Çarşamba, Ağustos 28

Tek Maçtan Yatan Kuponlar #2


Yaklaşık bir aylık aradan sonra yeniden tek maçtan yatan bir kuponla karşınızdayız. Sanmayın ki aradan geçen bir ayda hiç tek maçtan yatmadık. Bir sürü kupon, bu süreçte heder oldu. Özellikle Paul Pogba'nın kaçırdığı penaltı ile 2.5 gol üstüne dönüşmeyen Wolves - Manchester United maçı bizi çok yaraladı. Fakat geçmişi bırakalım ve bu haftanın tek maçtan yatan kuponuna bakalım.

Görüldüğü gibi tematik bir kupon yapıldı. Çekya Ligi özel kuponu. Futbol nerede oynanıyorsa oradayız, ilgimiz var, heyecanımız yüksek. Fakat kazanamıyoruz.

Kupon yüksek bir orana sahip değil. 6.70'lik bir orana sahip. O yüzden yatması çok üzmez. Fakat kupondaki en güvendiğiniz maç sizi yatırıyorsa; sinirleniyorsunuz.

Önce tutanlar... Pribram - Jablonec maçında ev sahibinin kazanacağına neredeyse emindim. Pribram alt  sıralarda yer alsa da kötü takım değil. Özellikle iç sahada oynadığında, karşısında da Slavia, Plzen gibi takımlar yoksa ona güvenilebilir. Jablonec'i de bu sezon deplasmanlarda çok fazla görememiştik. Oynadıkları iki deplasmanı da kaybettiler. O nedenle Pribram galibiyeti ağır basıyordu. Fakat bahis oranları çok dengesiz olunca biraz şaşırdık. Bilmediğimiz gelişmeler olabilirdi. Hatta Jablonec'in eksikleri çok fazlaydı. Böyle bir bilgiye sahiptik ama insan yerel gazeteleri okumayınca şüpheye düşebiliyor! Yine de aynı nedenden dolayı (oranların dengesizliği) tercihimizi çifte şans ile koruma altına alma ihtimalimiz yükseldi. 1-0 çifte şansa 1.60 veriyordu. Gayet iyiydi. 30 dakikada 2-0 oldu maç. 90 dakika ise 4-0 bitti. Şu bir gerçek ki; eğer kupon tutsaydı yine üzülecektik ve "Keşke direkt 1 oynasaydık" diyecektik.

Bir sonraki maç Mlada Boleslav - Ceske Budejovice karşılaşması. 2.5 gol üstü ağır basıyordu. Biz de onu tercih ettik. İki takım da ligin en çok gol yiyenlerinden. Savunmaları çok kötü. Ekstradan Boleslav'ın kendi sahasında çok daha golcü olduğunu biliyorduk. Oran biraz daha iyi olsaydı galibiyetlerine oynardık ama düşük orandan alınacak, çok güvenilir bir takım değil. Onun yerine 2.5 gol üstünü aldık, pişman olmadık. Mlada da güç bela kazandı. 2-0'dan 4-2 aldı maçı. Biz ilk yarıdan istediğimizi kopardık.

Bir diğer maç yine 2.5 gol üstüydü. Slovan Liberec - Sparta Prag karşılaşmasında favori belki konuk takımdı ama bu sezon Sparta Prag'a kolay kolay güvenilmez. Hücumda iyiler, baskı kuruyorlar, top oynuyorlar ama inanılmaz savunma hataları yapıyorlar. Ben kazanacaklarını tahmin ettim ama yine de güvenemedim. İyi yapmışım. Deplasmanda vasat, dört haftadır maç kazanamayan Liberec'e mağlup oldular. KG Var da aklımdan geçmişti ama daha yüksek orandan 2.5 gol üstünü aldım. 63. dakikada hem KG hem de 2.5 gol üstü geldi. Sparta Prag aslında daha iyi oynadı ama savunmada öyle işler yaptılar ki... Hele yaptıkları bir penaltı var ki evlere şenlik... Neyse biz alacağımızı aldık.

Fakat toplamda bir şey alamadık. Zira en güvendiğimiz maçta Fastav Zlin, ligin son sırasındaki Karvina'ya 4-1 yenildi. Bu, Karvina'nın ligdeki ilk galibiyeti! Resmen bize denk geldi. Maçın başında öne geçtiler, sonra devamlı atak yediler ama gol yemediler. İkinci yarıda ev sahibi 10 kişi kalınca da farka gittiler.

Ne desek boş...Futbol ve bahis böyle durumları yaşatıyor. Güzel bir kupon bize yar olmadan yok olup gitti.

Salı, Ağustos 27

The Con Is On


Filmin adında bir sorun var. Bazı yerlerde The Con Is On bazı yerlerde ise The Brits Are Coming olarak geçiyor. Bu ikilikten olsa gerek film pek ilgi görememiş. Sözlükler, forumlar bomboş... İnternette film çekilmeden önce çıkan haberlerin sayısı daha fazla. Aslında o durum da normal. Kadro ateş ediyor. Uma Thurman, Tim Roth, Stephen Fry, Sofia Vergara,... Kadroya kim dahil olsa haberi çıkmış anında. Fakat film hakkında yorum bulmak zor. 

Yine de filme dair 'olmayan' yorumlardan daha ilginci de var. IMDB puanı çok düşük; 4.6!

Oysa üst düzey bir film olmasa da 4.6 gibi bir puanı hak edecek kadar da kötü değildi. Kurgusu tartışabilir, kadronun hakkını vermemiş olabilir ama kendine has bir mizahı var. Filmin yönetmeni ve senaristi James Oakley'nin daha önce de bir filmini izlemiştim. The Devil You Know da çok iyi bir film değildi. Hatta The Con Is On ile kıyaslanamayacak kadar kötüydü. Fakat onun da IMDB puanı 3.7'ydi. Orada da çok zengin bir oyuncu kadrosu vardı. Acaba, bu kadar şöhretli ismin buluşmasından film tatmin etmeyince, seyirci insafsızca kötü puan mı veriyor?

Adamın zaten iki tane filmi var. Madem bu kadar kötü film yapıyor ve hatta nicelik olarak da fazlasını üretemiyor; nasıl oluyor da bu kadar popüler oyuncu onun filmlerinde rol alıyor? Bana filmin kendisinden daha ilginç geldi bunlar...

Cuma, Ağustos 23

Golo #2



Gözağrılarımızdan Portekiz Ligi başladı. 2. haftayı bitirdik. Haftanın golü için çok fazla adayımız yoktu. Kötü günler geçiren Porto'nun 4-0'lık galibiyetle nefes aldığı Setubal maçında hat-trick yapan yeni transfer (Spartak Moskova) Ze Luis'in özellikle iki golü güzeldi. Geçen sezon Aboubakar sakatlanınca hücumda tıkanmalar yaşamışlardı. Bu sene Ze Luis, Marega ile beraber oynayacak gibi. Fakat yine de haftanın golü ondan gelmedi.

Vitoria Guimaraes'in Brezilyalı oyuncusu Davidson bu sezonun ilk golünü Boavista'ya attı. Çok şık bir gol. Kontrol ve vuruş çok klas. Fakat bu sezon sürpriz adayı olarak gördüğüm Guimaraes, son dakika golüyle kendi evinde iki puan bırakmak zorunda kaldı. Üstelik ilk hafta maçları ertelenmişti. Yani bu, onlar adına sezonun ilk maçıydı. Kayıpla başlamak heves kırıcı oldu. Bir yandan Avrupa Ligi elemeleri oynamak onların dengesiniz bozmuş olabilir. İki sezon önce Konyaspor ile aynı grupta yer alıp sonuncu olduklarında da ligi dokuzuncu sırada bitirmişlerdi.

Davidson'a gelirsek; geçen sezon iyi bir performans ortaya koymamıştı. Ama sezonun son döneminde attığı goller kritikti. Bu sezon üstüne koyması lazım. Yine çok gol atamayabilir ama sık sık haftanın golüne girebilir.

Perşembe, Ağustos 22

Million Dollar Baby


Million Dollar Baby gösterime girdiğinde büyük etki yaratmıştı. Aradan neredeyse 15 sene geçmiş. Benim açımdan çok şaşırtıcıydı o etkileşim. Konusunu çok az öğrenmiştim. Zaten fragmanın ve afişleri de bir fikir veriyordu. Diyordum ki ''Öncekilerinin tıpkısının aynısı olan bir film neden bu kadar ilgi  çekiyor?"

Önyargılı olmamayı zaman içinde öğrendim. Fakat hayat devamlı bana yeni tecrübeler sağlıyor. Million Dollar Baby, çok fazla tutan boks filmlerine yenisini ekleme ve "Hadi bu sefer de başrolü bir kadına verelim, öyle çekelim" çabasına ait değilmiş. Ben öyle sanıyordum.

Sinema ile spor ilişkisi çok sancılı olmuştur. Zira spordaki hikayeler ne kadar gerçek olursa olsun sinemaya aktarılınca bir soru işareti ile karşılaşılır ve "Bu kadar da olmaz" denir. Bir de futbol, basketbol, tenis gibi sporların çekimleri çok zordur. Bir çok futbol filminde, başroldeki muhteşem yetenekli çocuk topa düzgün vuramaz bile.

Fakat boks hepsinden ayrılıyor. Boksun metaforları, şiirselliği ve ayrıca ringin küçüklüğü ve her insanın en azından yumruk atmaya meyilli yapısı boks filmlerini öne çıkarıyor. Tabi bu sefer de, milyon tane boks filmi çekilince (o kadar futbol filmi yoktur) ayırt edici bir hikaye ve anlatım öne çıkmak zorunda. Yoksa devamlı 'dipten gelenin başarısı' (Rocky) veya 'zirvedekinin disiplinsizlikten dolayı çöküşü' (Raging Bull) temalı filmler ortaya çıkıyor.

Million Dollar Baby öyle değilmiş. Bir boks filmi demek de kolay değil. Tamam bir boks salonu, boks antrenörü ve boksör var. Ara sıra boks yapılıyor. Hatta bu boksör yavaş yavaş zirveye de çıkıyor ama o kadar... Zaten filmin saf boksla ilgili bölümleri biraz rahatsız edici. Tıpkı diğer spor filmleri için dediğimiz gibi, gerçeklikten uzak. 31 yaşındaki bir kadının bu kadar çabuk gelişim göstermesi akla mantığa sığmıyor. Veya Mavi Ay'ın diskalifiye bile edilmemesi.. Fakat bunlar, filmin genel derdini düşününce ayrıntı olarak kalıyor.

Film ilk başlarda Unforgiven'i çok hatırlattı. Eastwood ve Freeman yalnız adamlar. Hayatlarında radikal bir karar alıp bir kadının hayatını kurtarmaya çalışıyorlar.  Müzikler bile benziyor. Sonlarda ise Mar Adentro'ya dönüyor. İnsanın zorlanarak izleyeceği bir 40 dakika... İlginçtir iki film de aynı sene vizyona giriyor ve aynı Oscar'da en iyi film ödüllerini alıyor.

Hilary Swank beğendiğim ve sevdiğim bir oyuncu değildi ama burada ben bile kaynadım. Eastwood yine üzerine düşündürecek bir iş çıkarıyor. Unforgiven'dan sonra burada da Oscar kazanıyor. İyi ki de kazanıyor. Efekte, görselliğe dayanmadan çekilen filmlerin ödüllendirilmesi hoşumuza gidiyor. Ayrıca Cumhuriyetçi Eastwood'un Amerikan rüyasını pataklaması da olukça şaşırtıcı ve takdir edilesi. Daha sonrasında Gran Tornio'da da (2008) benzerini yapmıştı ama işte tüm sempatisini American Sniper'da (2014) harcadı.

Yine de bu kadar çok Oscar alacak film midir? Bence değildir. Fakat filmi sevdim. Sevdiğim filmin de ödül alması hoşuma gidiyor. Sonuçta spor müsabakası değil. İyi oynayan değil, izleyicinin (yani benim) hoşuna giden kazanmalı...

Azim, pes etmeme, mücadele ve hepsinin sonunda başarma temalı filmleri severiz. Bu film de bir müddet öyle ilerliyor. O nedenle o süre boyunca aynı ezberde olmanın sıkıcılığını hissediyoruz. Sonrasında da yumruğu yiyoruz. Hayat her zaman filmlerdeki gibi olmuyor. Bunu biliyoruz zaten ve o yüzden bazen filmlere kızıyoruz. Fakat o gerçekliğin acısını bu sefer bir filmde görünce de yine hoş duygularla kalkmıyoruz koltuktan. Fakat en azından kandırılma hissi olmuyor içimizde. Sadece sert bir yumruk yemenin acısı kalıyor. Şikayetçi değiliz.

Cumartesi, Ağustos 17

Toplantı Cezası


Galatasaray ile Akhisarspor sezonun ilk kupası için karşı karşıya gelecek. Takımlar Ankara'ya ulaşmış. Taraftarlar gelmiş. Basının bir gözü orada. 

Sezonun ilk maçı oynanacak. Maçtan bir gün önce iki takımın teknik direktörü ve kaptanlar bir araya gelerek basın toplantısı yapacak.

Geçen sezonun üzerinden iki ay geçtiği için unutmuşuz. Karşımızda Fatih Terim yok. Yerine yardımcısı Levent Şahin var. Çünkü Terim cezalı...

Fatih Terim cezalı olabilir. Cezası nedeniyle maç günü kulübede olmaması ve hatta soyunma odasına girememesi gayet makul. Hatta maçtan sonraki basın toplantısında da... Maç esnasında kenarda olan hocanın konuşması gerekebilir. En azından saygıdan dolayı bu gerekir. Ama neden maçtan bir gün önceki basın toplantısında, takımı hafta boyunca hazırlayan teknik adam yok?

Artık teknik direktörlerin açıklamaları çok merak ediliyor. İnsanlar, taraftarlar, basın teknik direktörlerin ağzından çıkan cümleleri ilgiyle takip edip, bir çıkarım yapmaya çalışıyor. Zaten basın toplantısı denilen durum da sırf bu nedenle kıymetleniyor. Eğer orada o takımın teknik direktörü yoksa, o basın toplantısının ne anlamı olur ki?

Üstelik teknik direktörler artık istedikleri zaman istedikleri yerde konuşabilirler. Çağırırlar basını otelin önüne veya tesislere istediklerini söylerler. O zaman o 'organizasyon dışı' toplantı daha çok ilgi çeker. O zaman cezayı kim almış olur? Teknik direktörü oradan uzak tutunca kim ne kazanır?

Süper Kupa karşılaşmasından bir hafta sonra Başakşehir, Olympiakos maçı için Yunanistan'a gitti. Okan Buruk, ilk karşılaşmadan dolayı cezalıydı. Maça yardımcısı İrfan Saraloğlu çıkacaktı. Fakat maçtan bir gün önceki basın toplantısında Buruk vardı. UEFA için hocanın oradaki varlığı çok daha önemliydi herhalde. Cezayı vermişlerdi ama o ceza, maç içindi. Maçtan öncesi için sınırlama yoktu.

Eğer organizasyonlara değer kazandırmak gerekiyorsa işe buradan başlanabilir. Hatta daha genel bir anlayışı değiştirmek gerekir. Ceza yönetmeliğini, verilen cezaların azlığını çokluğunu tartışmak yerine, ceza felsefesi üzerine yeniden konuşmak gerek. Kime neden ceza veriliyor? Önce bu soruya cevap aramak gerek...

12 Years a Slave


12 Years a Slave üzerine uzun uzun konuşulabilecek bir film. Aşırı uzun olmasa da 2 saati geçiyor ve o süre içine filme birçok karakter giriyor. Belki de filmin en iyi noktası burası. Bu kadar çok karakterin hemen hepsini çok iyi işlemek, onlara zaman ayırmak kolay iş değil. Çeşit çeşit insan var. Muhakkak biz Solomon'un (Chiwetel Ejiofor) hayatına odaklanıyoruz, onun için üzülüyor, ona ağıtlar yakıyoruz. Fakat bu sadece onun hikayesi değil. Burada Edwin Epps (Fassbander) gibiler de var, Bass (Brad Pitt) gibiler de... İnsan satanlar, özgürlüğüne kavuşanlar... Bu sadece tek bir kişinin öyküsü olmaktan çıkmış bir konu.

O nedenle bizi yaralıyor, vicdanımıza sesleniyor ve algılarımızı açıyor. O nedenle de yıllar içinde defalarca işlendi. Daha da işlenecek. Burada esas olan bu konunun nasıl işleneceği. Bir filmi diğerlerinden nasıl ayıracağız? Bu anlamda bir yıl öncesinden (2012) Django özgün bir içerikti. Fakat 12 Years a Slave pek de öyle değil. Bir kitap uyarlaması olması da sınırlarını en baştan belirliyor zaten. 

Oysa film çarpıcı bir eser olma yolunda ilk adımları çok kuvvetli atıyor. Diğer adımlarda da kısmen başarılı oluyor. Fakat zaman ilerledikçe eksikler de göze çarpıyor. Çok mühim eksikler olmayabilirdi ama popüler kültürün azizliği... 2013 yılında Oscar ve diğer ödüllere boğulan bir filmi 5-6 sene sonra izleyecekseniz beklentiniz yükselmiş oluyor. Bu da filmi değerlendirirken sizi acımasızlaştırıyor.

Her ne kadar başroldeki siyahi oyuncular olsa da bence Django ile kıyaslanacak bir film değil. Mesela hikayenin işlenişi açısından ben daha çok Cold Mountain'e benzettim. Tarihsel bir olayı, kişisel bir hikaye üzerinden anlatıyordu ikisi de. Ayrıca ikisi de kitap uyarlamasıydı. Orada da uzun soluklu bir hikaye anlatılırken birçok karakter öyküye dahil olmuştu. Amerikan İç Savaşı'na, savaşın tarafı ve mağduru olan birçok kişi üzerinden bakmıştık. Bu sefer de kölelik olgusunu 12 yıla yayılan bir öyküde Solomon'un hayatına girenler üzerinden değerlendiriyoruz. Cold Mountain'in benim açımdan şansı, izlerken beklentimi çok düşük tutmamdı. Fakat bir artısı daha vardı. Savaşın yıpratıcı geçen yıllarını devamlı hissediyordunuz. İki saatlik bir film yüreğinize dört yıl geçmiş gibi oturuyordu.

12 Years a Slave'in kaçırdığı nokta da burası. 12 yılı anlatan bir film olsa bu duyguyu hissettiremiyor. Solomon'un 12 yıl boyunca çırpındığını içimizde hissedemiyoruz. Hatta son kısımda büyüyen çocukları görmesek 'Solomon'un bir yılı'.dahi diyebilirdik.

Önemli mi peki? 1 yıl veya 12 yıl ne fark eder? Bir insan hayatının bir anda çalınması ve köleliğe terk edilmesinin acımasızlığı için uzun yıllar mı gerekir? Tabi ki gerekmez. Film boyunca insani tüm duygular kabarıyor. Fakat filmin adı, bir süre vadinde bulunca bizim de aklımız karışıyor. Öyküyü veya karakteri küçümsemiyoruz ama bir yerde hata yapıldığına ikna oluyoruz. Sanırım yönetmen Steve Mcqueen'in "Bu filmi 35 günde tek kamerayla çektik" cümlesinin altında bazı işaretler yatıyor olabilir.

Önemsiz bir detay belki de... Çok güçlü bir yapım olması birçok defoyu örtüyor. Oyunculuklar muazzam. Filmin yapımcılarından Brad Pitt'in kendine torpil geçmesi ve en karakterli şahsı oynaması gözlerden kaçmadı. Yüreği yeten Fassbander gibi Erol Taş cesaretine sahip olurdu! Onun dışında irili ufaklı birçok rolde ünlü isimler var. Bu da aslında filme dair bir gösterge. Tanıdık isimler önümüze gelip giderek, muhteşem yetenekleriyle bizi etkiliyorlar ama filmin kendisi çok da orijinal bir kıvama gelemiyor. Ünlü oyuncular sayesinde popülerleşip, popüler ödüllere göz kırpıyor ama ödülleri kazanınca da beklentileri yukarıya çekiyor. Beklenti yaratmak gişede işe yarayabilir ama popüler kültürün bir diğer arenası seneler sonra bile sizi değerlendirmek için hazır bekliyor. İnternet, forumlar, sözlükler, bloglar, seneler sonra sizi yerecek insanlara yer açmaya devam ediyor. Ve onlar da "Beklentileri karşılayamadı" diyebiliyor. Sinemanın çelişkili dünyasına hoşgeldiniz... Gişe ve ödüller mi yoksa seneler sonra iyi hatırlanacak eserler mi?


Cuma, Ağustos 16

Ders


Giroud'nun çok umurunda değildir ama kendisi Türkiye'de pek sevilmiyor. Hayatını Premier Lig'e adamış birçok futbolsever ve hatta yorumcu yıllardır bu adamı eleştiriyor. Özellikle 2018 Dünya Kupası sonrası atılan oklar iyice zehir doluydu. Muhakkak dünya çapında da eleştirenler vardır. Dünya Kupası'nı kazanan takımın santrforu turnuva boyunca isabetli şut çekemezse kafalar karışabilir. Fakat ne olursa olsun, çoğu zaman yedek de kalsa, özgüveni de azalsa hâlâ üst seviyede oynamaya devam ediyor.

Oysa bizim buranın fiyakalı gençleri adamı yerden yere vururken sıfatları bile çok acımasızca kullandılar.Yazının başında belirttiğim gibi, Giroud'nun haberi de yoktur, umurunda da değildir. Fakat hayatın bazen ince planları olabiliyor.

İşte o Giroud, İstanbul'da, senenin en iyi savunmacısı Van Dijk'ı şaşkına çevirerek muhteşem bir koşu yapıyor ve pozisyonun sonunda da golü atıyor. Adeta ders... 

Gerçi bizim buranın sabah akşam futbol konuşanlarının önüne Süper  Kupa da koysan, her hafta stadyumlarda Premier Lig maçı da oynatsan nafile. Onlar için üç dakikalık özetler ve topun olduğu noktalar esastır. Afilli olmak, hatasız oynamak, kusursuza yaklaşmak elzemdir. Gol kaçırıyorsan kötüsündür. Hatta kötü, kullanılacak en hafif tabirdir. Ve bu gözle görülen gerçeğe rağmen inatlarından vazgeçmeyen teknik direktörler futbolu bilmiyordur.

Yani ortada bir ders var ama kimsenin bu dersi almayacağını biliyoruz. Yine de Giroud'nun bu şehirde gol atması, hem de akıl dolu bir gol atması, anlamlı oldu. Darısı haksızlığa uğrayan herkesin başına...

In Secret


Emile Zola'nın Therese Raquin isimli romanından uyarlanmış. Genelde böyle güçlü yazarların okumadığım romanları sinemaya dönüştüğünde izlememeyi tercih ediyordum. Fakat bu sefer kaidemi bozdum. Keşke bozmasaydım. Filmden önce kitabı okumak için duyduğum istek, filmin sonunda giderek azaldı.

Gerçi abartmayalım, film boyunca kitabın ilgi çekici olabileceğini düşündüm. Belki de yanılıyorum ama kesin olan bir nokta var ki; film bana göre çok yetersiz kalmış.

Bu filmin benim için tek kazanımı Elizabeth Olsen oldu. Olsen ikizleri Full House'dan beri gözümüzün önündeydi ve her sene daha da uzaklaştılar. Büyürken, yok olma yolunda ilerlediler. İkizlerin kardeşi Elizabeth'i tanımazdım. Meğer o daha iyi oyuncuymuş. Burada fena performans sergilememiş. Fakat bir dönem filmi için zaman zaman bocalıyor. Zira hareketleri ve mimikleri o kadar 2000'ler Amerikan kadını kokuyor ki; bir dizi mi izliyoruz yoksa Zola romanı uyarlaması mı belli olmuyor. Fakat Olsen ailesini düşününce doğru yolda... Gerçi aradan geçen altı yılda da (film 2013 yapımı) radarımıza giremedi.

Tom Felton da fena değildi ama onun da süresi azdı. Oyunculardan Zola'ya kadar; kimse kurtaramamış filmi. Hatta Paris bile yetersiz kalmış.  

Perşembe, Ağustos 15

Şok Tabancası



Dalian Atkinson öleli üç sene oldu. Çocukluğumuzun futbolcularının futbolu bırakmalarını kolay kolay atlatamadık, bir de artık ölüm yıl dönümleri de anıyoruz. Gerçi Atkinson'ın ölüm nedeni ne bizim ne de onun yaşlılığını gösterir. Bu anlamda bir kederlenmeye ve "Ah yıllar" çekmesine gerek yok ama insanın kendini kötü hissetmesi için yeterli bir ölüm sebebi mevcut...

O sene 48 yaşında (2016) olan Atkinson, evine gelen polislerin şok tabancaları nedeniyle ölmüştü. Ne polislerin eve gelme nedeni, ne de şok tabancası kullanmaya götüren olaylar silsilesi açıklığa kavuşmadı. O nedenle insanın bu dünyadan korkması için gayet yeterli bir durum ortada. Hayatınıza bir anlığına giren iki kişinin kontrolsüzlüğü sizi bu dünyadan alıp götürebiliyor. Üstelik aradan üç sene geçmesine rağmen konuyla ilgili çok fazla bilgi de çıkmıyor.

Atkinson kaliteli bir futbolcuydu. Fakat kendini futbola fazla vermemişti. Yolunun Türkiye'ye düşme nedeni de ondandı büyük ihtimalle. Büyük maçları büyük oynadı ve gitti. Sonrasında nasıl bir hayatı olduğunu çok bilmiyoruz ama bir polis tabancasıyla bir anda ölmeyi hak edecek biri değildi. Zaten bunu kim hak eder ki? 


Only God Forgives


Danimarkalı yönetmen Nicolas Winding Refn ile Ryan Gosling'in bir arada olduğu en ünlü film bu değil! Herkes Drive'ı bilir. İzlemese de bilir. Ben de izlemedim ama biliyorum. Son yılların en kült filmlerinden biri. Drive 2011'de çekildi ve her sene ününü arttırdı. Only God Forgives ise 2013'te çekildi ama pek hayran kitlesi edinemedi.

Drive'ı merak etmeme rağmen önce Only God Forgves'e denk geldim. Bir gece, hemen izlenecek, kısa sayılabilecek bir film arıyordum. Bu bağlamda 90 dakikalık süresi ilgimi çekti. Ayrıca Cannes'da yuhalandığı bilgisine denk geldim. Ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama "reklamın kötüsü olmaz" düşüncesi haklı çıktı ve filme yöneldim.

Kısa bir film aramıştım çünkü uykum vardı. Oysa filmin temposu her an uykuyu getirebilecek kıvamdaydı. Sabit kamera kullanımı, loş ışıklar ve kaotik atmosfer her an gözlerin kapanmasına neden olabilir. Fakat yönetmenin tarzı oldukça ilgi çekiciydi. İlk dakikaları atlattıktan sonra insan ağzı açık izliyor. 

Biraz Tarantino biraz Lynch havası var. Zaman zaman o hava, esinlenmeye dönüyor. Çok iyi bir filmden bahsedemeyiz. Eksikleri var. Mesela, izleyenin soru sormasını engelleyen bir senaryosu var. Birçok konu oldu bittiye getiriliyor. Belki de o nedenden olsa gerek hikayenin merkezinde yer alan intikam ateşi de beni çok fazla sarmadı. Fakat kesinlikle yuhalanmayı hak etmemiş. Oysa ilginç bir anafikri olduğuna inanıyorum.

IMDB puanı da çok düşük. Bence o kadar düşük olmayı hak etmiyor. Belki de Ryan Gosling hayranı genç kızlar, bekledikleri bir Gosling bulamadığı için filme düşük puan vermiştir! Veya izlemediğim için bilmiyorum; Drive'ı çok sevenler beklediklerini bulamamış olabilir.

Gosling'in vasatlığına alıştığım için o cephede benim için yeni bir şey yoktu. Fakat yılların 'masum ve saf' kadını Kristin Scott Thomas'ın hem seksi hem de gaddar halleri oldukça şaşıttı. Filmin benim adıma en büyük sürprizi buydu.

Filmin bir diğer başrolü de Bangkok sokaklarıydı. Uzakdoğu kültürünü sevenler veya Tayland'a gidip mutlu ayrılanlar, filme ekstra puan verecektir. Fakat onlardan biri olmadığım için benden çıkmaz...

Çarşamba, Ağustos 14

Goru #22


Japonya Ligi'nde her hafta güzel goller atılıyor. Bunun birkaç nedeni var. Savunmalar ve kaleciler çok kötü. Hücum oyuncuları ise topa çok iyi vuruyor. Pas veren de şut çeken de bir başka dokunuyor.

Bu golde asisti yapan zaten hepimizin bildiği, dünyanın topa en iyi dokunan oyuncularından Iniesta. İspanyol oyuncu Vissel Kobe'deki ilk günlerinde çok verimsizdi ama artık top oynamaya başladı. Takım ona ayak uydurmakta zorlanıyor. En azından bu pozisyon heba edilmemiş.

Iniesta'dan pası alan Furuhashi, bu sezon ilk kez üst ligde oynuyor. Şimdilik fena performans sergilemedi. Podolski'nin olmadığı şu günlerde yerini biraz daha sağlamlaştırdı. Bu hafta da attığı golle dikkat çekti. Pası aldıktan sonra dönüşü ve vuruşu çok klas. Bu hafta izlediğim en güzel gollerden...

Fakat Vissel Kobe, deplasmanda Oita Trinita ile 1-1 berabere kaldı. Ülkenin en iyi kadrolarından birine sahipler ama şu an 15. sıradalar...

Salı, Ağustos 13

Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz


"Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz" bir kitap için oldukça uzun bir isim. Bu detay önemli mi biliyorum. Fakat sağda solda konuşurken, eşinize dostunuza kitaptan kolay kolay bahsedemiyorsunuz. "Bir kitap var..." diye başlayan cümleleri çok sık kullanmak zorunda kalıyoruz.

Zaten ülkemizde yazılan ve çevrilen çok fazla futbol kitabı yokken, böyle bir sorunla uğraşmak bizi iyice yaralıyor. Diğer yandan kitabın kendisini, ne anlattığını, içeriğini anlatmak da çok kolay değil. Futbol ve Kültürü gibi farklı konulara eğilen makalelere yer veren bir kitap değil. Biraz daha felsefi. Bazı kavramları futbolun içine yedirmeye, paralellikler kurmaya veya zıtlıkları göstermeye çalışıyor. Fakat bu açıdan da kesinlikle Sokrates Yeşil Sahalarda kadar sıkıcı ve zorlama bir kitap değil.

Bir kere yazar Simon Critchley futbolla ilgili bir isim. Hatta ilgili demek haksızlık olur. Adam taraftar. Tribünde olan bitene hakim. Bir sosyolog gözlemi yapmak ile orada durmuyor. Zaten oradan biri olarak. Bu sayede yazdığı kitabın büyük bir kısmında yerinde tespitler olduğunu söyleyebilirim. Sık sık ezber bozması da şahane... Sonuçta bir akademisyen ve insanlar ondan daha farklı tespitler bekliyor olabilir. O ise tribünün sesine; daha doğrusu tribünde gerçekten olan bitene yer veriyor.

Buna rağmen okuması zor bir kitap. Yazarın dili bu konuda eleştireceğim en son nokta. Çok okunaklı yazmış. Fakat insan bir yerden sonra duygu istiyor. 

Felsefeyi severim. Sevdiğim olguların futbolla kesişmesi de hoşuma gider. Fakat felsefe ve futbol buna çok uyan bir ikili değil sanırım. En azından benim için. Kitabı eleştirmek istemiyorum. Kötü de bulmadım. Okurken çok feyz aldım. Fakat herhalde, son 15 yılda futbolla ilgili içerik üreten bir kesimin felsefeye yakın durmayı zorunlu kılması bir yorgunluk yarattı. Sanki artık futbol düşünürken aslında ne düşündüğümüzü değil de, o top kaleye giderken neler düşündüğümüzü okumalı ve yazmalıyız. Gerçi kitapta orası da var:

“Şut ve gol! Stadyumun bir yerinde bir meşale patlar. Kendinden geçen coşkulu taraftarların başları üstünde kırmızı bir duman yayılır. İnsanlar -terbiyeli, yetişkin, zeki, düşünceli insanlar, ki bazıları kariyer sahibi ve orta yaşlı, hatta daha yaşlı kişilerdir- öpüşür, beşlik çakar, sevinçle birbirine sarılır. Bu anlar üstü anda bir bakıma yükselir, şahlanırız. Nefesimizi tutmaya çalışırız. “Geliyor, geliyor” diye fısıldarız kendi kendimize. Burada söz konusu olan William James’in deyişiyle hayatın bayram günlerinden biridir. Böyle anlarda bir tür büyülenme deneyimiyle yükselip gündelik olandan çıkarız; ekstatik, uçucu ve müşterek bir şeye, inceden inceye başkalaşıp yücelen bir sensoryuma, duyu merkezine gireriz"

Galiba İngiliz bir akademisyenin çalışmasını bizim kendi meselemizden yola çıkarak yorumlamak pek adil olmadı. Fakat etkilendiğimiz ve beslendiğimiz yer burası olunca görüşlerimiz de buradan şekilleniyor. Zaten bu tip taleplerimizi fırsat bulduğumuz her yere yazmalıyız ki, belki de yayınevleri çevirecekleri futbol kitaplarını da ona göre belirler. 

Zaten az sayıda kitap var, bari öncelikler biraz daha saha içinden olsun artık. Oyuna bir anlam aramaktan, oyunun kendisini unutacağız!

Pazartesi, Ağustos 12

Neydi O Geçen Sezon!


"Biraz da kendimizi övelim" diyeceğim ama övülecek pek bir şey yok.

Geçen sene La Liga başlamadan önce Socrates, benden bir lig değerlendirmesi istemişti. "Ne olur nasıl biter, bizi neler bekliyor?" gibi sorulara cevap aramıştık. Blog sayesinde geri dönüp bir bakalım istedim.

Malum geçen sezon, uzun bir aradan sonra Ronaldo olmadan bir La Liga izledik. Transfer dönemi de oldukça durgundu. Real, Barça ve Atletico pek fazla yaprak kımıldatamamış, diğerleri de onlardan aşağı kalmamıştı. O nedenle ben de zirvede ve sıralamada çok fazla değişiklik olmayacağını, yine büyüklerin öne çıkacağını ama öne çıkarken yıldızlardan değil kendi kaynaklarından faydalanacağını belirtmiştim.

Değişiklik olmama kısmı doğru çıktı. İlk üç sıra; Barça, Atietico ve Real oldu. Fakat süslü cümlelere gerek yokmuş. Sezonu yine en iyisi belirledi. Ronaldo da olmayınca, Messi adeta rakipsiz kaldı ve ligi çekip çevirdi.

Esasında olması gereken de buydu. Arjantinlinin yanına kimse kolay kolay yaklaşamazdı. Fakat sezonun hiçbir bölümünde hem takım olarak hem de bireysel rekabette ilgi çekecek ve zorlayacak bir alternatif çıkmadı.

Bu sezon öyle olmayacağını tahmin ediyorum. Öncelikle transfer dönemi çok hareketli geçti. Neredeyse tüm takımlar para harcadı. Real Betis bile gidip Fekir'i transfer edebildi. Aslında geçen sezon beni en çok heyecanlandıran takım onlardı fakat onlar da ligi onuncu sırada bitirebilmişti. Bu da yukarıda yazdığımız satırlarla örtüşüyor.

Dergideki tahminlerime dönersek, öne çıkacak genç oyuncu olarak Valencia'dan Ferran Torres'in adını vermiştim. Gerçekten ona çok güvenmiştim. Fakat çok fazla ilk 11'e giremedi. Gol sayısı ikide kaldı. Yine de yazı iyi geçirdi ve U19 Avrupa Şampiyonası'nda kupayı kaldıran takımına büyük katkı verdi. Finalde de Portekiz'e iki gol attı. Belki bu sezon, benim tahminimi haklı çıkartabilir ama bu sefer önünde çok ciddi bir rakip olacak: 126 milyon Euro'luk Joao Felix!

Geçen sezona dönersek; genç sayılırsa 22 yaşındaki Brais Mendez, Mikel Oyarzabal, Dembele gibi isimleri sayabiliriz. Fakat daha alt kuşaktan gereken ışık gelmedi.

Dikkat edilecek teknik direktör olarak Antonio Mohammed'in adını vermiştik. El Turco lakablı Arjantinli teknik adam Kasım ayı biterken ülkesine dönmek zorunda kaldı. Celta Vigo gibi iyi bir kadroya sahip olan takımı ateşe attı. Gerçi belliydi; ya vezir yapacaktı ya rezil edecekti. Celta güç bela ligde kaldı. En iyi teknik direktör ödülü ise Getafe'den Jose Bordalas'a gitti. Sonuna kadar hak etti. Düşük bütçeli takımına Şampiyonlar Ligi hayalini gösterdi ama beşinci sırada kaldı. Getafe ile bu ödülü kazanan son teknik direktörün Bernd Schuster olduğunu hatırlatalım.

Lige yanı çıkan takımların, özellikle de Valladolid ve Huesca'nın küme düşeceğini düşünmüştüm. Vallecano ve Huesca düştü, Valladolid güç bela ligde kaldı. Düşen üçüncü takım Girona oldu, hiç de şaşırtıcı değildi. Bu sezonun yenileri Osasuna, Mallorca ve Granada aynı şekilde zorlamaz. 

Ayrıca deplasmandan toplanan puanların çok önemli olduğunu yazmıştım. Barcelona 87 puanın 39'unu deplasmandan aldı ve bu alanda ligin en iyisi oldu. Atletico Madrid deplasmanlarda 11 puan daha az topladı ve sezon sonunda 11 puan farkla ikinci sırada kaldı! Doğru tahminlerden biri olarak kenarda durabilir.

Fakat diğer yandan, son yıllarda şampiyon olan takımın en az 100 gol attığını belirtmiştim. Barcelona son dönemin en az gol atan şampiyonu oldu ve 90'da kaldı. Fakat ligin en çok gol atan ikinci takımı Real Madrid'e 27 gol fark attılar!

Yeni sezon öncesi benzer tahminlerim yok. En azından üzerine çok fazla düşünmedim. Fakat Süper Lig'den sonra en sevdiğim ligi yine büyük heyecanla bekliyorum. Şampiyonluk yarışı, puan durumu ateşi, matematiksel hesaplar çok heyecanlı geçmiyor belki; günün sonunda üç takım arayı açıyor ama oynanan futbol hemen her maçta beni tatmin ediyor

Televizyon başında oturup La Liga izleyelim!

Pazar, Ağustos 11

Salinui Chueok


Güney Kore sineması ile Türkiye sineması arasındaki benzerlikler malum. Biz de izleyici olarak bu benzerlikleri kullanan veya onlardan esinlenen yönetmenlere aşinayız. Yani şifreleri içselleştirmiş olmamız çok normal. Haliyle Kore sinemasından bir filme denk gelince içine girmemiz de kolaylaşıyor. En basitinden; drama yüklü bir filmin içine bolca mizah katmak önemli bir benzerliktir. Bunu dünyanın birçok ülkesinde göremezsiniz. Sanırım izleyici yadırgıyordur. Oysa Kore'de (herhalde) ve yakın dönemde Türkiye'de bu gayet anlaşılır bir duruma, hatta belki de kimliğe dönüştü. Bu demek değil ki kaliteler aynı. Film var film var, yönetmen var yönetmen var! Fakat koltukta adapte olmak kolaylaşınca önemli bir adımı atmış oluyoruz.

Güney Kore ile Türkiye arasında sinema dışında bir de toplumsal ve siyasi benzerlikler var. Klasik cümleyi hatırlayalım. "1986'da Türkiye ile Güney Kore ekonomisi birbirine benzerdi ama sonrasında Kore aldı yürüdü. Biz yerimizde saydık" denir sık sık. İşte Salinui Chueok, o 1986'da geçen bir film. 

Aslında Güney Kore öyle bir anda, büyük bir coşkuyla ekonomik atılıma girmemişti. Veya öncesindeki ekonomik durgunluğun bir sebebi vardı. Ülke askeri rejim ile yönetiliyordu. Üstelik bizdeki gibi öyle 2-3 senelik sıkıyönetimler de değil. 1961'den 1988'e kadar süren bir rejim. İşte ne zaman asker çekiliyor, ülke demokratikleşmeye ve özgürleşmeye başlıyor ekonomide de ilerleme oluyor.

Oysa öncesinde sadece ekonomi değil, toplum da bir kaosun içinde. Film de o dönemi anlatıyor. 1986 yılında, ülke tarihinde yaşanan ilk seri katil vakası ana konumuz. Tabi hikaye anlatılırken, bir yandan da ülkenin yapısı arka planda bize eşlik ediyor. Üstelik birbirine çok paralel şekilde ilerliyor. Güney Kore'nin son yıllardaki siyasi gelişmelerine hakim olanlar için eşsiz bir film. Benim gibi sınırlı bilgileri olan biri bile keyif aldı.

Cinayetler var ama işkenceler, rüşvetler, yoksulluk da var... Sperm örneği bile alamayan, bunun için numunesini ABD'ye göndermek zorunda kalan bir ülke, seri katilini nasıl bulacak?

O teşkilatın iki polisi, bu filmde baş rolde. Esasında gerçekte; olayı araştıran polisler onlar değil. Fakat yaratılan karakterler filme büyük bir anlam katıyor. Oyunculuklar da harika olunca tadından yenmiyor. 

Film ilk başlarda, hatta son çeyreğine kadar benim için basit bir polisiye filmi gibi ilerliyordu. Fakat son anda bambaşka bir seviyeye geçti ve çok beğendiğim bir filme dönüştü. Sonu; daha doğrusu sonucu, birçok polisiye filmden çok farklı ve bu nedenden dolayı sinemanın ezberlerine alışmış insanlar için zorlayıcı olabilir. Fakat bunun da bir nedeni var. Hem gerçek hikaye ile paralel ilerliyor, hem de yönetmen ve senarist Joon-Ho Bong bizi sonuç alma kaygısından, somutluğa duyulan muhtaçlıktan uzaklaştırıyor. İki saat boyunca öyle vurgular yapılıyor ki en sonunda "Eee neymiş yani?" sorusu anlamsız kalıyor. 

Bütün bunları toplayınca filmi saygıyla karşıladım. Yine de IMDB'nin en iyi 250 filminden biri olmasına katılmadım ama izlerken, hatta en çok son sahne ve son replik (çok önemli) bittiğinde çok keyif aldım.

1990'lardan hatırlarım; Türkiye'nin çalkantılı ve karanlık yılları yaşanırken ana haber bültenleri bir yandan da Güney Kore'de yaşanan sokak olaylarından haberler verirdi. Öğrenciler, işçiler, memurlar devamlı sokaktaydı ve polisler de şiddete başvururdu. O günler Koreliler için yeni başlayan iyi günlermiş aslında, bir de o yılların öncesi varmış. 

27 uzun yıl; filmde de olduğu gibi, devamlı tatbikatlar, karartma geceleri ve sokağa çıkma yasaklarıyla geçmiş. Biraz kafasını kaldıran, sorgulayan, protesto eden olduğunda kafasına askerin ve polisi tekmesini yemiş. Yani ülkenin kendisi ve atmosferi depresif olmaya oldukça müsait. İşte böyle bir ortamda seri katilin kim olduğu ne kadar önemli olabilir ki?

Sinemaya biraz ilgisi olan herkes tarafından izlenmeyi hak ediyor. 


Pazartesi, Ağustos 5

Üretime Katkı


Bu yazın en dikkat çeken takımı Pendikspor oldu. Ya da geçen sezon benim en çok izlediğim takım olduğundan, transferleri ayrıca dikkatimi çekti. Süper Lig'e iki tane oyuncu gönderdiler. Trabzonspor, orta saha oyuncusu Taha Tunç'u transfer etti. Açıkçası çok bildiğim bir oyuncu değil. Zira gençlere önem veren Pendikspor takımında çok fazla şans bulamamıştı. Zaten kendisi de yeni takımındaki ilk röportajında bu konunun altını çizmiş ve "Trabzonspor beni genç milli takımlardaki performansımla transfer etti" dedi. Haklı olabilir. Geçen sezon sadece üç maça ilk 11'de başlamıştı. Ben de hiçbirini izlemedim. O yüzden hakkında konuşmak yersiz olur. Fakat bir transfer anlayışını göstermemize yol açabilir. Nasıl Stuttgart, dört ay A takımda oynayan Ozan Kabak'ı transfer ediyorsa, Trabzonspor da benzer bir hamleyi Pendikspor'da çok fazla ilk 11 oynamamış bir oyuncuyu transfer ederek yapıyor. Çünkü profesyoneller artık futbolcuları sadece A takım maçları ile hatta sadece maçları ile değerlendirmiyorlar. Çok detaylı inceliyorlar ve potansiyeli görünce transfer etmeye çalışıyorlar.

Yine de bir Pendikspor ürünü olan Taha'nın gelişimini ve gideceği noktayı merak ediyorum. Asıl beni heyecanlandıran ise Batuhan Kırdaroğlu transferi oldu. Onu izledim. İzlediğim anda da etkilendim. Süper Lig'e gideceğini tahmin ediyordum ama beklediğimden erken oldu. Göztepe, fazla zaman kaybetmeden Batuhan'ı transfer etti. Batuhan da 2000 doğumlu ama geçen sezon çok fazla maçta süre aldı. Takımın devamlı 11 oyuncusuydu. Orta sahada kenarlarda oynuyor. Fakat hücum hattında da oynayabilir. Potansiyeli ve yeteneği mevcut. Gençliği de var. Fiziği çok düzgün. Hızı 2.Lig için üst düzeydeydi ama Süper Lig için tam kestiremiyorum. Yine de asıl eksiği temposunda. Hem maç içinde hem sezon genelinde devamlılığı pek yok. Bir de hızlı karar vermesi; yaratıcı olması gerekiyor.

Başakşehir'in kiralık oyuncusu Okan Saracoğlu da Pendikspor'da 20 maç oynadıktan sonra takımına geri döndü. Bakalım kalıcı olacak mı? Okan, Taha'dan daha çok maç oynadı. 20 kez sahaya çıktı. Fakat hiçbir şekilde etkileyici olamadı.

İlginçtir Pendikspor orta sahasının en etkili ismi Fatih Çerlek'ti. Takoz denilen oyuncu tiplerinden. Fakat çok güçlü ve savaşçı. Stoperde de oynayabiliyor. O da 22 yaşında ama çok daha olgun bir karakteri var. Onun da Süper Lig yapma şansı vardı bence ama 1.Lig'in yeni takımı Menemespor'a transfer oldu. Yine de yolu daha uzun. Lig atlaması da önemli bir başarı.

Pendikspor'da kariyeriyle beni en çok şaşırtan oyuncu Ozan Papaker. Herhalde, Süper Lig görmüş Berkan Afşarlı ile beraber takımın en tanınan oyuncusudur. Tuzlaspor'da oynarken Türkiye Kupası maçlarında çok kişiyi etkilemişti. Pendikspor'da da çok kaliteli olduğunu defalarca gösterdi. Üstelik hâlâ 22 yaşında. Yerli futbolcunun çıkmadığı bir dönemde Ozan gibi bir oyuncunun Süper Lig takımlarına gitmemiş olması şaşırtıcı. Sanırım en büyük sıkıntısı çok fazla sakatlanması ama yine de yatırım yapılmayı hak eden bir oyuncu...

Ahmet Yazar, Oktay Balcı, Fenerbahçe altyapısından çıkan sağ bek Mehmet Çınar'ın da gelecek sezon gösterecekleri performansla üst taraftan bir yerlere gideceğini tahmin ediyorum.

En çok merak ettiği soru şu: Bu sezon Passolig, 2.Lig'e hemen gelecek mi? Umarım gelmez. Pendikspor maçlarını stadyumdan izlemek büyük keyif oluyor. Genç oyuncular çıkarıyorlar, şans veriyorlar ve aynı zamanda yarışıyorlar. Daha çok takdir görmesi ve izlenmesi gereken kulüplerden. En azından bir sene de ara sıra Pendik'e yolumuzu düşürelim...




Pazar, Ağustos 4

Roa



Kolombiya tarihini derinden etkileyen bir olaydı Jorge Gaitan suikastı. 1948 yılında, başkanlık seçimlerinden hemen önce gerçekleşen olaydan sonra Kolombiya'da adeta iç savaş çıktı. Sonrası az çok biliniyor ama öncesi pek bilinmez. En azından biz bilmiyorduk. Roa tarihin o dönemine ışık tutan bir film...

Roa, Gaitan suikastını gerçekleştiren kişi. Filmde onun iç çekişmelerini, yaşam kaygılarını izliyoruz. Sıkı bir Gaitan hayranıyken bir anda onu öldüren adama dönüşüyor. Bu bilgileri 'spoiler' olarak düşünmeye gerek yok, zira bilinen bir gerçekten bahsediyoruz. Fakat filmde Roa, biraz cahil, fazla saf, ailesine düşkün ve o nedenle bir çıkış olu arayan işsiz bir Kolombiya genci olarak gösteriliyor. Bazı kaynaklarda ise kendisinin Nazi sempatizanı olduğu yazılıyor. O nedenle bir çelişki çıkabilir ve filmin bakış açısı tartışmaya sebep verebilir. 

Konuyla alakalı pek fazla Türkçe kaynak olmadığından bir fikrimiz oluşmuyor. O nedenle konuya tarafsız kalıyoruz. Fakat çok iyi bir film olduğunu söylemek lazım. Hem kurgunun işlenişi, hem oyuncuların başarıları, hem de dönemin atmosferini yansıtma konusunda çok başarılı. 

Cuma, Ağustos 2

Doğru Transfer Yanlış Takım


Bu yaz birçok dikkat çekici transfer yapıldı. Fakat benim en çok merak ettiğim Enzo Crivelli oldu. Fransız oyuncuyu geçen sezon Caen formasıyla sıkça izlemiştim. Fiziğiyle dikkat çekmemesi mümkün değil zaten. Kocaman bir adam. Bir o kadar da beceriksiz. Yermek için söylemiyorum. Tam tersine benim izlemeyi en sevdiğim hücum oyuncusu tiplemelerindendir. Çok güçlü ve çok sakar. Sezon boyunca 10 gol atamayacak tiplerden. Fakat sahaya her şeyini koyacak. Mücadeleden vazgeçmeyecek. Hiç durmadan didinecek. Sadece golü atarken zorlanacak.

Zaten Crivelli'nin gol sayıları ortada. 2015-16'da Bordeux formasıyla üç gol, 2016-17'de Bastia formasıyla 10 gol (en verimli sezonu), 2017-18'de Angers ve Caen ile üç gol, geçen sezon altı gol... 

Her izlediğimde de "Tam Süper Lig topçusu" dedim. Dört büyükler için yetersiz kalabilirdi, zira son vuruş beceriksizliğine tahammül edebilecek bir tribün bu ülkede yok. Fakat Anadolu'da rakibi bozma maksatlı takımlarda iş yapabilirdi. O ise tam ikisinin arasına geldi; Başakşehir'e...

Başakşehir büyük takım gibi zirveyi hedefliyor. Diğer yandan taraftar baskısı yok. Oynadığı oyun da çok baskılı değil. En azından geçen sezon öyleydi. O nedenle Crivelli'den nasıl faydalanacaklarını merak ediyorum. Abdullah Avcı kalsaydı, belki onu transfer etmezdi bile. Zira geçen sezon dört tane santrforunu kenarda tutup Robinho'yu en öne atmıştı. Crivelli ona fazlasıyla 'sert' gelirdi. Okan Buruk'un ise ne oynatacağını henüz kestiremiyorum. Rizespor'daki gibi bir hızlı hücum taktiği için Crivelli ağır kalır. Bir Muriç yaratır mı? Bilemiyorum.

Gerçekten merak ediyorum. Heveslendim. Başlık biraz aldatmacalı. Sorularımın hiçbir cevabı yok. Yanlış takım diyemem. "Bu transfer tutar" veya "tutmaz" tahminlerimi yapamam. Sadece onun için en uygun takım Başakşehir değildi. Yine de stoperlerle boğuşan, ayağından top almanın imkansız olduğu bir santrforu izlemek güzel olacak.

Perşembe, Ağustos 1

40



Öncelikle uyarıyorum; benim gibi televizyonda denk gelirseniz sakın izlemeyin. 40, adını sıkça duyduğum, özellikle Ali Atay'ın şöhret basamaklarını tırmanmasından sonra geriye dönüp çokça izlenen bir filmdi. Fakat filmde küfürlerin yeri çok fazla. Benim için sorun değil ama televizyon dünyası bunları kaldıramıyor. Haliyle parasını verip aldığın bir film kanalında bile filmin yarısını duyamıyorsun.

Geçen gün Refet'in yazdığı yazıda hızlıca ve kısaca andığı ekolden, 33 tane farklı hayatın tesadüfen kesiştiği filmlerden biri diyebiliriz. Gerçi burada 33 değil, 3 hayat var ama filmin adı 33'e yakın; 40!

Bundan olsa gerek bana çok ilginç bir film gelmedi. Zaten sıkça karşımıza çıkan bir kurgu. Senaryoda  da tutarsızlıklar çok belirgindi O hayatların bir araya gelmesi için, çok fazla zorlanmış. Ayrıca İstanbul sokaklarının sinemada bu kadar hunharca kullanılması hoşuma gitmiyor. Sanki yönetmen ve senarist (burada ikisi de aynı / Emre Şahin) filmin tıkandığı anları anlıyor (ki zaten kesinlikle kendi ürettiği eseri anlıyordur) ve o anlarda hemen araya biraz İstanbul sokakları serpiyor. Güzel de oluyor yalan yok ama kurgu sarmayınca İstanbul filmin önüne geçiyor. Bir de artık sıkıldık. Özellikle Eşkiya'dan bu yana aynı taktik.

Ali Atay'ı pek beğenmem ama filmi kurtaracak kadar iyi bir performans sergilemiş. Deniz Çakır'ı pek beğenmem ve bu filmde de pek iyi iş çıkaramamış. Ugandalı oyuncu Ntare Guma Mbaho Mwine iyi iş çıkarmış ama onu da bir daha buralarda göremeyeceğiz sanırım.

İzlenmeyecek film değil ama Leyla ile Mecnun'daki Ali Atay hayranlığından yola çıkarak övgülere layık olacak bir film de değil.

Vatan Savunması



Suriyeli göçmenler, yıllardır gündemimizde ama son zamanlarda konu daha da çok konuşulur oldu. Özellikle yerel seçimlerde oy kaybeden iktidarın, son dönemde ağız değiştirmeye başlaması da ilerleyen günlerin birçok yeni duruma gebe olduğunun göstergesi. Bu konu hakkında fikir üretmek kolay değil. Ciddi bir çalışma ve birikim gerekiyor. Bu kadar göçmen ne olacak, ne yapılacak, nasıl kararlar alınacak? Siyasilerin, akademisyenlerin, sivil toplum kuruluşların, hatta uluslararası kurumların bir araya gelip değerlendireceği bir konuda, ahkam kesmek haddimiz değil.

Fakat sokaklar bizim. Sosyal hayat bizim. Oradaki tavırlarımız, tüm siyasi kararların dışındadır ve sadece bizi bağlar. O nedenle bu alanda, çok açık bir şekilde rahatsız edici bir tabloyla karşı karşıyayız. Rahatsızlığın nedeni de Suriyeliler değil, onlara karşı gösterilen ve artık şiddete varan yaklaşımlar.

Suriye'de savaş yeni yeni başladığında ve ülkeye göçmenler geldiğinde bir grup bu plansız işin doğru yapılmadığını ve sorunlar yaratabileceğini iddia ediyordu. Bir diğer grup ise kalabalık olduğundan sesini daha güçlü çıkarıyor ve karşı tarafı susturmaya çalışıyordu. Suriye halkı ile Türk halkının dostluğundan, komşuluk ilişkilerinden, Osmanlı'nın mirasından bahsediyorlardı. Hatta karşı tarafı "Batı'ya yamanmaktan Doğu'daki kardeşlerini unutanlar" olarak suçlayanlar vardı. Şimdilerde ise saflar değişti gibi. Sorun çıkacağını düşünenler haklı çıktı ama sokakta olan bitenden rahatsızlar. Suriyeli göçmenlere sorgusuz sualsiz kapı açanların bir kısmı ise bu sefer, göçmenlere yönelik sert tavırları eleştiren karşı tarafı 'hümanistlik'le suçluyor. Evet; bu da son 10 yılın bir gerçeği. Hümanizm bir aşağılama kavramı olarak kullanılıyor, hatta suçlama olarak dillendiriliyor ama bu başka bir konu.

Suriyelilerin, Türkiye'ye entegre olamadığı bir gerçek. Bunun en büyük sebebi onlar değil ama tepkiler onlara yönelik. Onlarca örnek sayabiliriz. Fakat nedense bu plansız alımın sebebi olan siyasi mekanizma benzer tepkilerle karşılaşmadı. Yerel seçimde oy kaybetmeyi; sokakta şiddet görmekle, dışlanmakla ve aşağılanmakla bir tutamayız. Halkın göçmenlerden rahatsız olan kesimi, sorunu çözmekle mükellef olanlara bir baskı kurmadı. Belki de böylesi daha kolayına geliyordu.

Halkın tepkisini yükselten bir unsur da sosyal medya yalanlarıydı. Suriyelilerin fatura ödemediği, ev kirası vermediği, okullara sınavsız girdiği gibi örnekler aldı başını gitti. Hatta bir çok video ve fotoğraf Suriyelilere mal edildi. Denizin ortasında nargile içen adama 'Suriyeli' dendi, adam Türk çıktı. Almanya'da bir göçmen çocuğu olan Sinan Gümüş,  Galatasaraylı taraftarlara "Suriyeli gibiler" dedi, söylediği söz ortaya çıkınca özür dilemek zorunda kaldı, taraftarlar ise kendilerine yapılan bu 'yakışıksız benzetmeden' dolayı oyuncunun takımdan gönderilmesini istedi. Sinan Gümüş, kariyerine yine bir göçmen olarak İtalya'da devam edecek. Hatta, plajda soyunan adam bile Suriyeli olarak sunuldu ama o da Türk çıktı!

Zaten bu plaj ve deniz arka planlı görseller çok iş yaptı. Afrin operasyonuyla Türkiye'nin çocukları sınır ötesinde operasyona gidince ve ne yazık ki cenazeler Anadolu'ya gelince işin rengi daha da değişti. '"izim çocuklarımız ölürken, bunlar tatil yapıyor. gitsinler savaşsınlar" düşüncesi o zamanlarda tavan yaptı.

Tüm bu karmaşanın ortasında en anlamsız nokta burası işte. Yukarıdaki pankart da bunun son örneği oldu. Temmuz ayının başında Sinop'ta asılmış. Hâlâ duruyor mu bilmiyorum ama durmazsa şaşarım. hatta bir çok başka plajda benzeri asılmış olabilir.

Bazı tepkileri anlamak mümkün. Suriyeliler gerçekten toplumsal hayata ayak uyduramadılar. Bunun sebeplerini tartışmak mümkün. Fakat belki de halk bu tartışmanın içine girmek istemeden, bir tepki vermeyi tercih etmiştir. Kolaya da gelmiş olabilir. Tepkiden kasıt; 'Suriyeli istememek' noktası tabi ki. Yere çöp atmalarından (sanki biz hiç atmayız), bağıra bağıra konuşmalarından (sakin ülkedir burası), kadınlara laf atmalarından (bizde taciz vakası azdır) rahatsızlık duyanlar olabilir. Hatta daha ileriye gidelim. Hırsızlık, sokağa tuvaletini yapmak, kavga çıkarmak, mala zarar vermek gibi suçlar bile, geniş bir gruba etiket vurmaya yetmiş olabilir. Kabul etmiyorum ama anlıyorum. Fakat bu pankartı ve savaşmak zorunda bırakılmalarını anlamıyorum.

Acaba Suriye Savaşı ile ilgili bilgimiz çok mu az? Eğer öyleyse daha kötü zaten. Yıllardır çevremizi yangın yerine çeviren, ülke siyasetini dizayn eden bir olay hakkında en ufak bilgimiz yoksa yazıklar olsun. Yine de tekrar edelim. Suriye'de bir iç savaş var. İç savaş sanırım savaş ve çatışma çeşitlerinin en acısıdır. Mesela dışarıdan düşman gelir, ülkeyi işgal eder. Bu savaşların en kolayıdır. Düşman bellidir. Vatan denilen alan bellidir. Vatanı bırak, insan sadece evini, mahallesini korumak için bile savaşma isteği duyabilir. Böyle bir anda düşman da müttefik de bellidir.

Fakat iç savaş öyle değil. Bir sabah uyanırsın ve alt komşun düşmanındır. Belki evlendiğin kişinin ailesi de düşmandır. Belki kendi devletin sana saldırıyordur ve sen karşılık verdiğinde 'terörist' olarak adlandıracaksın. Böyle bir ortamda eline silah aldığında kime doğrultacaksın? Bu işler o kadar kolay mı? En korkutucusu olan, galiba Türkiye'de yaşayan insanlara göre bu sorular cevapları ve bu işler çok kolay... Sorgusuz sualsiz taraf olabilecek kitlelere sahibiz.

Suriye Savaşı'na Türkiye'den bakınca çelişkiler yumağı içinde buluyoruz kendimizi. Suriyeli için "Gitsin ülkesinde savaşsın" diyene, "Hangi tarafta?" sorusunu sorunca çok ilginç cevaplar geliyor. Mesela Türkiye içinde AKP'ye oy veren biri, "Gitsin devletine göz dikenlere saldırsın" diyebiliyor. O zaman aslında Suriyeli, rejim güçleri ile beraber aynı safta olacak ve ÖSO'ya karşı duracak. Fakat ÖSO'nun yanında, AKP politikası gereği TSK askerleri olacak. Yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, buradaki Suriyeli'ye, Türkiye'ye karşı savaşmasını öğütlüyor.

Veya en ufak bir sokak eyleminde yaşanan olay için anında "Kamu mallarına zarar verdiler" diyen bir milliyetçi, Suriyeli için "Gitsin Esad zulmüne dirensin" diyebiliyor. Suriyeli bunu yaparsa devleti tarafından 'terörist' damgası yiyecek.

Karman çorman olmuş bir toplumdan, karman çorman olmuş bir savaşı değerlendirmesini beklemek kolay değil. Fakat "Vatanı için savaşmayanlar" edebiyatı gerçekten can sıkıcı. Üstelik benzer bir düşünce, 1990'larda Boşnaklar için olmadı. Olmasın da zaten...

Fakat benzer noktalar çok fazlaydı. Boşnaklar da merkezi devletin son kırıntılarına sahip çıkan Sırpların zulmü ile karşı karşıya kaldılar. Hatta Hırvat milliyetçileri da boş durmadı. BM gibi kurumlar yalnız bıraktı. Boşnaklar bu ortamda çetelere katılıp vatan savunmasına katılabilir, bağımsızlık istedikleri için karşılaştıkları devletin orantısız gücüne karşı durabilirlerdi. Veya bir zaman önce 'komşum, dostum' dediği arkadaşına silah sıkmak zorunda kalabilirdi. Fakat savaşmak zordur. Onlar da ailelerini alıp Türkiye'ye geldiler. Orada kalsalardı hayatta tutunmaları imkansıza yakındı. Burada yeni bir hayat kurdular ve yeni bir kuşak bile doğdu. Bu süreç içinde kimse onlara "Vatanları için savaşmadılar" demedi. Demesin de zaten...

IŞID katliamlarının, Sırpların katliamlarından daha az korkutucu olduğunu söyleyecek kimse yoktur herhalde. Öyleyse bu iki olaya iki farklı bakış neden? Boşnakların, sosyalist Yugoslavya tedrisatından geçmiş olmaları onları daha uyumlu hale getirmiş olabilir. Hatta o dönemde, sınırdan Türkiye standartının üzerinde bir topluluk geçmiş bile olabilir. Fakat konu başka yerlere gidecek; o nedenle keselim.


Medyascope'un bir haberinde bir Suriyeli şöyle diyor: "Elimdeki silahı kime doğrultacağımı bilemedim, düşmanın kim olduğunu anlayamadım"


Bu bir suç mu, bir zayıflık mı? Sanmıyorum...