Pazar, Ocak 27

Eski Günler


Charles Shackleford, Türkiye basketboluna çok uzun süre renk katmadı ama o kadar büyük iz bıraktı insan onu hatırlamadan edemiyor. Tabi ki herkesin aklında Malaga maçında, kaçırması gereken serbest atışı sokması var. Belki de Türkiye kariyerinin kısa sürmesinin nedeni de oydu. Pek fazla beğenilmediğini hatırlıyorum. Oysa bir Galatasaray maçında çok iyi oynamıştı. Henüz daha sezonun başıydı, yeni gelmişti. Galatasaray'ın, Ülker'e ve Efes'e kafa tutması bile önemli bir olaydı. O maçta da Galatasaray fena değildi ama Shackleford ve Pete Williams çok iyi oynamışlardı. Haliyle kazanan Ülkerspor olmuştu.

Bir de adı zor söylenirdi. Biz zaten çocuktuk, söyleyemezdik ama İsmet Badem ve Murat Murathanoğlu bile birbirlerinde farklı telaffuz ederlerdi. 1995-96 sezonunda Türkiye Basketbol Ligi'ndeydi. Ligin güzel zamanlarıydı. Uzun süren kuraklığın hemen öncesiydi. Aynı sezon içinde hem Conrad hem de  Shackleford ligdeydi. İkisi de toprak oldu. İnsan şaşırıyor. Onlar çok erken gitti; bu kabul ama bir yandan da o kadar sene hangi ara geçti?

Shackleford öleli tam iki sene olmuş. 23 sene öncesi hafızalarda çok daha taze gibi oysa...

Cuma, Ocak 25

Kuyucaklı Yusuf



Geçtiğimiz günlerde bir röportaj ülkede gündem oldu. Gazete Duvar'a konuşan Prof. Dr. Nükhet Sirman'ın Türk aile yapısına ve devletin bu konudaki geleneğine yönelik yorumları, günümüzün muhalifleri tarafından eleştirildi. Zira onlara göre, Cumhuriyet'ten hemen sonra ülkede sadece fakirlik vardı ve onunda dışında her şey güllük gülistanlıktı.

2019 ile bağdaşmayan bazı kararların, uygulamaların ve anlayışların sosyal hayatın içinde olduğunu kabul edemiyorlar. Oysa bu çok hayalci bir bakış açısı. Yaşamadığımız ama etkisini hissettiğimiz tarihten bu kadar kopuk olmamız normal sayılabilir ama bunları dile getireni de kötülemek de üzerimize yapıştırdığımız 'aydınlık' etiketlerinde uygun düşmüyor.

Röportaj ana konumuz değil. Orada söylenenlere girmeyeceğiz. Genel bir tasvirle, Sirman'ı eleştiren kitlenin; okumaya, edebiyata, modern yaşama meraklı olduğunu söyleyebiliriz. Sık sık sosyal medyada kitap paylaşımlarında bulunan bu kitlenin favorileri arasında Sabahattin Ali de var. Bunu; son dönemde çok satan 'edebiyat' dergilerinin içeriğinden de anlayabiliyoruz. Fakat o çok sevdiğimiz yazarların bir hayatları, girmiş oldukları bazı mücadeleler var. Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'u da devletle mücadele etmek zorunda kalan kitaplardan.

Kitabı okuyanlar bilir. Ali, taşra yaşantısını baştan aşağı eleştirir, aile de bundan nasibini alır. Hatta kitabın hemen başında negatif bir evlilik tasviri de vardır. İşte en başta bu tasvir nedeniyle ve birçok gerekçeyle daha, Kuyucaklı Yusuf, 1937 yılında "Halkı aile hayatından ve askerlikten soğuttuğu gerekçesiyle" toplatılır. Bazı kitapçılar, kitabı sattığı için suçlanır. Tabii Ali de mahkemelik olur. Askerlerin kurduğu yeni bir devlette, zor savaş yıllarının hatıraları bu kadar tazeyken ve halkın askerlikle bağları bu kadar güçlüyken 'askerlikten soğutma' kısmını anlayabiliriz. Zaten şimdilerde bile varolan bir durumdan bahsediyoruz. Peki ya aile hayatı? "Özgür cumhuriyet dönemine"  uygun kaçıyor mu?

Bunun cevabını Sirman'ı yerin dibine sokanlar cevap versin. Neyse ki Ali; başta Reşat Nuri Güntekin olmak üzere birkaç bilirkişi raporu sayesinde beraat ediyor.

İşte Kuyucaklı Yusuf oralardan çıkıp, bugünlere kadar geliyor. Dava savcısının "emsallerinden üstün" diyerek nitelendirdiği bu roman, Türk edebiyatından önemli bir yere sahip. Zaten o yıllarda çok yeni olan roman türü, belli kalıplar üzerinden ilerlerken Kuyucaklı Yusuf, sahayı genişletiyor. Şehirden, hatta İstanbul'dan çıkan roman artık taşraya geliyor. Ben çok hakimim değilim ama Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi isimlerin öncüsü olduğunu belirtenler var.

Tabii ilk ve öncü olmanın bazı sorunları var. Daha doğru bu sorunlar, 2018'de okuduğumuzdan, bizim için oluşuyor. Benim beklediğim kadar güçlü bir roman olmadığını söylemek zorundayım. Yusuf da sandığım kadar güçlü bir karakter değildi. Zaafları olduğu gibi, beylere kafa tutan bir karakter de değildi. Ben onu biraz daha, Köroğlu gibi, İnce Memed gibi bir Anadolu efsanesi olarak kurgulamıştım... Fakat Yusuf, bir ara devlet görevlisi bile olan, ait olmadığı topluma karışıp normalleşen, kendi karalarının ve hatta fikrinin dahi arkasında duramayan bir karakter. Bazı yerlerde "muhteşem bir aşk" olarak yorumlanan Yusuf - Muazzez ilişkisi de oldukça sönük kalıyor.

Benim kitaptaki favori karakterim Selahattin Bey. Kendisi yaşadığı toplumu çözmüş ama onunla savaşmaktan vazgeçmiş, hatta belki de hiç savaşmadan kabullenmeye geçmiş bir karakter. Şahinde gibi biriyle evlenip, onunla uzun süre yaşadığı için okuyucu çok şaşırtıyor. Yine de sistem tarafından yenilgiye uğrasa da, sisteme dahil olmamasıyla 'kaba kuvvet' Yusuf'tan daha ideal bir kahramandır gözümde. Yusuf'a verdiği öğüt, kitabın önemli bölümlerinden biridir bana kalırsa

"Benim şurada üç günlük ömrüm kaldı, aklında bulunsun diye bunları söylüyorum. Hayatta fazla şey bekleme. Dünyada her felaketin içinde en az zararla sıyrılmanın yolu hayata uymak, muhite uymak, hiç sivrilmemektir… Hayatı olduğu gibi kabul etmeli ve ona bir şey ilave etmemeli, ne de ondan bir şey eksiltmeli. Bazı şeyler vardır canımızı sıkar. Bu neden böyle? Böyle şeyleri dünyadan kaldırmalı, deriz… İnsan dediğin mahlûk hiçbir şey değiştiremez. Bunun için gönlünün rahat olmasını istersen, gördüğün fenalıkların bile bir hikmeti olduğunu düşün ve yeryüzünde olmayan iyilikleri ortaya getirmek sevdasına kapılma… Sonra en mühimi: kendini halinden şikâyet etmeye alıştırma. Ömrünün sonuna kadar dövünsen bu hayatın cefası tükenmez." 

Kitabın son kısmında, cumhuriyet döneminin hülyalı yazarlarını görüyoruz, onları biraz daha anlıyoruz. Bir devletin yıkılmasını, sonra yeniden kurulmasını, arada kalmayı, eskinin köhneliği ama özlemi, yenin çaresizliği ama umudu, uzak ve mutlu diyarların hayali yazıya karışıyor. Yine de o güzel anlatıma rağmen kitap, bir çok soru işaretiyle sonlanıyor.

Fakat sonradan öğrendiğime göre Ali, bu eseri bir üçleme olarak düşünmüş ama devamını getirememiş. Zaten romanda da kopukluklar çok belirgin. Kitap bittiğinde oluşan soru işaretlerinden biri Kübra! Muazzez'den çok daha güçlü ve ilgi çekici bir karakter olan Kübra, bir anda ortadan yok oluyor, sonrasında da tekrar hikâyaye dahil olamıyor. Romanın zayıf noktası olarak değerlendirirken, aslında ikinci kitabın adının "Çineli Kübra" olduğunu öğrendim. Çok da meraklandım. Keşke devamı gelseymiş!

Sabahattin Ali, 1948'de öldürüldü. Kuyucaklı Yusuf da 1937'de basıldı. Yazar, 11 senede, ikinci kitabı yazabilirdi. Fakat insan ne zaman öleceğini ve öldürüleceğini bilemediği için ötelemesi de normal. 41; ölmek için genç bir yaş!

Yine de tek bir kitap olarak değerlendirince Kuyucaklı Yusuf'a çok iyi puan veremeyeceğim. Kürk Mantolu Madonna ve İçimizdeki Şeytan çok daha iyi eserler bana göre. Maria Puder, Macide, Raif Bey gibi  karakterler de Yusuf'tan ve Muazzez'den öndedir, daha ilgi çekicidir.

Roman biraz yeni moda Türk dizileri kıvamında ilerliyor. O kadar romanın dizisi çekilmişken, Kuyucaklı Yusuf'un neden atlandığını çözemedim. Bulunmaz bir nimet aslında. Hem ağalık, zorbalık var, hem silahlar patlıyor, hem aşk ekleniyor... Herhalde içinde pek zenginlik, şatafat olmadığı için rağbet görmemiştir! Oysa zamanında bir filmi de çekilmiş. O da çok iyi sözlerle anımsanmıyor gerçi... 




Salı, Ocak 15

Filmlerle Sosyoloji


Sinemaya ilgimiz hız kesmeden devam ediyor ama sosyolojiyi unutmuşuz. Bu kitabı okuyunca bir kez daha anladım. Oysa çok keyifli bir çalışma. Lancaster Üniversitesi'nden Bülent Diken ve Aarhus Üniversitesi'nden Carsten Laustsen altı tane meşhur filmi, birey ve toplum üzerinden yeniden okuyor, değerlendiriyor. Hamam, Sineklerin Tanrısı, Tanrı Kent, Dövüş Kulübü, Brazil ve Hayat Güzeldir değerlendirilen filmler. Aralarından sadece Hamam'ı izlememiştim ama ona dair bölümü okurken de zorlanmadım. Ne de olsa Doğu-Batı çatışması konu olunca filmi izlemeden de meseleyi kavrayabiliyoruz.

Fakat sosyolojiden uzun yıllardır uzak kalmanın sıkıntılarını, kitabı okurken çokça yaşadım. Yapılan atıfların, alıntıların ne olduğunu unutmuşum. Neyse ki sinemaya hakimiz. En beğendiğim bölüm, Sineklerin Tanrısı oldu. Şu anın Türkiyesi ile paralellikler kurmayı kolaylaştırıyor. Zaten kafamızda gezinen türlü türlü düşünceler varken, o bölüm sayesinde çok daha sağlam temeller kurabilme imkanı buldum.

Kitabı uzun uzun değerlendirmek, karşı çıktığım yerleri belirtmek, katıldığım noktaları vurgulamak isterdim ama pek haddim olmadığına eminim. Hamam'ı da izlemek lazım...

Pazartesi, Ocak 14

Cazibe Merkezi


İstanbul'un eski fotoğraflarını görünce uzun uzun bakıyorum. Neymiş, ne olmuş... Güzel bir kıyas malzemesi çıkıyor ortaya. Özellikle anne-babamın gençliğine tekabül eden dönemler beni daha da meraklandırıyor. Aynı yerlerde büyümüşüz ama hiç de aynı değilmiş. Ne kadar da ilginçmiş. Yaklaşık kırk sene önce; insanlık tarihinde kısacık bir süre, ama bambaşka bir çağ gibi...

Bu sefer bir fotoğraf değil reklam çıktı. Kendimi garip hissetmem için çok fazla bireysel neden var ama bunların hiçbiri önemli değil. Yine de reklam hoş. Sanki Geleceğe Dönüş!te Hill Valley'in yapıldığı döneme denk gelen Marty gibi hissediyoruz. Elimize böyle bir afiş tutuşturuyorlar sanki. İnsan şaşırıyor; her şey farklı...

Bakireler Tapınağı denizin ortasında duruyor. Şimdilerde Migros'un otoparkında. Apartman yok. Tarlalar var. "Banliyo trenleri durur" diyor ama yaklaşık altı senedir durmuyor! İnsanlar denize girmeye buraya geliyormuş... Sadece birkaç sene sene önce.

Pazar, Ocak 13

İmkansız Olasılık


Serkan Ercan sevdiğim bir oyuncu. Bir televizyon filminde oynadığını öğrendiğimde merak etmiştim. Fakat televizyon filmlerinin bir sıkıntısı var. Saati kaçırırsanız, filmi de kaçırırsınız! Ben de İmkansız Olasılık'ı televizyonda (TRT) yayınlandığında izleyememiştim. Daha sonra film hakkında bilgilere bakarken Görkem Kasal'ın da olduğunu öğrendim.

Görkem Kasal şeklinde yazınca garip durdu. Kendisi, blogda adı sıkça geçen Mahir'in arkadaşıydı. Yani bizim için sadece Görkem! Zamanında çok bir araya gelmişliğimiz vardı. Genellikle futbol konuşmaya çalışırdık ama onun hayalleri vardı, bize onları anlatırdı. Açıkçası biz de küçük küçük esprilerle dalga geçerdik. Kırıcı olmazdık ama hayalleri büyüktü. Mesela Sıla'nın bir klibinde oynamıştı. Mahir de o konuya çok takmıştı. Görkem, klipte sadece arkada yürüyordu. Yüzü bile net gözükmüyordu. Bu da Mahir'in iğnelemeleri için yeterliydi.

Sonrasında koptuk tabi. Aradan yıllar geçti, bir de baktım; İmkansız Olasılık'ta o da oynuyormuş. Sevindim. Filmi bir şekilde yakaladım. İzledim. Bir daha sevindim. Umarım yolu açık olur.

Diğer yandan film de fena değilmiş. Bir televizyon filminden beklentiler ne kadar olmalı; bu ayrı bir konu. Üstelik devlet televizyonunda yayınlanan, sosyal sorumluluk projesi adı altında değerlenirebileceğimiz, mesaj kaygısı güden bir filmden bahsediyoruz. Bütün bunlar, filmin ve hikayenin duygusunu öldürme konusunda gizli düşmanlardır. Buradan çok güçlü film çıkarmak zordur. Fakat ekip bunu başarmış.

Biraz Dangerous Minds esintisi var. Olmaması da mümkün değil. "Sorunlu öğrencilere öğretmenlik yapmak" sinemanın sevdiği konulardan. İdealist öğretmenlere de hasret olduğumuz için televizyon ekranında görünce bile mutlu oluyoruz. O yüzden çok kaliteli bir film olmasa da; bariz eksikleri da sonuna kadar izlettiriyor. Zaten 90 dakikalık; hap bir film... 

Bilen bilir; müfredatın dışında çıkan öğretmenleri severiz. Tarık Hoca (Serkan Ercan) da onlardan biri.

Cuma, Ocak 11

Türk Telekom 87 - 81 Galatasaray



Blogu boşlamanın sıkıntılarını yaşıyorum. Gittiğim maçları, kişisel tarihime not düşmek adına buraya yazmayı seviyorum. Eskiden maçların en fazla bir gün sonunda yazı bloga atılmış olurdu. Fakat artık ben yazana kadar aradan haftalar geçiyor. Sakaryaspor - Samsunspor maçında da benzeri olmuştu ama en azından o karşılaşma ilk yarının son maçıydı. O gün lige ara verildi. 2018'in son günlerinde gittiğim Türk Telekom - Galatasaray maçının ardından ise iki takım maç yapmaya devam etti. Yani maçın üzerinden çok sular aktı, haliyle yazının güncelliği kayboldu.

Neyse ki bu bir basketbol maçı. Uzun uzun bir analiz yapmaya yetim yok. Üstelik bu sezon çok az basketbol maçı izledim. Salonlardan da elimi ayağımı çekeli çok oldu. Futbolda Passolig gibi somut bir nedenim varken, basketbola bu kadar soğuk davranmam ilginç. Zira ortada hiç bir nedenim yok. Sadece üşengeçlikten. Fakat bana da hak verilebilir, çünkü salonlar çok uzak. Sinan Erdem, Akatlar, Ayhan Şahenk, Ülker Arena... Hiçbirine tek vasıta ile gitmem mümkün değil. Ankara'ya gittiğimde ise şehrin tam ortasında bir salonla karşılaşmak büyük keyif oluyor. Tek bir metroyla, en fazla aktarma yapa yapa salona gidebiliyorsunuz.

Bir cumartesi günü saat 15.15'te başlayacak maça yoğun bir ilgi olmaz sanıyordum. Fakat Ankaralılar maça akın etmiş. Galatasaray her zaman Ankara'ya gelmiyor. Hem de başkan Mustafa Cengiz'in tabiriyle "Son 20 yılın en büyük zaferini" yaşadıktan bir hafta sonra parkeye çıkmak kolay rastlanan bir durum değil. Bu yüzden olsa gerek Ankaralı Galatasaraylılar maça akın etmiş.

Maçtan önce bir süre maçı hangi tribünde izleyeceğimi düşündüm. Eskisi kadar derin olmasa da serde bir Galatasaraylılık var. Fakat deplasman tribününe girip, geç çıkmayı kaldıramazdım. Üstelik pota arkasından maç izlemek de kolay değil. Türk Telekom'un Ankaragücü tayfasını karşıya alıp, oturarak maç izleyen basketbolseverlerle salonun ortasından maçı takip etmek cazip geldi. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı.

Herkesin koltuğunda oturma isteği medeniyet talebi olabilir ama maçın bir periyodu boyunca insanların devamlı ayakta koltuk koltuk gezinmeleri tüm konsantrasyonumu bozdu. Rahat maç izlemeyi yaygınlaştırmak için getirilen sistem, salona erkenden gelip yerine oturan adamın bir periyot boyunca sahaya bakamamasına neden oluyor. Ankara seyircisi, ufacık salona bir saatte yerleşemedi. 

Devamında da basketbolun VAR'ı devreye girdi. Hakem heyeti her pozisyonda masaya geldi. En ufak tartışmalı kararı monitörden izlediler, tartıştılar. Basketbolda kurallar daha keskin, en ufak karar da büyük farklar oluşturuyor. Yani pozisyonların titizlikle incelenmesini anlayabiliyorum. Fakat diğer yandan maçı anlamak, maça girmek zorlaşıyor. Haliyle son yıllarda izlediğim en sıkıcı maç oldu.

Gerçi maçın kendisi sıkıcı değildi, sıkılan bendim. İki takım da tempolu oynadı. İki takım da skor üretti. Keyifli bir basketbol vardı. Skora da yansıdı. Türk Telekom'un kadrosu Galatasaray'a göre daha ağır basıyordu. Zaten maç öncesinde Galatasaray'dan büyük beklentilerim de yoktu. Sezona kötü başlamışlardı, buna rağmen bir önceki hafta Fenerbahe'yi, daha öncesinde de Beşiktaş'ı yenmişlerdi. Yeterli!

Fakat puan durumuna bakınca şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Lig maçlarını ara ara izliyorum. Sonuçlara bakıyorum. Transferleri de takip ediyorum. Fakat puan durumuna hiç bakmamıştım. "Zaten Fenerbahçe lider" düşüncesi, puan durumunu bana unutturdu. Oysa Galatasaray ilk dörde kadar yükselmiş. Ben bu sezon play-off yapamayacaklarına şartlamıştım kendimi. Özellikle Euro Cup faciası zihinde "Kötü takım" algısını yaratmıştı. Kadrodaki oyuncular da hem isim olarak hem de izlediğim maçlarda performans olarak tatmin etmedi. Bu takımın ilk dörtte olması çok şaşırtıcı. 

Türk Telekom için ise aynısını söyleyemem. Onların üçüncülüğü oldukça normal.Tecrübeli bir Türk rotasyonu, yanlarında çok iyi yabancılar. Ligin sayı kralı Landesberg, Stimac, Campbell, Gabriel... Lige yeni yükselmiş bir takım olmalarına rağmen yüksek bir potansiyelleri var ve onu da her maç gösteriyorlar. Yenildiklerinde bile güzel maç izlettiriyorlar.

Aslında fena ligimiz yok, sadece Fenerbahçe'nin arayı çok açması kötü oldu. Ligin şampiyonu belliyken, geri kalan maçları hangi motivasyonla izleyeceğiz? Galatasaray, Beşiktaş ve Karşıyaka'nın da eskisi kadar ısıran takımlar olamaması ilgiyi azaltıyor. Yine de sahada güzel bir mücadele var. Tofaş, Telekom, hatta Gaziantep, Bahçeşehir lige renk katıyorlar. Tabi bir de ligin 15 takımla oynanması var. Her hafta bir maç az izliyoruz. Ligin de yayıncısı evlerden uzak... Bunlar da negatif durumlar.

Sorunlar çok. Başa dönersek; salonlara daha çok  gitmek gerek. Ligin kendisi olmasa da maçlar bunu hak ediyor. Bir de salonlar uzak olmasa...

Pazar, Ocak 6

İçimizdeki Şeytan



Kürk Mantolu Madonna'yı okuduğum dönemlerdi. 4 numaralı otobüsle Kadıköy'e giderken kitabı açmış, okuyordum. Altıyol'a yaklaşırken kitabı kapattım.Yavaş yavaş inecektim artık. Yanımda orta yaştan, yaşlılığa doğru ilerleyen bir adam vardı. Kitabı beğenip beğenmediğimi sordum. Ben de okuduğum kısmının tatmin ettiğini söyledim. "Bence İçimizdeki Şeytan'ı oku. O daha güzel" dedi. Adam Altıyol'da indi, ben de Rıhtım'a gittim.

Ben zaten İçimizdeki Şeytan'ı okumayı planlıyordum. Fakat Kürk Mantolu Madonna'yı çok beğenince, ardından da böyle bir referansı, ilginç bir şekilde ve tanımadığım bir kişiden alınca hevesim arttı. Aradan hatırı sayılı bir zaman geçse de, verdiğim sözü tuttum.

İlk baştan söylemek lazım; benim için Kürk Mantolu Madonna, İçimizdeki Şeytan'dan daha güzel bir roman. İçimizdeki Şeytan da kötü değil ama Raif Bey'in öyküsü, hayatı, yaşadıkları beni Ömer'den daha çok etkiledi. Raif Bey'in hayatla, geçmişle, kararlarıyla, gerçekleri ve hayalleriyle yüzleşmeleri ve bunu kimselere belli etmeden yapan hali gönlümü fethetmişti. Ömer'in öyle biri olmadığı kitabın adından bile belli oluyor. Üstelik ilerleyen sayfalarda net bir tasvir de var. Yaptığı her hatayı içindeki şeytana bağlayan bir adamdan bahsediliyor. 

Zaten iki kitabın yazarı da aynı. Kalem aynı, his aynı, yetenek aynı. O nedenle kıyaslama yaparken karakterler ve kurgu öne çıkıyor. Tabi İçimizdeki Şeytan'ın güçlü kadın karakteri Macide'ye saygı duymamak elde değil. 1940'larda tasvir edilen bu kadın karakter, toplumsal yaşamımız için çok kıymetli. Bugünden bakınca değeri belki tam olarak anlaşılmayacak ama Ali'nin bize bıraktığı en cesur miraslardan biri olarak kalacak.

Yaşıtlarım ve çevremdekiler kadar olmasa da buraların düzenine sıkışıp kalmaktan rahatsızım. Haliyle Kürk Mantolu Madonna beni daha çok etkilemiş olabilir, bilemem. Son dönemde daha popüler olması, dizisini çekilecek olması kitaba bir gereksiz bir antipati oluştursa da ben bunu yapamıyorum. Bu Cihangir tayfası da o kadar boş insanlar değil. Bizim kuşak veya belli bir kesim için Kürk Mantolu Madonna'nın şu an birinci sırada olmasını anlamak mümkün. Diğer yandan, bana kitabı öneren yolcunun yaş grubu için de İçimizdeki Şeytan daha makul olabilir. Zira artık onların hatalarıyla, kendileriyle yüzleşme zamanıdır. Bilemiyorum. O yaşa gelirsek, o zaman daha iyi anlarız. Fakat anlayabiliyorum. Tabi sadece yaş grubu ile alakalı bir ayrım değil. Daha çok karakterin olduğu, daha felsefi, daha toplumsal bir kitaptan bahsediyoruz. Fakat benim nazarımda daha hisli ve güçlü değil.

Fakat sonradan öğrendim ki, kitabın bir de kişisel yönü varmış. Zaten politik bir kitap olduğu belliydi ama Ali'nin kişisel husumetlerini de içinde barındırıyormuş.  Kürk Mantollu Madonna daha bireysel bir hikaye ama çok geniş çevreye ulaşabiliyor. İçimizdeki Şeytan'ın toplumsal tarafı daha belirgin ama kişisel bir durumdan besleniyor. Bu nedenle.bazı taraflarının eksik kalması, ilk okunduğunda tam oturmaması normal. Ömer'in yakın arkadaşı Nihat'ın Nihal Atsız olması, Peyami Safa'nın, Necip Fazıl'ın kitapta karakterlere ilham olması, tüm düşüncelerimi başka bir yöne çevirdi.

Tabi bu eşleşmeleri Ali'den duymadık. Fakat birçok kaynakta yorumlar böyle. Nihal Atsız'ın da bu kitaba "İçimizdeki Şeytanlar" başlığı altında verdiği bir cevap var. Yukarıda bahsedilen eşleşmeyi kabul eden, Ali'ye bel altı vuran, küçük düşürmek için fiziksel özelliklerini bile aşağılayan bir yazı. Belli ki roman Atsız'ı çok sinirlendirmiş. Sadece kendisine ve çevresine yapılan saldırıları değil, karşı tarafın düşünceleri ve hayat tarzı bile onu rahatsız etmiş. Hatta Macide karakterini fahişe olarak nitelendirmiş. Fakat kitabı okuyunca da Ali'yi sinirlendiren durumların olduğunu da görebiliyoruz.

İnternette kitap yorumlarına baktığım zaman "Ali'nin aydınların yapmacık dünyasına eleştiri" tadında cümlelere rast geldim. Bizim ülkemizde 'Aydın' kelimesinden ne kast edildiği, hele bir de eleştiri içinde kullanılıyorsa, bellidir. Oysa bu kitapta eleştirilen insanlar, şiir veya makale yazsa da, o 'aydın' tanımının içine girmediklerini söyleyebiliriz.. Hatta daha çok,  aydınları eleştiren insanların kahramanları olarak tasvir edilmiş. Söyledikleri ve yaşantıları arasındaki farklar, ikiyüzlülükler, başkalarının hayatlarına müdahaleler, başkalarının hayatlarını zindan etmeler, dedikodular, küçümsemeler... Atsız'ın cevabında bile bunlardan sıkça var.

Ömer de (Sabahattin Ali) çevresindeki insanlar da kusurlu insanlar. Ömer'in kendisinin farkına varması, onu diğerlerinden en kadar ayırır? Üstelik bahsettiği ve bahsedildiği kadar zeki ise, önceki saflığı ne kadar hoş görülebilir? Bunlar ayrı ve geniş konular. Kitabın asıl vurucu karakteri ise Hafız Hüsamettin Bey'dir. Çevresinde olan bitenlerden sakınamadığı için kendisini bir anda yok eder, kendi kendisini cezalandırır. Giderken de Ömer'e "Bana dünyanın hakikaten suratına tükürülmeye bile değmez olduğunu ve bu dünyada suratına tükürülmeyecek bir tek, ama bir tek insan bile bulunmadığını sağlam bir şekilde ispat ettin." der. Kilit bir rolü, önemli bir tiradı vardır. Kitabın anlatmak istediğini özetler.

Diğer yandan 1940'ta yayınlanan bu roman Türkiye'nin yakın tarihine de bir parça ışık tutuyor. Bazı okuyucuların "Bugünlere ne kadar benziyor" şeklinde yorumlar yazdıklarını gördüm. Zaten öyle olması gerekiyor, zira bu çarpışma, bu sorunlar, bu meseleler, son 20 yılın, hatta son 80 yılın konusu değil. Belki 200 yıllık bir sorun. Bizim yaşantımıza denk geldiği için kendimizi bahtsız saymamız biraz haksızlık gibi.  Eski fotoğraflara bakıp "O dönemler ne kadar güzelmiş, biz hangi cehenneme düştük" demek ise işin en kolayı. 

Unutmayalım ki Sabahattin Ali, 1948 yılında, 41 yaşındayken öldürüldü....





Cumartesi, Ocak 5

Sakaryaspor 2-2 Samsunspor


Maç oynanalı üç hafta oldu ama biz bloga daha yeni atabiliyoruz. Çok da yoğun değildim ama bu iş biraz alışkanlık istiyor. 'Yarın yaparım' diye öteledin mi, erteleye erteleye gidiyorsun.

Neyse ki o günden kalan hatıralar çok taze. Futbol için şehir şehir dolaşmayı çok seviyorum. Eskiden bunu Galatasaray üzerinden kurgulamak çok kolaydı. Tuttuğun takım zaten bir motivasyon kaynağı oluşturuyor. O takım, büyük kulüp olunca milyonlarca taraftarı oluyor. Haliyle sen de çevrende aynı takımı tutan yüzlerce arkadaşını barındırabiliyorsun. Bir deplasman için yol arkadaşı bulmak da kolay oluyor. Fikstürden maç seçmek gibi bir lüksün de var. Gaziantep'e gitmezsin, iki hafta sonra Ankara'ya gidersin. Malatya soğuk gelir, Antalya'ya iner hem tatil hem hem maç planı yaparsın.

Fakat artık o günler eskide kaldı. Passolig boykotuna devam edeceğim. Bu da izleyebileceğim maçların, liglerin sayısını azaltıyor. En üst lig 2.Lig! Şikayetçi değilim. Çok severek takip ediyorum. Fakat o ligdeki maçları izlemek için ekstra motivasyonlar lazım. Birincisi İstanbul içindeki takımların stadyumları çok uzak. Eskiden Kadıköy'den Karagümrük'e gitmek zor gelirdi, şimdi Karagümrük bile kendi sahasında değil. Olimpiyat'a gidiyorlar. Maçların büyük bir kısmı sabah (Bizim için sabah) 13.30'da, o da biraz üşendiriyor.

Tüm bunları yazdıktan sonra Sakarya'ya gitmek çelişki gibi durabilir. Fakat Pendik-Arifiye treninin sadece bir saat sürdüğünü düşününce, yolun çok da zor olmadığını görebiliriz. Burada önemli olan organizasyon. Sakarya'da yaşayan arkadaşımız biletleri aldı, biz de İstanbul'dan üç kişi yola çıktık. Hafta içinde alınan kararla maçın 19.00'a çekilmesi de güzel oldu. Planlarımızı 13.30 için yapmıştık. Öyle olsaydı yine gidecektik ama 19.00 kararı, günü daha da tatlandırdı.

Sakarya'ya daha önce, yine maç için gitmiştim. 2012 yılıydı. Sakaryaspor - Akhisarspor maçıydı. Altı yıldan fazla süre geçmesi inanılır gibi değil. O günden sonra ben de Sakarya da, Sakaryaspor da çok değişti. O günlerde Sakarya'ya trenle gidemiyorduk. Hatta "Tren seferleri başlamadan gelmem" yazmıştım. Şimdi trenle gidebiliyoruz. Fakat kalkış noktamız Pendik; Haydarpaşa hâlâ kapalı...

Altı sene önceki Sakarya, depremin izlerini atamamış gibiydi. Aradan 13 sene geçmişti ama melankolik ve yaralı bir hali vardı. O 13 sene değişime direnmiş gibiydi ama sonraki altı senede biraz daha çok değişip geliştiklerini görebildik. Tabi insan o şehirde yaşamadan bilemez. Günübirlik gelip, şehrin en güzel yerlerini gezip döndükten sonra sağlıklı değerlendirme yapmak kolay değil. Fakat zaten altı sene önce de aynı şeyi yapmıştık. Benzer bir deneyim, farklı gözlemler. 

Tabi bizim için en önemli değişim stadyum. Eski Atatürk Stadyumu yıkık dökük bir şekilde duruyor. Oraya artık millet bahçesi mi yapılacak alışveriş merkezi mi ilgilenmiyorum. Sakaryalı bu duruma ne diyor onu da bilmiyorum. Fakat yeni stadyumun kapasitesini duyunca hayret ettim. 25.000!

Eskişehir, Samsun, Diyabakır, Adana, Kocaeli gibi şehirler genelde 33.000 kişilik stadyumlarla ödüllendirildiler. Sakarya şehri onlar gibi bir büyükşehir değil. Nüfusu az. Sakaryaspor da son dönemlerde alt liglerde. Fakat oradaki futbol sevgisini bilmeyen yok. Alt liglerde bile tribün doldurabilen bir kitle var. Er ya da geç bu kulüp Süper Lig'e çıkacak ve bu yepyeni 25.000'lik stad az gelecek.

Zaten Samsunspor maçında da aynısı oldu. Stadyum ağzına kadar doluydu. Bence fazlası bile vardı ama o konuya girmeyelim, sonra bu lige de Passolig gelir. Maça ilgi olması doğaldı. Sezonun en önemli maçlarından birini izledik. Beyaz Grup, bu sezon oldukça zorlu. İçerisi Şampiyonlar Ligi gibi. 2.Lig'i stadyumdan daha çok izlediğimi söyledim ama burada da Beyaz Grup, Kırmızı Grup'a göre çok önde. Pendikspor bana çok yakın, Bodrumspor el altında sayılır, Sakaryaspor'un da yoluna alıştık. Yarış da çok heyecanlı. Hafta başlarken Sakaryaspor lider, Samunspor arkasında, Sarıyer takipteydi. Gündüz seansında Sarıyer deplasmanda Uşakspor'u son dakika golüyle yenince hesaplar karıştı, izleyeceğimiz maçın önemi biraz daha arttı.

Maça kadar geçen sürede şehrin ilgisini görebildik. Seneler önce bir üst ligde izlediğimiz Sakaryaspor, bu kadar merkezde değildi. O zaman şehrin bir kırgınlığı vardı. Şimdi ise alt ligde olmalarına rağmen heyecan daha büyük. Formalı, atkılı insanların sayısı çok fazla. Merkezde toplanıp yürüyüş yapan geniş bir grup da vardı. Bu hava maçı da etkilemiştir muhakkak.

İki takım hakkında kulaktan dolma bilgilerimiz vardı. Bu bilgiler ışığında Sakaryaspor'un daha avantajlı olduğunu düşünüyordum. Bir kere iç sahada, muhteşem bir atmosferde maça çıkacaklardı. Ayrıca İsmail Ertekin göreve geldiğinden beri hiç yenilmemişler, sadece bir kez berabere kalmışlardı. Gerçi Samsunspor da fena bir tabloya sahip değildi ama sonuçta deplasman takımıydı.

Fakat maç beklediğimiz gibi başlamadı. Maçtan önce kendi aramızda yarı şaka "Böyle maçlarda maçın başında gol yemek adettendir" cümlesi gerçek oldu. Samsunspor, 6. dakikada Samet'in harika golüyle öne geçti. Haliyle golün ardından da kendi sahalarına geçtiler. Oyunu çirkinleştirmediler ama alan daraltarak rakibi zora soktular, oyunu kısırlaştırdılar. Rakibe çözüm bulamayan Sakaryaspor'un imdadına ise Samsunspor'un savunması yetişti. Sağ tarafta Erhan Kartal'ın dalgınlığı, rehaveti ve sakarlığı Sakaryaspor sol beki Canberk'in ceza sahasına girmesine neden oldu Devamında da Canberk yerde kaldı. Dilaver'in penaltısıyla Sakaryaspor beraberliği yakaladı. Kalan 10 dakikada başka gol olmayınca devre 1-1 sona erdi.

İkinci yarıda bu sefer daha farklı bir başlangıç öngörüyorduk. Fakat yine aynısı oldu. Hemen devrenin başında Oğuz Gürbulak Samsunspor'u öne geçirdi. Ardından da Sakaryaspor beraberliği yine penaltıdan buldu. En azından bu sefer cevabı erken verdiler. 53. dakikada skor 2-2'ydi. Yarım saatten fazla süre vardı. Ev sahibi için avantajdı. Fakat kalan sürede galibiyeti kaçıran Samsunspor oldu. Çok daha organize, çok daha düzenli oynadılar. Korkmadılar, sinmediler. Çok iyi paslaştılar. Pozisyona girdiler. Direkten dönen topları oldu. Sakaryaspor ise çok kısır kaldı. Sürekli uzaktan şut denemek zorunda kaldılar. Takımın en golcü ismi, Galatasaray altyapısından yetişen Berk İsmail Ünsal, sezon boyunca dikkat çekici işlere imza attı. Onu ayrı bir gözle izlemek istedim ama 90 dakikada varlık gösteremedi. Zaten Sakaryaspr'da da öne çıkan pek olmadı.

Tek bir 90 dakika ölçü olmak için yetersiz ama Sakaryaspor'un oyun olarak rakibine karşılık veremediğini, böyle devam ettikleri takdirde sezonu zirvede tamamlamalarının zor olduğunu belirtmek gerek. Bu gruptan sadece bir takım direkt olarak üst lige çıkacak. Play-off ise cadı kazanı gibi bir yer. İşin oraya kalması kimseyi memnun etmez. Sarıyer'i çıplak gözle izlemek kısmet olmadı ama onların da iddiasını düşününce Sakaryaspor üçüncü aday gibi duruyor. Transfer döneminde de eli kolu bağlı olan takım Yeşil-Siyahlılar. Sakaryaspor'un ikinci yarının hemen başında Sarıyer'e, sezonun son maçında da Samsun'a gideceğini düşününce fikstür de onlardan yana olmayacak. Bu arada Samsunspor ile aynı puanda olan Keçiörengücü'nün de yarışta olduğunu eklemek gerek ama Galatasaray karşısında izlediğim Ankara takımının bu sert yarış için biraz acemi olduğunu düşünüyorum.

Bu arada ikinci yarı da o maçla başlayacak. Yani 20 Ocak; Sakaryaspor - Keçiören karşılaşmasıyla. Bir anda kendimizi bu maçta da bulabiliriz, hiç belli olmaz. Zehri aldık. Bu sefer bir gündüz maçı (şimdilik öyle gözüküyor) bize farklı bir tat katabilir.

Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Son yıllarda çok az maça gittim. Aklım hala 2000-2010 arası dönemde. Stadyumların eski ama atmosferlerin yoğun olduğu seneler. Tabi ki benim için Ali Sami Yen Stadı yılları demek. Sakarya'da  o günlere benzer bir gün yaşadım. Yeni stadın şekli, havası, insanların maçtaki tavırları, dolu merdivenler, yakılan meşaleler, gece maçı, heyecan... Muhakkak bir 2.Lig maçı izledik. Ortam ne kadar güzel olsa da maçın kalitesi ortada. Sakaryalı da üst düzey liglerde maç izlemeye alışkın bir seyirci grubu. Gece maçı olunca hafıza bir oyun oynamış olabilir. Beklentiler yüksek kalmıştır. Puan kaybı da yaşanınca maçtan keyif alamayanlar çoğunluktaydı. Fakat ben uzun zamandır böyle bir maç günü yaşamaya hasrettim. İyi oldu.

Keşke bir de stadyum şehirden, en azından terminalden bu kadar uzak olmasaydı. Neyse ki altı sene önce saat 21.00'de sona eren İstanbul otobüsleri, artık 22.00'de de vardı. Bindik döndük. Bir saat sonra evdeydik. Herkes 2-2 biten Beşiktaş - Trabzonspor maçını konuşuyordu. Kesin çok kaliteli bir maç olmuştur ama biz daha güzel bir gün yaşadık!