Suriyeli göçmenler, yıllardır gündemimizde ama son zamanlarda konu daha da çok konuşulur oldu. Özellikle yerel seçimlerde oy kaybeden iktidarın, son dönemde ağız değiştirmeye başlaması da ilerleyen günlerin birçok yeni duruma gebe olduğunun göstergesi. Bu konu hakkında fikir üretmek kolay değil. Ciddi bir çalışma ve birikim gerekiyor. Bu kadar göçmen ne olacak, ne yapılacak, nasıl kararlar alınacak? Siyasilerin, akademisyenlerin, sivil toplum kuruluşların, hatta uluslararası kurumların bir araya gelip değerlendireceği bir konuda, ahkam kesmek haddimiz değil.
Fakat sokaklar bizim. Sosyal hayat bizim. Oradaki tavırlarımız, tüm siyasi kararların dışındadır ve sadece bizi bağlar. O nedenle bu alanda, çok açık bir şekilde rahatsız edici bir tabloyla karşı karşıyayız. Rahatsızlığın nedeni de Suriyeliler değil, onlara karşı gösterilen ve artık şiddete varan yaklaşımlar.
Suriye'de savaş yeni yeni başladığında ve ülkeye göçmenler geldiğinde bir grup bu plansız işin doğru yapılmadığını ve sorunlar yaratabileceğini iddia ediyordu. Bir diğer grup ise kalabalık olduğundan sesini daha güçlü çıkarıyor ve karşı tarafı susturmaya çalışıyordu. Suriye halkı ile Türk halkının dostluğundan, komşuluk ilişkilerinden, Osmanlı'nın mirasından bahsediyorlardı. Hatta karşı tarafı "Batı'ya yamanmaktan Doğu'daki kardeşlerini unutanlar" olarak suçlayanlar vardı. Şimdilerde ise saflar değişti gibi. Sorun çıkacağını düşünenler haklı çıktı ama sokakta olan bitenden rahatsızlar. Suriyeli göçmenlere sorgusuz sualsiz kapı açanların bir kısmı ise bu sefer, göçmenlere yönelik sert tavırları eleştiren karşı tarafı 'hümanistlik'le suçluyor. Evet; bu da son 10 yılın bir gerçeği. Hümanizm bir aşağılama kavramı olarak kullanılıyor, hatta suçlama olarak dillendiriliyor ama bu başka bir konu.
Suriyelilerin, Türkiye'ye entegre olamadığı bir gerçek. Bunun en büyük sebebi onlar değil ama tepkiler onlara yönelik. Onlarca örnek sayabiliriz. Fakat nedense bu plansız alımın sebebi olan siyasi mekanizma benzer tepkilerle karşılaşmadı. Yerel seçimde oy kaybetmeyi; sokakta şiddet görmekle, dışlanmakla ve aşağılanmakla bir tutamayız. Halkın göçmenlerden rahatsız olan kesimi, sorunu çözmekle mükellef olanlara bir baskı kurmadı. Belki de böylesi daha kolayına geliyordu.
Halkın tepkisini yükselten bir unsur da
sosyal medya yalanlarıydı. Suriyelilerin fatura ödemediği, ev kirası vermediği, okullara sınavsız girdiği gibi örnekler aldı başını gitti. Hatta bir çok video ve fotoğraf Suriyelilere mal edildi.
Denizin ortasında nargile içen adama '
Suriyeli' dendi, adam Türk çıktı. Almanya'da bir göçmen çocuğu olan
Sinan Gümüş, Galatasaraylı taraftarlara "Suriyeli gibiler" dedi, söylediği söz ortaya çıkınca özür dilemek zorunda kaldı, taraftarlar ise kendilerine yapılan bu 'yakışıksız benzetmeden' dolayı oyuncunun takımdan gönderilmesini istedi. Sinan Gümüş, kariyerine yine bir göçmen olarak
İtalya'da devam edecek. Hatta, plajda soyunan adam bile Suriyeli olarak sunuldu ama o da Türk çıktı!
Zaten bu plaj ve deniz arka planlı görseller çok iş yaptı. Afrin operasyonuyla Türkiye'nin çocukları sınır ötesinde operasyona gidince ve ne yazık ki cenazeler Anadolu'ya gelince işin rengi daha da değişti. '"izim çocuklarımız ölürken, bunlar tatil yapıyor. gitsinler savaşsınlar" düşüncesi o zamanlarda tavan yaptı.
Tüm bu karmaşanın ortasında en anlamsız nokta burası işte. Yukarıdaki pankart da bunun son örneği oldu. Temmuz ayının başında Sinop'ta asılmış. Hâlâ duruyor mu bilmiyorum ama durmazsa şaşarım. hatta bir çok başka plajda benzeri asılmış olabilir.
Bazı tepkileri anlamak mümkün. Suriyeliler gerçekten toplumsal hayata ayak uyduramadılar. Bunun sebeplerini tartışmak mümkün. Fakat belki de halk bu tartışmanın içine girmek istemeden, bir tepki vermeyi tercih etmiştir. Kolaya da gelmiş olabilir. Tepkiden kasıt; 'Suriyeli istememek' noktası tabi ki. Yere çöp atmalarından (sanki biz hiç atmayız), bağıra bağıra konuşmalarından (sakin ülkedir burası), kadınlara laf atmalarından (bizde taciz vakası azdır) rahatsızlık duyanlar olabilir. Hatta daha ileriye gidelim. Hırsızlık, sokağa tuvaletini yapmak, kavga çıkarmak, mala zarar vermek gibi suçlar bile, geniş bir gruba etiket vurmaya yetmiş olabilir. Kabul etmiyorum ama anlıyorum. Fakat bu pankartı ve savaşmak zorunda bırakılmalarını anlamıyorum.
Acaba Suriye Savaşı ile ilgili bilgimiz çok mu az? Eğer öyleyse daha kötü zaten. Yıllardır çevremizi yangın yerine çeviren, ülke siyasetini dizayn eden bir olay hakkında en ufak bilgimiz yoksa yazıklar olsun. Yine de tekrar edelim. Suriye'de bir iç savaş var. İç savaş sanırım savaş ve çatışma çeşitlerinin en acısıdır. Mesela dışarıdan düşman gelir, ülkeyi işgal eder. Bu savaşların en kolayıdır. Düşman bellidir. Vatan denilen alan bellidir. Vatanı bırak, insan sadece evini, mahallesini korumak için bile savaşma isteği duyabilir. Böyle bir anda düşman da müttefik de bellidir.
Fakat iç savaş öyle değil. Bir sabah uyanırsın ve alt komşun düşmanındır. Belki evlendiğin kişinin ailesi de düşmandır. Belki kendi devletin sana saldırıyordur ve sen karşılık verdiğinde 'terörist' olarak adlandıracaksın. Böyle bir ortamda eline silah aldığında kime doğrultacaksın? Bu işler o kadar kolay mı? En korkutucusu olan, galiba Türkiye'de yaşayan insanlara göre bu sorular cevapları ve bu işler çok kolay... Sorgusuz sualsiz taraf olabilecek kitlelere sahibiz.
Suriye Savaşı'na Türkiye'den bakınca çelişkiler yumağı içinde buluyoruz kendimizi. Suriyeli için "Gitsin ülkesinde savaşsın" diyene, "Hangi tarafta?" sorusunu sorunca çok ilginç cevaplar geliyor. Mesela Türkiye içinde AKP'ye oy veren biri, "Gitsin devletine göz dikenlere saldırsın" diyebiliyor. O zaman aslında Suriyeli, rejim güçleri ile beraber aynı safta olacak ve ÖSO'ya karşı duracak. Fakat ÖSO'nun yanında, AKP politikası gereği TSK askerleri olacak. Yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, buradaki Suriyeli'ye, Türkiye'ye karşı savaşmasını öğütlüyor.
Veya en ufak bir sokak eyleminde yaşanan olay için anında "Kamu mallarına zarar verdiler" diyen bir milliyetçi, Suriyeli için "Gitsin Esad zulmüne dirensin" diyebiliyor. Suriyeli bunu yaparsa devleti tarafından 'terörist' damgası yiyecek.
Karman çorman olmuş bir toplumdan, karman çorman olmuş bir savaşı değerlendirmesini beklemek kolay değil. Fakat "Vatanı için savaşmayanlar" edebiyatı gerçekten can sıkıcı. Üstelik benzer bir düşünce, 1990'larda Boşnaklar için olmadı. Olmasın da zaten...
Fakat benzer noktalar çok fazlaydı. Boşnaklar da merkezi devletin son kırıntılarına sahip çıkan Sırpların zulmü ile karşı karşıya kaldılar. Hatta Hırvat milliyetçileri da boş durmadı. BM gibi kurumlar yalnız bıraktı. Boşnaklar bu ortamda çetelere katılıp vatan savunmasına katılabilir, bağımsızlık istedikleri için karşılaştıkları devletin orantısız gücüne karşı durabilirlerdi. Veya bir zaman önce 'komşum, dostum' dediği arkadaşına silah sıkmak zorunda kalabilirdi. Fakat savaşmak zordur. Onlar da ailelerini alıp Türkiye'ye geldiler. Orada kalsalardı hayatta tutunmaları imkansıza yakındı. Burada yeni bir hayat kurdular ve yeni bir kuşak bile doğdu. Bu süreç içinde kimse onlara "Vatanları için savaşmadılar" demedi. Demesin de zaten...
IŞID katliamlarının, Sırpların katliamlarından daha az korkutucu olduğunu söyleyecek kimse yoktur herhalde. Öyleyse bu iki olaya iki farklı bakış neden? Boşnakların, sosyalist Yugoslavya tedrisatından geçmiş olmaları onları daha uyumlu hale getirmiş olabilir. Hatta o dönemde, sınırdan Türkiye standartının üzerinde bir topluluk geçmiş bile olabilir. Fakat konu başka yerlere gidecek; o nedenle keselim.
Medyascope'un bir haberinde bir Suriyeli şöyle diyor: "Elimdeki silahı kime doğrultacağımı bilemedim, düşmanın kim olduğunu anlayamadım"
Bu bir suç mu, bir zayıflık mı? Sanmıyorum...