Salı, Eylül 29

The King


Bu blogda onlarca film paylaştık. Filmleri analiz ederken bazı genel görüşlerimizden de bahsettik. Okuyanlar bilir, bunlardan en sık vurguladığımız, 2000 sonrası özellikle ABD'den çok fazla güçlü film çıkamamasıydı. Artık film değil bilgisayar oyunlarını izliyoruz. Kurgusal sinemada böylesine bir düşüş yaşanırken, başka bir tür giderek güçleniyor ve zenginleşiyor. O da belgeseller....

Gerçi belgeselseverler de şu aralar 'konuşan kafalar mı yoksa daha önce yayınlanmamış görüntüler mi' konusunda tartışma yaşasa da ikisinin de geçerli olmadığını (veya birinin diğerinden daha önemli olmadığını) ortaya döken bir stil kendini gösteriyor. The King böyle bir belgesel...

Belgeselin merkezinde adında da anlaşılacağı gibi Elvis Presley var. Fakat burada Elvis'in kariyerini, şöhretini, sırlarını izlemiyoruz. Bir kronolojik hayat hikayesinden veya onunla yolları kesişmiş tanıkların anılarından ibaret değil. Elvis merkezde ama aynı zamanda köşede. Esas anlatılan Elvis ile özdeşleşen ABD'nin hikayesi. Ve bu hikaye sadece iyi anılarla ve övgülerle dolu değil.

Bu hikayeyi dinlerken yaklaşık 100 dakika boyunca Elvis şarkıları bize eşlik etse de ana planda sadece müzik yok. Amerika popüler kültürü ve siyasi tarihi, onların dönüşümü, bu dönüşüme Elvis'in etkisi ve hatta etkisizliği belgeselin içine sığıyor. Tabi Elvis'in kendi hikayesinden de mahrum değiliz. O uzaktan bildiğimiz, bize anlatılan Kral'ın aslında zaman zaman nasıl sarsıldığını, onun korkularını ve hayal kırıklıklarını da görüyoruz.

Geçmişte yaşananlar bize, tüm dünyada tanınan ve bilinen bir Elvis algısı hediye etti. Fakat o algı bugünlerde bambaşka bir tepkiye de neden olabiliyor. Yani geçmiş ve bugün arasında bir zıtlık doğuyor. Bu zıtlığı karşı karşıya getiren bir köprü diyebiliriz The King için. Üstelik bu köprüden geçerken altımızda bir araba var. Elvis'in meşhur 1963 model Rolls Royce'u tüm anıları bagajına atarak Doğu'dan Batı'ya tüm Amerika'yı turluyor.

Belgesele katkıda bulunan çok sayıda popüler figür var. Lana Del Rey, Alec Baldwin, Ethan Hawke, Ashton Kutcher gibi birçok insanı belgeselin içinde görüyoruz. Muhakkak izleyenlerin en çok ilgisini çeken Chuck D olmuştur. Kendisi Elvis'i en sert ve düzgün şekilde eleştiren kişi olarak karşımıza çıkıyor. Fragmanda bile kendisi çok fazla kullanılmış. Belki de böylesine belgesellerde bu kadar sert sözlere  aşina olmadığımız için isyanı ve dürüstlüğü cazip gelmiştir. Belgeseli de neredeyse tek başına 'övücü' sınıfından çıkarıp 'kışkırtıcı' sıfatına sokmuş. Fakat yine de benim en çok beğendiğim kişi Mike Myers oldu.

The King, bir başka açıdan da çok başarılı. Belgesellerin de bir kurgusu vardır. Ve bir görsellik sunduğu için teknik önemlidir ama genelde ihmal edilir. Hem eski görüntüler hem konuşan kafalar, bu konulara eğilmeye fırsat vermez. Kamera kullanımları, sahneler arası geçişler genelde belgesellerde gözden kaçar. Fakat burada oldukça etkileyici kullanımlar mevcut. Tek sıkıntı olarak temposundan bahsedebiliriz. Bir belgeselden çok yüksek bir tempo beklemek doğru değil belki ama burada hem hareketli Elvis şarkıları dinlerken hem de tüm Amerika'yı otoyolda turlarken biraz daha sürükleyici olabilirdi.

Fakat genel anlamda çok başarılı bir belgesel. Cannes ve Sundance'de gösterilmesi boşuna değil. Büyük bir emek olduğu aşikar. Stüdyolarda animasyonlarla değil, sokaklarda, şehirlerde insanlarla yapılmış. Özlüyoruz böyle yapımları. Bugünün belgeselleri, bugünün filmlerinden çok daha güçlü. Bunu bir kez daha anlıyoruz. Ne yazık ki sayıları daha az ama zaten hepsini izlemeye zamanımız yetmiyor. O nedenle sayıdan dolayı hayıflanacak değiliz, şikayet etmeye de hakkımız yok. Zaten az olsun öz olsun...

Hiç yorum yok: