım biraz beğenmemezlik veya ukalalık. Ozan Güven'den veya Bora Akkaş'tan sırf Sırpça bilmiyorlar diye mahrum kalmak daha büyük eksiklik olurdu. Bunlara çok takılmamak lazım.
Kusurları var ama altyapısı sağlam olan biri için dikkat çekecek bir film. Acaba savaşın ideolojik ve siyasi kısımlarına biraz daha değinilse miydi ama onu da yapan çok oldu. Savaşa biraz hakim olan biri için böyle bireysel bir hikaye de yeterli olabilir.
Son dönemde özellikle Suriyeliler için, "Ülkelerinde kalsalardı da ülkelerini savunsalardı".deniyor ya.. Bu film sayesinde bir iç savaşın öyle bir durum olmadığını bir kez daha görüyoruz. Çünkü Müslüman Nerma'ya tecavüz eden onun komşusu Boris'tir. Komşunun komşuyu öldürebildiği, tecavüz ettiği, zulmettiği bir ortamda ülke savunulması diye bir şeyden bahsedemeyiz. Bir işgal kuvvetine karşı direnişten bahsedilmez. Artık öz savunmaya geçilir. Zaten o nedenle de birçok Boşnak, o yıllarda Türkiye'ye sığınmıştı. Tabi Sırplar da savaş bitince Almanya'ya gitmişti. Filmde de Boris, Almanya'ya kaçar. Yanılmıyorsam Marija ile de orada tanışır.
Marija karakteri, diğer karakterlerin hayatına savaştan sonrasına dahil olur. Irk dil din ayrımı yapmaz. Kocası Boris'in silinen kartal ve çetnik dövmesine karşı Kızıl Yıldız'ın sağladığı birliği savunur. Tabi bunlar çok göz önüne çıkmaz. Biraz filmi izlemeden önce sahip olunacak alt yapıya ve film izlenirken gösterilecek özene bağlı.
Tam da Srebrenica'nın yıl dönümündeyiz. O karanlık aradan yıllar geçmesine rağmen halen Avrupa'nın ortasında durmaya devam ediyor. Bazı gerçekler ortaya çıkarken, diğer yandan da yeni gerginlikler kapıda bekliyor. Tarih yeniden yazılıyor, buna göre ideolojiler oluşuyor. Ama her şey aydınlansa da, ülkeler barışa kavuşsa, sular durulsa da bireysel acılar içerde kalmaya devam edecek. Zaman her şeyin ilacıdır ama bir yere kadar. O nedenle "Affet ama unutma" sloganı zaten ister istemez geçersiz kalır. Kimse unutamaz.
Hafızayı kuvvetlendiren, bilgileri tazeleyen ve aynı zamanda izlenebilen bir film... Kısacası güzel iş...
"Despacito'yu duyunca dans eden kız" Türkiye'yi salladı. Çok hoş video zaten, tartışmam. Güzel şeyler bunlar. Fakat biz toplum olarak nasıl oluyor da kendimizi bu kadar dünyanın merkezinde görüyoruz ve çevremizdeki herkese mesaj vermeye kasıyoruz anlamıyorum. Bu video üzerinden bile Türk toplumuna mesaj veren, analiz yapan, bizim ne kadar mutsuz bir toplum toplum olduğumuza işaret eden, yurt dışına özenen insanlar çıktı. Fırsat bulunca kaçırmıyorlar.
Artık yeter. İzlediğimiz videodaki kız Niana Guerrero. Filipinli. Gayet ünlüler. Baya popülerler. Bu tarz videolar çekiyorlar. Hoş bir şey tabi ama tamamen doğaçlama değil yani. Youtube hesabındaki her video binlerce kez izleniyor. Instagram'da 1.7 milyon kişi takip ediyor. Twitter takipçi sayısı biraz düşük; 96.000! Asıl mecrası Facebook, 4.5 milyona kadar insan oradan takip ediyor. Videonun arkasındaki ses Ranz Kyle da, abisi, hemen hemen aynı rakamlara sahip. Bazıları babası sanmış ve videoyu izledikten sonra çocuk yapmak istemiş. Kardeşlik ilişkilerine değer verirseniz de olur yani.
Kısacası insanların işi bu. Aynı zamanda abi kardeş eğleniyorlar, belki para da kazanıyorlardır. Biz de izledik, mutlu olduk, sevdik. Bu kadar!
Ama daha fazlasına da gerek yok be abi... Son dönemde (son dönem dediğimiz de 5 yılı vardır), kimin yönettiği belli olmayan dandik çok takipçili popüler Twitter ve Facebook hesapları bizi iyice vasatlaştırdı. Vasatın karşısındaki vasatlık olarak, körler sağırlar birbirini ağırlıyor ülkede.
Bu arada Despacito da Youtube'da 2.463.335.173 defa izlenmiş durumda. Türkiye'de o kadar popüler olmadı. Yine de yaz uzun, belli olmaz. Bugün bu video ile bize akıl vermeye çalışanların yanında MTV'yi açıp Despacito dinlesek, bu sefer de genel kültür düzeyimizi yargılarlar. Bu da böyle bir çelişki işte...
Robert Downey JR.'ın muhteşem oyunculuğu, hoş bir hikaye, Alpa Chino karakteri, çok farklı ve başarılı bir Tom Cruise, tarihe geçen Vietnam filmlerine göndermeler... İzlemek için neden çok, gülmek için sahne bol. Tabi ki aşmış bir film değil. Uuzn yıllar sonra hatırlar mıyız emin değilim, ki zaten aradan neredeyse 10 sene geçmiş. Yine de şimdilerde özel kanallarda devamlı yayınlanan ABD komedileri (Polis Akademisi serisi veya Hot Shots) kadar iyi....
Daha iyisi olabilirdi, en iyisi değil, ama fena değil....
Müzikler, filmler ve sanat sevicileri ilgilendiren her türlü iş... Özellikle karşı cinsle ilk tanışmalarda veya yeni bir "network"e kendini anlatırken veya GBT'ni sorgulatırken karşı taraf stalklarına.... Ülke gençliğinin en büyük sorunu bu; gizli gizli arabesk dinleyenler, ön tarafa 'bağyan yolcu' oturunca Kral'dan Number One FM'e dönen minibüs radyoları, Burak Kut albümlerine çekilen Metallica kasetleri.... Sırf kızların/toplumun "ıyy" dememesi için gizli gizli dinlenen yurt ezgileri.
Hadi bu manitacılık tarafı. Bir de siyasi tarafı var. "Bir abi vardı, sağlam ülkücüydü ama Ahmet Kaya dinlerdi" hikayelerini dinlemedik mi senelerce? Ya da giriş notasından kimin konçertosu olduğunu anlayan entellektüellerin değme arabesk gecelerinde ortaya çıkan bilinçaltları... Bunları ligler başlamamışken yürekli sosyologlar tartışabilir, halı saha maçları sonrası çaylarını yudumlarken...
Blogun en güzel tarafı işte bu. Bu tarz dillendirilemeyen sorunları bulup, eczane görevini görmek. Eczane olmadı, 'aktar' diyelim. Aktar hizmetimiz başlıyor. Ortamlarda "Ya durmuş saat bile günde 2 kez doğru saati gösterir " misali "Başkasının şarkısı olsa dilenirdiniz" diyemediğimiz şarkılar/şarkıcılar/müzisyenler.
1994'ten başlıyoruz.
Durmuş Saat Top 8 - Mustafa Sandal
Bazı adamlar da böyle. Altın yılları olur; ortalama 15 gol 15 asistle devam edilen ama Anadolu takımına gidişle noktalanan kariyerler gibi. Bir de derbi zamanları A Spor'a çağrılma falan. Mustafa Sandal'da böyledir gözümde, en delikanlı ve en deli çağlarında güzel işler yapmıştır. An itibariyle öğrendiğim bir hikaye bana "boşa değilmiş bu şarkılar" dedirten cinsten.
Mustafa Sandal güzel okullarda okur, güzel bölümler bitirir ama o günün Türkiye'si kesmez onu. Kabuk değişimi yaşanmaktadır , "kanlı mı olsun kansız mı" tartışmaları sürerken ,o Amerika'nın yolunu tutar eğitim için. Kuzey Avrupa'nın defansları nasıl iyiyse Venezuella'nın kızları da dünyaca ünlüdür. Kızı-tozu-kolonyası derlermiş hatta. Gabi isimli bir kıza tutulur orada. Venezuella'nın en güzel kızının kızı. Flört başlar, tam adı konacakken Gabi'nin Erasmus'u biter ve ülkesine döner. Başlarda hafta sonları Güney'e iner, gizlice buluşurlar falan ama gözden ırak olan, gönülden de ırak olur... Ki Amerika da Irak'a girmiştir bu esnada.
Sonra eğitimler biter ve Sandal Türkiye'ye döner. Kızı da artık orada evlendirirler. Sandal, aileden müzisyendir. Çevreleri çok geniştir. Gabi Yengemiz onun şair kişiliğini de geliştirmiştir. O gün ve bugün Türkiye'yi sallayan tüm baba şarkıları, o dönemden kalmadır. Hatta şehir efsanesi olarak anlatılır ki; Gabi Yenge yıllar sonra Türkiye'ye gelip bulmuş Mustafa Sandal'ı falan. Eskisi gibi olmamış. Hiç eskisi gibi olur mu. Tüm Gabilerimize, tüm kabilemize bu Top 5... Bu adamları üzmeyin.
1-) Suç Bende
Üç sene üst üste şampiyonlukların üzerine gelip, etkilenip Beşiktaşlı olup, sonra duraklama sürecine girilen yıllardı. Almanya'dan Daum gelmişti. İlk harf oyunlarını o pankarttan öğrenmiştim. "Taraftarın yanın DAUM ursama". Sevmek böyle bir şey olmalıydı. Farklılık güzeldi. Gazeteler kuponla org dağıtır, biz de bu şarkıyı çalmaya çalışırdık. Daum sürekli kırmızı çizgilerimizi okşardı. Bu şarkıda bulunan "ulan doğulu sazlar ama bir yabancı havası da var" kaosu, turistlerin Kapalıçarşı'yı neden sevdiklerini açıklayan nedenlerdendi.
Şarkının içindeki gitar solosu, yıllar sonra dilenmeye başlayacağım Erkan Oğur'undur. Viral reklam misali bilinçaltımıza girmiştir.
3-) Neredesin (Yokluğunda Çok Kitap Okudum)
Gabi Yenge'ye yazılmış bir şarkı, çok belli. Tabi yengeye yazılmış olduğu için o yokluk zamanlarımızın şarkısıdır. Şarkıların kliplerini hayatımla çekme takıntım yüzünden askerde okuduğum kitapların resmini çekip, bunu yazmıştım resmin altına.
4-) Bir Anda (Orjinal Versiyon)
Krizler atlatılmış, Daum'la şampiyon olunmuştur artık. Önlükten kravata, 'öğretmenim'den 'hocam'a geçiş yapılmıştır artık. Hayata bakışımızın şekillendiği yıllar (ya da çoktan şekillenmişti). Remixlerle ilk tanışmamız... Bu şarkının remixi daha fazla alıp yürümüştür. Film tadında çekilen klibi, saçı platine boyatma özentiliği, FIFA 96'da tüm oyuncuların kafasını aynı yapma şifresi varmış söylentileri... Yine o Erkan Oğur gitarı, yine bir anda oluşan "YAZ" hissi.
Bu şarkının farklı bir anısı da; Youtube'da dolaşırken bir yorum dikkatimi çekmişti . Arap Emirlikleri'nden bir çocuk bu şarkının sözlerini sormuş yıllar önce ve kimse iplememişti. Hatta çocukla goygoy yapmışlar. Üşenmeyip şarkının sözlerini İngilizce'ye çevirdim ve yanıtladım. Çocuk yarım gün içinde geri döndü, teşekkür etti fakat ne demek istediğini anlayamamış. Daha sonra açıklaya açıklaya anlattım. Baya uğraşmıştım ama hayır duamızı almıştık.
5-) Gidenlerden
Klibi olmadan yürüyen şarkılardan. Kulak olarak melodi aşığı olduğumuzun resmidir. Direk yazı hatırlatır, atmosfer direk sepya. Seni deli 'gabi' özledim gidenlerden...
6-) Kalmadı
Kırmızıda durunca, açık camlardan dışarı yüksek sesle salınıyorsa bir şarkı, sıcak bir yaz gecesinde, o şarkı tutmuştur ve olmuştur. Bu da o şarkılardan... Kanunun muhteşemliği, platonik aşklar, 96 yazı, Ertuğrul transferi, Sergen'in gidişi..
7-)İki Tas Çorba
O yılların şarkısı; semtten sahil yolu geçmediği, o yolun yerine denizin olduğu, sayfiye zamanları, Cadde'nin çift yönlü olduğu, Kadıköy'den tramvay, Eminönü'nden vapur olduğu zamanlar.
8-) Denize Doğru
Denizi olmayan şehirlerde doğsaydık ya da yaşamak zorunda kalsaydık ne olurdu diye düşündüm birden. Semtimizin şarkıları, çocukluğumuzun, kenstel dönüşümümüzün.
"En güzel golleri" derleyip sunmanın da vahşi bir tadı varmış. Bir de Mustafa Sandal'ın takımlar üstü bir yönü de vardı. Galatasaray'a Şampiyonlar Ligi şarkısı yaparken, Beşiktaş sezon açılışına katılabiliyordu. Milli Takım'a da şarkı yapmış ve Türkiye'yi kucaklamıştı.
İş bu yazı 8 kez doğru saati göstermiş ve misyonunu tamamlayarak, kendini imha için blogun tozlu sayfalarına doğru kendini bırakmıştır.
1974 yapımı Chinatown kötü bir film değildir. Ama düşük tempolu ve uzundur... O nedenle izlemesi zor. Üstelik bir dedektifin olayları çözmesini izlediğimiz için, yani bir iz sürdüğümüz için, her an tetikte olmamız gerekiyor. Bu da kolay iş değil.
Filmi yapanlarn seyirciyi düşünmeye zorlamasına hiç karşı değilim ama düşük tempoda ayakta kalmak zor. Hele yoğun bir günün ardından iki saat film izleyecekseniz. (Chinatown 130 dakika bu arada)
Jack Nicholson filmde çok iyidir ama yanındakiler onun yarısına anca ulaşırlar. Bu da bizim filmden kopmamızı sağlayan başka unsurlardandır. Son periyotta tempo hızlanır, neler oluyor dersiniz ama iş işten geçmiştir. Tarihe geçecek sıkıcı bir basketbol maçının unutulmaz son iki dakikasını izlemeye benzemez. Birçok parça artık geride kalmıştır.
IMDB'de yüksek puanı olan, 250 içinde yer alan bir film. O kadar yukarıda olmasını kabullenemedim. Bir de 1974 Oscar adaylığı var. Aynı seneye tarihin en iyi filminin denk gelmesi şanssızlığı olmuş, yoksa bir de Oscar alacakmış. Gerçi "En iyi senaryo" ödülünü alıyor yine. Tabi bir de haksızlık etmemek lazım, son 20 senenin her Oscar'ına aday olabilecek ve çoğunda da ödülü alabilecek bir film.
Esasında bir Roman Polanski filmi yerine Alfred Hitchcock havası vardı. Belki usta el atsaydı, film biraz daha elle tutulur hale gelirdi. Sanki hikayenin kendisi gibi yapım sürecinde de işler de karışmış biraz.
Ortalama üstü olan ama olağanüstü olmayan bir film. Tekrar izlersem belki daha çok severim. Zaten bazen bu korku nedeniyle bloga yazarken daha dikkatli davranıyorum. 20 sene sonra kendime kızmayayım...
2003 yılıydı. Bir arkadaş grubumuzda sinema sohbeti yaparken onlar bana devamlı Heat’i övüyorlardı. Filmi izlememiştim ama çocuklara hak verebiliyordum. Ne de olsa bir zamanların önemli filmlerinden biriydi. En kısa zamanda izlemeliydim. 15 sene daha bekledim.
Ama daha da önemlisi, o zaman bizim algılarımızda olan “Ne filmdi be” düşüncesiydi. Aslında nereden baksan 7-8 sene öncesinin filmiydi. Yani şimdiye oranlarsak 2009’da yapılan bir film gibiydi. Yani, daha dün gibiydi. Ama bizim için eskiydi işte. Film vizyona girdiğinde biz tek başımıza sinemaya gidemiyorduk. Aradan çok kısa zaman geçmesine rağmen, bizim için çok eski dönemlere ait gibiydi.
Şimdi ise; 20 sene sonrasında izlediğimde zamanın ötesinde olduğunu anlıyorum. Ne bekliyorsam onu buldum. Ne çok büyük bir şaheser, ne de yüksek bütçesine rağmen ikinci sınıfta kalmış bir aksiyon filmi.
Robert de Niro ile Al Pacino’nun beraber yer alması, filmin popülerliğini katladı. Yıllardır bu iki isim anılınca bu film, bu filmden bahsedince olayın bu boyutu konuşulur. Fakat filmde senaryoda müziklere kadar bahsedilecek dolu dolu şeyler var. Kadro bu ikisi dışında bile çok iyi. Val Kilmer, Tom Sizemora, çocuk yaştaki Natalie Portman…. Ama her şey De Niro ve Pacino üzerine değerlendirildiğinden bir burun kıvırma oluyor. Çok iyi transferlerle şampiyon olan takımın aslında çok iyi top oynadığının atlanması gibi.
Yani tarihin en iyi iki oyuncusu yan yana oynadığı için ‘underrated’ kalan bir film.
Filmin güzelliği ve yaklaşık üç saat boyunca sıkmaması karakterlerin derinliğinden geliyor. İkisi de toplum dışı diyebileceğimiz türdendir. Problemli kişiliklerdir. İlişkilerinde başarısızlardır ve bu dünyadaki varlıklarını sadece işleri sayesinde sürdürebilirler. İşleri onların kurtarıcılardır. Ve işleri, kötü ilişkileri için de aynı zamanda iyi bir bahanedir. O nedenle o çok konuşulan sahnesinde ikili karşı karşıya oturur ve birbirini anlar. İkisi rakiptir ama ikisi de aynı adamdır. Bu nedenle film çok iyi ilerler.
Bazıları, “Bu filmde polisi değil, suçluyu; iyiyi değil kötü olanı tuttuk” gibi cümleler kullanırlar. Haklılık payları vardır. Fakat bu kötülüğe saygı veya suçlunun zekasına olan hayranlıktan değildir. Basit bir matematik vardır. Eğer suçlu /kötü kaybederse hikaye biter. Sona erer. İnsanlar bu çatışmanın sona ermesini istemez. Sadece bir sinema zevki olarak filmin sona ermesinden bahsetmiyorum. Bu satrancın ve ortak dansın sona ermesi inansın içinde kötü bir tat bırakır. Hele bir de o karakterlerle yakınlık kurabiliyorsanız. Rakibin var olduğu kadar varsın. Onu bitirirsen kazanırsın ama kazanırsan oyun biter.
“Çok iyi filmdir” demek çok gereksiz olacak ama sanırım hakkı yenmiş veya pek anlaşılamamış bir filmdir. Yine de olsun. Geç de olsa izlemek güzeldi.
Türkiye sporu "3 büyükler" üzerine kurulmuştur. Başka bir
açıdan bakarsak da Türkiye sporunu 3 büyükler kurmuştur. "3 büyükler" kavramı
boşuna ortaya çıkmamıştır. Muhakkak her kulübün kendine göre bir büyüklüğü
vardır ama Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş bu sıfatı Anadolu takımı tutanların son 10 yılda başlattığı kompleksi besleyen medya pompalamasıyla
kazanmadı.
Türkiye’de aklınıza gelecek her sporun başlamasında, adım
atmasında ve büyümesinde bu üç kulüpten en azından birinin payı vardır. Şu anda
bile öyledir. Erkek basketbol 15 sene önce izlenmeyen, yayıncı bulamayan bir
sporken üç büyüklerin olaya girmesiyle neredeyse futbolla yarışacak bir
noktaya geldi. Kadın basketbol belki sevilmeyen, izlerken zorlayan bir branş ama Galatasaray –
Fenerbahçe rekabeti insanların bir gözünün orada olmasını sağlıyor.
Kısır döngünün sonudur. Milyonlarca taraftara sahip olunca,
en ilgi çekmeyen spor branşı bile önem kazanır. Ama döngünün başı da vardır. Bu
kadar taraftar nasıl oluşmuştur, sadece futbolda başarı kazanarak mı? Türkiye’de
her yaş grubundan birini çektiğinizde size “Ben Fenerbahçe’de boks yaptım,
Galatasaray’da kürek çektim, Beşiktaş’ta voleybol oynadım” diyebilir.
Spor
insanların bir araya gelmesi ve rekabet içinde yarışabilmelerini sağlar. O
nedenle spor kulüpleri kurulur. Spor kulüplerinin tüzüklerinde bunlar yer alır.
Beşiktaş, bazı amatör şubelerini kapatma kararı almış veya
alabilirmiş. O konuda hala belirsizlik hâkim. Ama zaten bu korku her zaman vardı. Sadece Beşiktaş’ta değil, Fenerbahçe ve Galatasaray yönetimleri de bu
konuda zaman zaman açıklamalar yaptı. Hatta son olarak Aziz Yıldırım da, Beşiktaş’ın
kararını destekleyen bir açıklama yaptı. Daha da kötüsü bazı taraftarlar,
futbol şubesinin üzerindeki yük olarak gördükleri bu şubelerin zaten tamamen yok
olmasını söylemekten çekinmiyorlar. Sadece tek bir futbol takımı ve hatta
altyapısı olmadan 25 tane futbolcuyu barındırması onlara yetecek.
Fakat işte o zaman, başınızdaki ‘büyük’ sıfatını bir kenara
bırakmanız lazım. Çünkü hem çok net bir şekilde hacim bakımından bir
büyüklüğünüz kalmaz, sporun her alanına yayılma fırsatını kaçırırsınız hem de kökleşmenin emaresi olan büyüklük yavaş yavaş
azalır.
Kulüpler birçok sıkıntı yaşayabilir. Başarılar azalabilir.
Marka değerleri düşebilir. Maç kaybederler, küme düşerler, şike yapabilirler,
doping kullanabilirler. Fakat bunlar ‘büyüklük’ kavramına dahi çok zarar
vermez. Futbolcu gol atamazsa, kaleci gol yerse, yönetimlerin ahlaki
çöküntüleri varsa, teknik adamlar bazı konulara göz yumarsa; yani bireysel kararların öne çıktığı anlarda bazı
yanlışlar olursa sıkıntılar ortaya çıkar. Ama yine de telafisi edilebilecek şeylerdir. Fakat şube kapanması buna benzemez.
İçinde barındırdığınız sporcu sayısı azaldıysa, sizin o
çatınızın altı tenhalaştıysa ve daha da önemlisi varlığınızın adresi olan spor
sahalarından çekildiyseniz, görünmemeye başladıysanız artık büyüklüğünüzün
değeri kaybolur.
Ezeli rakipler arasında dalga geçmeyi severiz. Bir
Galatasaraylı olarak, Beşiktaş yenilsin, Fenerbahçe şampiyonluk kaybetsin
isteriz. Böyle durumların yaşanması rakiplerin hoşuna gider ama yaşayanın da
büyüklüğüne zeval germez.
Şube kapatmak ise toplumsal bir ayıba denk gelir. Kulüplerin
misyonuna terstir. Böyle bir şey yaşandığında gülüp geçmek olmaz. Ben haberi
ilk duyduğumda ilk hissettiğim öfke ve sinir oldu. Yenilin, küme düşün ama
sahada olun. Sahada olmak zorundasınız. Onlarca kapınız olmalı ve o kapılar her
çocuğa ve gence açık olmalı. 'Küçülme' ile açıklayamazsınız. Çünkü kapıdan girenler, bir gün Beşiktaş A takımında voleybol
oynayabileceğini düşünerek spora başlamalı.
Bugüne kadar bunu sağladınız için büyük oldunuz,
gerisi hikaye…