Pazartesi, Şubat 19

Warrior


İnanılmaz kötü bir dövüş filmi izlemek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz. ABD dövüş filmleri konusunda her zaman başarılı oldu. Hatta dövüş sporlarından uzak duranlar dahi (ben mesela), sırf sinemaya verdikleri katkılardan dolayı o branşlara saygı duyar. Fakat Hollywood nasıl becerdiyse, bu deryadan berbat bir film çıkarmış. Daha da kötüsü bu film IMDB'de çok yüksek puan almış ve 250'nin içine girmiş. Daha da kötüsü Ekşi Sözlük'te bu filmi sevmeyenler kadar seven ve hatta film hakkında 'efsane' sıfatını kullanan da var. Filmi hayatın gerçekleri olarak düşünüyorlar. Oysa UFC ve türevleri sayesinde dövüş sporlarının kendisi şova dönüştü ne gerçeği...

Senaryo çok basit ve sıradan. Fakat gerçekten bu problem değildi. Bir dövüş filimnde, hatta spor filminde kurgu çok da farklı olamıyor. Buna alışığım. Fakat sonu belli bir filmi 140 dakikaya sığdırmak çok büyük iş. Tamam işte , biliyoruz sonunu. Anlat ve geç. Yok ama; illa uzatılacak. Hayır zaten arada da pek bir anlatamıyor da... Karakterlerin hepsi havada kalıyor, derine inemiyor. Uzattıkça uzatıyor. Madem bu kadar uzuyor bari karakterlere dair bir şeyler öğrenseydik. İlk ve son yirmi dakikaları izlesek yeterdi.

Filmi internetten izledim. Pek de iyi bir görüntüsü yoktu. O nedenle filmden sıkılmış olabilirim. Belki de filmin güzelliği tekniğindedir ve ben bunu yakalayamadım. Böyle düşündüm. Fakat filmi seven sinemasever yorumları genellikle "Böyle bir hikaye yok" şeklindeydi. Yazık...

Rocky bundan çok daha iyidir. Hatta Rocky 4 bile bundan çok daha iyidir. Zaten buraya da bir Rus azmanı sıkıştırmışlar. One Tree Hill'in ilk sezonu da bundan daha iyidir.

Her şey de kötü değil. Tom Hardy, yine takdirimi kazandı. Filmi o götürüyor. Nick Nolte fena değil ama o da Oscar'a aday olmalı mıydı emin değilim. Zaten kazanamadı da...

Şu filmde Tom Hardy nasıl yer aldı hayret, şu ana kadar izlediğim en kötü filmi...

Peki filmin adı Warrior; Warriors değil. Peki bu hangisinin filmi?

Pazar, Şubat 18

Yalnız Ağaç



Yeni Zelanda'nın North Island bölgesindeki Reinga Burnu'ndaki kayalıklarda 800 yıldır tek başına yaşayan ağaç. Adı bile varmış; ona Pohutukawa diyorlar. Turistlerin çok fazla ilgisini çekiyor ama bizim aklımıza Duble'yi getiriyor.

Cumartesi, Şubat 17

The General


Sessiz sinema dönemi ürünleri izlemek zor alışık değiliz. Chaplin bu konuda bir dahiydi. Zamansız ve evrensel filmler yapmış. Onları izlemek kolay. Fakat geri kalanı için aynı şeylere söylemek zor. Filmlerin kötü veya sıkıcı olduğunu ifade etmek istemem. Haksızlık olur. Fakat 2000'lerin insanıyız ve ister istemez sıkılıyoruz. Filmler bizim alıştığımız ve istediğimiz hızda ilerlemiyor. Beş dakika elektrikler kesilse veya insanın bir an içi geçip uyusa; beş dakika sonra hiçbir şey olmamış gibi devam edebilir sanki. Üstelik ben filmde tempo arayan biri de değilim.

The General'ın Amerikan İç Savaşı'na dair bir film olması da bizim bazı şeyleri kaçırmamıza neden oluyor. Dönemin 'Güneyli' filmlerinden. O nedenle bazı tartışmalara da açık... Yine de filmin 1926 yapımı olduğunu hatırlatmak lazım. Neredeyse 100 sene öncesi. Ve Buster Keaton'ın harika bir oyuncu olduğunu da görebiliyoruz. Hatta sessiz sinemanın dinamosu olan müzikler de çok başarılıydı. İnsan kötü diyemiyor zaten.

100 yıl öncesi... O kadar imkanla böyle bir iş, her türlü saygıyı hak ediyor. Köprü patlatıp, tren uçuruyorlar. Ama yine de konsantrasyonu ve motivasyonu olmayan hiç denemesin. 

Cuma, Şubat 16

Alkış


Hak yemek istemem. Paulinho, Barcelona'ya transfer olduğunda çok sallamıştım. Katalanlar zaten kötü bir sezon geçirmişti. Kadroları umut vermiyordu. O çok güvendikleri La Masia artık yeni bir yıldız üretemiyordu. Sağlam bir yeniliğe ihtiyaçları vardı. Fakat onlar Çin'den Paulinho'yu transfer ettiler.

27 yaşındayken para için İngiltere'den Çin'e giden bir Brezilyalı oyuncudan korkmalısınız. Açıkçası ben bir kulüp yönetseydim kesinlikle bu transferden önce iki kere düşünürdüm. Üstelik Barcelona gibi üst düzey bir kulüpte görev yapsaydım, kesinlikle bu riske girmezdim. Hatta o da şaşırmıştı ve ''Beni neden transfer ettiler anlamadım" minvalinde açıklamalar yapmıştı. Fakat bu sezon Barcelona'nın en dikkat çeken adamlarından bana kalırsa Paulinho'ydu.

Kendisi şu an, Lionel Messi ve Luis Suarez'den sonra takımın en golcü ismi. Üstelik çok fazla süre de alamıyor. İlk 11'deki yerini Aralık ayında yeni yeni garantileyebildi. Orta sahada oynuyor ama iki ceza sahasına da çok sık giriyor. Zaten o sayede bu kadar çok gol attı. Fazla şut çekmese de yüzdesi çok fazla. Emin değilim, istatistiğini bilmiyorum ama çektiği şutların büyük bir kısmı kaleyi tutmuştur. Onun dışında savunma direncini de ayakta tutuyor. Bence hâlâ çok iyi değil. Hatta hiçbir zaman da çok iyi olamayacak, çünkü temel konularda sıkıntıları var. Ama çok çalışıyor, çabalıyor. Böylelerine saygım ve sevgim var. Üstelik yaşlanan ve doğru takviyeleri yapamayan Barcelona orta sahası için iyi bir çözüm oldu. 

Beklenmedik bir transferdi, beklenmedik bir katkı yaptı. Şu an onun hakkında merak ettiğim tek şey var, bu performans ne kadar devam edecek. Brezilyalı oyuncuların Dünya Kupası öncesi böyle çıkışları meşhurdu. Acaba yazdan sonra nasıl dönecek? Belki de dünya şampiyonu madalyası ile döner...

Perşembe, Şubat 15

V for Vendetta


V for Vendetta, 2005-2006 gibi gösterime girdi ve çok sevildi. Yine de Türkiye'de asıl ilgisini bulması 2013'tü. Gezi Parkı zamanında, film ve maskesi kültü bir figür haline gelmişti. "Remember remember, the fifth of november" sözü birçok direnişçinin ve isyankarın ilham kaynağıydı. Fakat film sona erip biraz araştırma yapınca ne o tarihe, ne de filmdeki maskelerin asıl sahibi Guy Fawkes adlı tarihi kişiliğe yakınlık kurmak mümkün olmadı.

Evet kendisi İngiltere'de parlamento binasını patlatmış olabilir, fakat adamımız bunu anarşist duygularla yapmamış. Amacı katolik duygularını tüm Britanya'ya yaymakmış. O esnalarda İngiltere'de aristokratlar hüküm sürdüğü için, bu saldırı aristokrasiyi de hedef almış gibi gözükse de, onun yaktığı (daha doğrusu yakamadığı) nihayetinde bir devrim ateşi değilmiş. Hatta belki de demokrasiyi hedef alan bir yobaz bile olabilir ki o zaman işler çok karışır! O nedenle herkes kimin maskesinin arkasına gizlendiğini iyi bilmeli.

Zaten bu Wachowski kardeşleri oldum olası sevemedim. Kofti anarşistler gibi gelirler bana hep. Bu filmde de aynı temelsizlik göze çarpıyor. Tabi bunun nedeni, filmin esinlendiği çizgi romanın kendisi mi yoksa benim ayar olduğum yönetmen ikili mi emin değilim. Çizgi romanın hayranları filmi ve anlatmak istediği mesajı beğenmemiş ve film gösterime girdikten sonra bazı protestolarda bulunmuşlar. Buradan yola çıkarsak sanırım ben haklıyım. 

Yine de hakkını vermek lazım; baş karakterimiz V, Guy Fawkes gibi değil. O isyana ve anarşizme daha yakın. Eylemleri ve düşünceleri ile kısmen de olsa takdirimi aldı. Film boyunca hiç yüzünü görmediğimiz Hugo Weaving de işini halletmiş. Eh yanında da Natali Portman var. Ona hiçbir zaman kötü bir şey yazamam zaten. İşin oyunculuk kısmını iki kişi halletmiş. Filme odaklanmamızı sağlayan da onlar zaten.

Kurgu da fena değil. Heyecanlı bir film karşımızda. Fakat gençlerin, eski siyasi gençlerin, yeni ergenlerin yüreğine oynamak dışında da çok fazla numarası yok. Ben de keyifle izledim, sonuçta genç biriyim. Fakat sonlara doğru iyice sıkıldım. Neden tarihin en iyi filmlerinden biri olarak gösterildiğini ise tam olarak anlamadım.

Her şeye rağmen Türkiye gibi bir ülkede sevilmesini ise anlıyorum. Ne de olsa benzerlikler çok fazla. Sadece medyanın tutumu bile, insanların bu filme yakınlık duymasına neden olabilir. Hatta bir sahnede ülkeler sayılırken 'Kürdistan'ın adının geçmesi bile, insana "Bu film Türkiye sorunlarını tartışsın diye yapılmış" dedirtiyor.

Hatta bazı gözde dizilerimizi bile anımsadım. V'nin takıldığı yer Şubat'ın evi gibiydi. "İntikam, onun için kızdan daha önemliydi" cümlesini duyunca gözümün önünden Ezel, Eyşan, Ömer, Cengiz, Ramiz geçti.

Bu arada hikaye 2020'deki İngiltere'de geçiyor. Şunun şurasında iki sene kaldı. Bakalım ne kadar gerçekçi olacak. Keşke 2013 Türkiye olsaydı, o zaman her şey çok daha iyi oturacaktı.

Salı, Şubat 13

Smultronstället


Şafak vakti aradığım arkadaş nerede?
Gece çöktüğünde onu hâlâ bulamamıştım
Yanan kalbim
Bana onun izlerini gösteriyor
Çiçeklerin açtığı her yerde
Onun izlerini görüyorum
Onun sevgisi tüm havaya karışmış
Sesi yaz rüzgarında uğulduyor…

Pazartesi, Şubat 12

Kare


Üzerine fersah fersah yazı çıkacak o eski fotoğraflardan....

Pazar, Şubat 11

Mr. Smith Goes to Washington


Ne yazık ki ısınamadığım, sevmediğim filmlerden biri oldu. Politik taşlama türünde olunca, siyasi karakterleri eleştirince 'başarılı' bir film olduğu sanmış ama ABD'lilerin de sık sık başvurduğu popülist vatanseverlik gazına çok fazla uğramış. O nedenle de gazı kaçmış. Oysa James Stewart muhteşem, fakat yine de yetmiyor.

Bu olumsuz tavrımda film boyunca Watsapp'tan mesajlaşmamın da etkisi vardır herhalde. Fakat film güzel olsaydı ben de o kadar fazla oynamazdım telefonumla. 11 dalda Oscar'a aday olması da içler acısı bir başka durum. 

Bazı sahneler bana gelecekte çekilen bazı filmleri hatırlattı. Mesela filmin temeline oturan baraj problemi Chinatown'u, dik gelen para Korkusuz Korkak'ı, halkın duygularını coşturan vatanseverlik de It's a Wonderful Life'ı anımsattı. Herhalde bir başka film, bana bu filmi hatırlatmayacak! Umarım..

Cuma, Şubat 9

Lock, Stock and Two Smoking Barrels


Guy Ritchie filmlerini birbirine karıştırmak kolay. O nedenle insan hangisini izlediğini şaşırıyor. Hatta, uzun zaman önce izlediği filmim bile hangisi olduğunu ancak izledikten sonra fark edebiliyor. Lock, Stock and Two Smoking Barrels'i daha önce izledim mi hatırlamıyorum bile. Fakat ilk dakikalardan itibaren bu filmin bir Guy Ritchie filmi olduğunu söyleyebiliyorsunuz. İmzasını belli eden yönetmenlere saygım sonsuz. Üstelik bu film, yönetmenin ilk filmiyse..

Snatch'in habercisi gibi bir şey. Ardından RocknRolla da gelecek. Üçünü de izledim. Üçü de şahane. Yaygın bir inanışa göre; bu filmlerden ilk hangisi izlenirse o daha çok sevilirmiş. Ben en son bunu izledim ve en çok bunu sevdim. Belki de şu an hafızada en taze durumdaki olduğu için.

Oysa filmin önemli bir zorluğu var. Çok fazla karakter barındırıyor. Bu karakterlerin normal isimleri de yok. Çoğu lakapları ile tanınıyor. Haliyle kimin kim olduğunu hemen idrak edemiyoruz. Bir de çok fazla replik var. Takip giderek zorlaşıyor. Hele bir de konuşulan dil sokak ağzı olunca. Zaman zaman İngilizlerin dahi anlamadığı bir konuşmaya adapte olmak çok zor.

Yine de harika film. O güne kadar (1998) bir klip yönetmeni olan Ritchie harika iş çıkarmış. Oyuncu seçimi de muazzam. Rol alan oyunculardan 17 tanesinin ilk filmi. Bunlardan biri de Jason Statham. Son yılların en gözde keli olduğu için bir anlamda rol modelimiz sayılan Statham, bu filmin açılış sahnesinde şov yapıyor. Sinemaya muhteşem bir adım... Zaten öncesinde de sokak satıcısıymış. Ritchie ondaki cevheri görmüş ve değerlendirmiş. Her ne kadar Statham, daha sonra basit filmlere yönelse de bu film onun başyapıtı olarak durmaya devam edecek.

Vinnie Jones da yeşil sahalardan buraya ilk kez geliyor. Daha doğrusu hapisten. Filmin çekimlerine (sanırım eşini dövdüğü için girdiği) hapisten çıkar çıkmaz gelen Jones, sadece kült bir futbolcu eskisi olduğu için rolü kapmamış. Adamda yetenek var. Mesela bizdeki Pascal Nouma gibi değil. Hakikaten rolün hakkını veriyor. Tanımayan onun eski bir futbolcu olduğunu ve ilk kez bir filmde rol aldığını düşünmez.

Mizah çok üst düzeyde. İngiltere'nin cool havası çok ortada ve hatta bazen kıskandırıyor. Karakterler muhteşem. 125 kere 'fuck' geçiyor ki bu toplam küfürlerin yarısıdır herhalde. 'Pezevenk' bile var. Türkçe olarak. Zaten Rory Breaker karakteri ayrı bir yer edindi bizde. Sting de burada.

Sonuç olarak gerçekten güzel filmmiş. 20 yıl sonra izledik ama olsun. Brad Pitt, izlemek için 20 yıl beklememiş ve Snatch'te oynamak için Ritchie'ye yalvarmış. Sonuç; harika! 

Perşembe, Şubat 8

Altmış


Futbol ilk gençliğimin en büyük tutkusuydu. Allah aşkına söyler misiniz, ne var yurt dışında şu son yıllarda Türkiye’yi gerçekten sevindiren Galatasaray dışında? Bunu Galatasaraylı olduğum için söylemiyorum. Fener şampiyon bu sene ve kutluyorum ama bence futbolu, göze hoş gelen oyunu Galatasaray oynadı. Yabancı takımlardan Inter’i severim. Adı güzel bir kere! Real Madrid’den nefret ederim, Franco kurmuştur bu takımı.

Adana Demirspor’da oynardım futbol. Adıyaman’ın sağ beki kaval kemiğime bir girişti, kırıldı kemiğim. Benim de küsme huylarım vardır, sonuçta futbola küstüm ben. Hatta şu anda sanki şiirle de ona benzer bir mecra üzerinde gibiyim, hatta her kitapta şiiri bırakıyorum. Çünkü ortalıkta o kadar çok şiir, o kadar şair, o kadar çok soytarı var ki… O kadar çok dergi, O kadar çok dedikodu…. O kadar çok!

Ahmet Erhan / 2007

Yaşasaydı, bugün 60 yaşında olacaktı.

Çarşamba, Şubat 7

Crimes and Misdemeanors


Woody Allen filmlerini sevmediğimi daha önce de yazmıştım ama son bir senede sanırım beş altı tane izledim. Çoğu birbirine benziyor. Ve aslında güzel replikler dışında (ki onlar da akılda kalmadan hemen uçuyor) çok da izlenecek bir şey bulamıyorum.

Bu filmi de bir Pazar günü öğlen saatlerinde izledim. Kahvaltıdan hemen sonraydı. Ben ki gecelerin yarısında dahi film izlemek için mücadele eden biriyim; fakat bunu izlerken, günün en dinamik zamanında uykuyla savaştım. Üstelik küçük yenilgilerim de oldu.

Hem adamın kendisini hem filmlerimi hem de özellikle bu filmi seven çoktur. Mesela Seinfeld'in buradan beslendiğini hepimiz biliyoruz. Çok ilginç benim için. Seinfeld'in her bölümünü defalarca izlemişken Allen'a katlanmak zor geliyor.

Bu filmde de "Comedy is tragedy + time" lafı karşımıza çıkıyor. Bu lafa göre bazı olaylar ilk zamanlarında trajik bir haldeyken (Mesela Abraham Lincoln'ün vurulması gibi), zaman geçtikçe bir mizah öğesine dönüşür. Seinfeld de bir bölümünde bu teoriyi AIDS için uyarlamıştı.

Zaten Allen'ın güzel replikleri ve tespitleri her zaman oluyor. Burada da mesela "Ben işsiz değilim, sadece kimse bana para vermedi" cümlesi nedense beni çok güldürdü. O zamanlar henüz işsiz de değildim. Adam ara sıra böyle cümleleri iyi salıyor. Aslında belki de izlenecek değil de okunacak biridir.

Yine de Cliff Stern karakteri, en sempatik bulduğum Woody Allen karakteri olabilir. Üstelik diğerlerinden çok fazla farkı olmasa da... Belki de sempati, küçük yeğeni sayesindedir. Yeğenin üç sahnesi falan var ama aralarındaki ilişki beni o kadar özendirdi ki Cliff karakterine de sempati beslememi sağladı.

Tek neden bu değil; biliyorum. Cliff'in kendi ahlakını sorgulaması, geçmişiyle yüzleşmesi benim değerlendirmemde önemlidir. Allen'in daha önceki (bu filmi 1989) karakterleri başarısız, toplumda göze giremeyen ama zeki olduğunu belli eden ve zeki olmasına rağmen topluma yer edinmekte zorlanmasında başkalarını suçlayan, diğer insanları küçümseyen kişilerdi. Ahlaklı ve zekiydi ama dünya başka türlü olduğu için onu anlamıyordu, sivrilemiyordu. Bu karakter ise öyle değil. Özeleştirisini yapıyor, yüzleşmeyi seviyor.

Hatta sırf bu çarpışmayı anlatan yemek sahnesi önemlidir. Keşke tüm film o yemek sahnesinden oluşsaydı, tadından yenmezdi. Bence, o kadar salladığım adamın Radio Days eseri de önemli bir filmdir. Yeri gelmişken onu da analım. Allen'ın sayıca zengin külliyatında en farklı yere konulabilecek filmdir. Crimes and Misdemeanors ise en azından bir iki sahnesi sayesinde ona yakın duruyor. Yine uzak ama diğerlerinden daha yakın...

Salı, Şubat 6

Kavaklar



Yazar: Refet

"Mecidiyeköy'de o tarafa bakamayanlar..." ve "Seni yıkacak dozerin..." bir döneme damgasını vurmuş mottolardı. Ali Kırca'nın son şiirine fon müzikliği yapan Unutamadım'da dediği gibi "Unutmak kolay, alışırsın" demişlerdi ama bir nesil unutamadı. Ne olur anlayın bizi...

Kentsel dönüşüm çılgınlığı sonrası sadece futbol değil, yıkılan ve yerine yapılan her bina aslında tüm anıları ve kişisel tarihi siliyor. Ortaya çıkan lüks ama mekanik yapı o "dadı" vermiyor işte.

Binlerce Ali Sami Yen Stadı yazısı yazılmıştır ve yazılacaktır. Stad renovasyonlarıyla ilgili Mehmet Demirkol'un bir tezi vardı. Ona göre bu tarz dönüşümlerden aslında tüm futbolseverler etkileniyordu. Doğruydu. Galatasaraylı olmamama rağmen nereden baksan bir sürü anım vardı Mecidiyeköy'de. Sadece izlenen maç değil, metrobüs daha şehre gelmeden önce katlı otopark önünden bindiğimiz karşı otobüsleri, maç günleri viyadükten geçerken dışarıya gelen beyaz ışık, sigara-meşale dumanlarının oluşturduğu puslu hava, açığın önünde bulunan kavak ağaçlarına basıp içeri girilir aslında diye konuşmalar, likör fabrikası nostaljisi...



Yıkılıp yapılan yere bir otel açıldı. Açılışı esnasında büyük umutlarla farklı otellerden transferler yapılmıştı. Bir nevi zamanının İstanbulspor'u gibi. Açılışı ve büyümesi malum İstanbul patlamaları zamanına denk geldiği için istenen tad yakalanamadı. Büyük umutlarla transfer olan çalışanların çoğu yer değiştirdi. Kalanların ise kaçma peşinde olduğu da sızan haberler arasında.

İşleri arttırma kapsamında, maç günleri Galatasaraylılara yönelik PR yaptılar.  "Digitürk vardır" sıcaklığında değil, yayınladığı maça göre dışarıya bayrak asan esnaf mekanikliğindeydi.



Yan tarafta bulunan evlerde ve ofislerde de ışıklar yanmıyor. Burası Anadolu, hemen "Galatasaraylıların ahı, inşaat sırasında ölen işçilerin ahı" diyerek düşünmeye başladık bile.

Geçen yine "o" tarafa bakarken , kentsel dönüşürlerken yol ile stadyum arasında kalan o ağaçların kesilmeyip kaldığını gördüm. Görmek isteyene çok şey anlatıyor gibilerdi. Hemen Sezen Aksu-Kavaklar açıldı. 

Ah kavaklar ah kavaklar
Bedenim üşür yüreğim sızlar

Beni hoyrat bir makasla
Ah eski bir fotoğraftan oydular
Orda kaldı yanağımın yarısı
Kendini boşlukla tamamlar
Ah omuzumda bir kesik el ki
Hala hala durmadan kanar

Ah kavaklar ah kavaklar
Acı düştü peşime

Ah kavaklar ah kavaklar
Ardımdan ıslık çalar

Ortadan yırtılacak ve makasla yırtılacak siyah kazaklı resimler yok artık. Elimizde telefonlar yüzlerce resim çekiyoruz, akıbetleri meçhul. Binlerce ıslığın kapalı tavanına vurup beton etkisi yaptığı yıllar geçti, şimdi telefon ışıkları var onun yerine. Yeni nesil tribüncüler ondan da rahatsız "şarjı yiyor abi , powerbankte almıyorlar stada, yapmayın şu ışık showu..."

Ali Kırca yok, Sezen Aksu yok, Rumeli Hisarı yok, Onno Tunç yok, Şener Şen'in filmleri tutmuyor, Altan'ın barı hâlâ açılamadı, sadece 15 günde bir değil 7/24 yaşayacak canlı stadyumlar hani?

2005 yılında Ali Kırca, Sabah'ın laik yıllarında kurgusal bir yazmıştı Sezen Aksu ile ilgili  "öldüğünü yazdı okumadın mı beni manşetlerden" tarzında.

Fanları "Ağzını hayra, götünü bayıra aç" diyerek önce kızmış, sonra da "Adam haklı lan galiba" olmuşlardı. 

Son zamanlarda girdiğimiz nostaljı tünellerinin ucu bombok yerlere çıkıyor ve nedense finali hep "Yahu zaten hepimiz öleceğiz, neyin peşindeyiz" muhabbetine bağlanıyor.  Ha; bir de kimseye can-ı gönülden "Peşindeyiz" diyemiyoruz körü körüne. Bu bir sanatçı olsun, takım olsun, siyasi parti olsun. "Peşindeyiz" den "Kredi kartındayız" a döndüğümüzden beri böyle bu. Üzerimizde hep o Veresiye Satan tedirginliği.

Pazartesi, Şubat 5

Koku


Hayatımda çok nadir olan bir şey yaşandı ve filmi çekilen bir romanı, izlemeden önce okudum. Fakat herhalde bu kadar kararsız kaldığım başka bir roman olmamıştır. Çok sevdiklerim var, hiç sevmediklerim var, aklıma takılanlar var, düşündürenler var; fakat Koku'dan bir şey çıkmıyor. Sayı doğrusunun tam ortasındaki 0 gibi...

Yine de sıfır değil. Bir kere, Süskind Alman olsa da nedense yazı stili ile bana Hugo'yu hatırlattı. Okurken sıkılmadığım, hatta merak ve heyecanla takip ettiğim bir kitaptı. Fakat herkesi kendisine hayran bıraktıran sonuna dair bakışım biraz olumsuz. Beklentim çok yüksekken, basit bir son gibi geldi. Bütün o tempodan sonra bambaşka bir şey çıkacağını düşünmüştüm.

Belki de burada kendimi suçlamayalım. Kitabın sonunu çok da hatırlamıyorum ama sonunu ne zaman ve nerede getirdiğimi çok iyi hatırlıyorum. O gün tüm konsantrasyonum dağılmıştı. Kendimi kitaba verememiştim. Gerçi kitap çok da önemli değildi ama şimdi kitabı düşününce eksik kaldığımı fark ediyorum.

Yine de hayal meyal cümlelerini hatırladığım o son kısmı düşünmezsek; gidiş yolundan yüksek puan verebilirim. Çünkü kitap içinde, kurgusal bir romandan daha fazlasını barındırıyor. Toplumsal eleştiriler, tespitler, felsefi fikirler, düşünceler... Bunda, o çok beğenmediğim sonunun da payı var gerçi. Yine de içimde, filmini izlemek için bir istek oluşmadı. Bu kadar yeter.

Süskind'in kalemini çok beğendim, diğer kitaplarını okumak istedim ama yorumlar bu kitabın onun başyapıtı olduğu yönünde. Zaten az kitap okuyan biriyim ama bakalım. Sanırım uzun bir süre kendisine denk gelemeyeceğiz. Toplasan altı kitabı var. Yollar bir daha zor kesişir.

Pazar, Şubat 4

İtalyasız Yaz


"Daima koyu bir Milli Takım taraftarıydım. 1986 Dünya Kupası'nı hayal meyal hatırlasam da 1990 Dünya Kupası hâlâ capcanlı hafızamda. Özellikle de Dünya Kupası şarkısı; Edoardo Bennato ve Gianna Nannini - Un'state Italiana!


'Oyunun kurallarını değiştirecek bir şarkı olmayacak belki
Ancak her şeye rağmen bu macerayı sınırsızca kalbim ağzımda yaşayacağım'


Benim jenerasyonumdaki futbolcular için bu şarkı marş haline gelmişti. 2006'da Almanya'ya giderken hepimizin kulaklıklarında bu şarkı vardı. Hatta bazılarımız Euro 2012'de bile dinliyordu. Yıllar sonra bugün bile hâlâ çok güncel, 27 yıl sonra bile."

Andrea Pirlo

Cumartesi, Şubat 3

The Overnight


The Overnight, bence IMDB'deki 6.1'ten fazlasını hak eden bir film. Sadece 79 dakikalık bir çerez. Bir çırpıda bitiyor. Eğlendiriyor, güldürüyor. Belki evli çiftleri de düşündürmüştür.

Jason Schwartzman filmin yıldızı. Onun yanında üç kişi daha var. Mekan belli, karakterler belli. Akıp gidiyor. Beklentiler düşük tutulursa; tam gece 1-2 arası sızmadan önce takılacak ve huzur içinde uyutacak filmlerden...

Cuma, Şubat 2

Perşembe, Şubat 1

Adak


Adak, Türk sinemasının kıyıda köşede kalmış ama oldukça vurucu filmlerinden biri. Tarık Akan'ın ve Atıf Yılmaz'ın sayısız filmlerinin arasında ufak bir yer alıyor. Hiçbir zaman akla ilk gelenlerden olmuyor. Fakat izledikten sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki; hem tekniği hem de derdi ile külliyatta önemli bir yer edinmeyi hak ediyor.

Sessiz film gibi neredeyse. Aktörlerin repliğini duymak imkansız neredeyse. Sadece olaylar gelişiyor ve o gelişim esnasında karşımıza röportajlar çıkıyor. Röportajlar önemli, çünkü film gerçek bir hikayeden yola çıkılarak yapılıyor.

1970'li yıllarda Erzurum'un bir köyünde çocuğunu bir adak nedeniyle kurban eden baba Müslüm Kara'nın olayı... Tarık Akan ve Necla Nazır, o olayın tanıklarını canlandırıyor.  Röportajlar ise gerçek olayın topluma ve adalete intikal etmesiyle rol kazanan insanların; avukatların, hakimlerin yorumları... Bu kısımları anlatmak zor. Fakat filmin farklılığını yansıtan kısımlar buralar.

Filmde ülkenin o dönemdeki çelişkili halini görmek mevcut. Bahsedilen olay, doğuya özgü. Oraların yüzyıllardır varolan bir gerçeği. Fakat arada girip konuşanlar ve cümleler bir Cumhuriyet simgesi. Cumhuriyet köklü ama henüz 50 yaşında. Bir tarafta çaresiz ve cahil kalan bir kesim, diğer tarafta onlara anlam veremeyen varlıklı insanlar. İkisi aynı anda, aynı ülkede yaşıyorlar. Harika bir film! Hatta belki de muazzam bir sosyolojik çalışma...

Senaryo Başar Sabuncu'ya ait. Böyle farklı bir iş de o yıllarda ancak ondan çıkardı.  Tarık Akan gözlerden kaçan harika oyunculuklarından birini ortaya koyuyor. Yaman Okay da filme omuz verenlerden..

Her şeye rağmen Türk sinemasının eleştirilecek bir kısmından da bahsetmek lazım. Sene 1979. Yani çok da tarih öncesi bir durum değil. ABD, Avrupa başyapıtlarını ortaya koymuş bile. Oysa bu kadar usta ismin görev yaptığı filmde bile en ufak aksaklıklar ortaya çıkıyor. Dublaj çok kötü ve göz alıyor. Hamile kadın bile düzgün değil, göze batıyor.

Yine de emek müthiş, film sert...