Çarşamba, Ağustos 31
Salı, Ağustos 30
A Taste of Summer
Ramazan'da oruçluyken zaman geçirmek adına bir film izlemek istedim. Kalitesi önemli değildi. Yeter ki aksın ve beni iftara kadar idare etsindi. Karşımıza televizyonda bu film çıktı. Keşke Masterchef çıksaydı...
Filmimiz; iki orta yaşlı insanın bir kasabada tanışmasını ve ilerleyen süreçte birbirlerine düşmelerini anlatıyor. Fakat önce bir rakip olma durumları var. Zira ikisi de şef ve kendilerine ait restoranları var! Biz de film boyunca yapılan yemekleri görüyoruz. Bir Ramazan gününde olabilecek en kötü film.
Üsteli bu yemekler, filmin tek güzel detayları. Ne oyuncularımız, ne senaryomuz, ne başka bir şey... Nasıl denk geldik buna aklım almıyor...
Böyle boş ve hoş olmaya çalışan filmlerde en azından başroldeki karakterler çok sempatik olur. İnsanlar onlarla empati kurarlar. Oysa Roselyn Sanchez'in canlandırdığı Gabby, bir romantik komedi filmi için aşırı rahatsız edici bir tip...
Bir de erkek ve kadın oyuncuların sıcaklık yayan bir uyumu olmalı. Kötü oyuncu olsalar bile bir enerji yayarlar. Burada o da yok. Tamam olmayabilir. Ama ilginç olan Sanchez ve Eric Winter ikilisinin normal hayatta evli olmaları... Bir evlilikten böylesine uyumsuzluk. Ne diyelim...
Oruç bizi asabi yaptı herhalde; aradan kaç ay geçti ama kurtulamadık o öfkeden...
Cuma, Ağustos 19
Kime Niyet Kime Kısmet
Onun için "Süper Lig'de oynamayan en Süper Lig topçusu" ifadesini kullanmıştım. Hala arkasında mıyım o cümlenin emin değilim. Zira geçen sezon Zenit'te yavaş yavaş yedeğe düştü, yaşı da 33 oldu. Gerçi bu sorunun cevabını düşünmeye de gerek kalmadı, çünkü o artık Süper Lig'de oynayan bir topçu...
Bu adamın Süper Lig'de ne yapacağını her zaman merak ettim. Gerçi biz hep üç İstanbullu için düşünmüştük ama Dzyuba'nın yolu soğuk Petersburg gecelerinden, Adana'nın sıcağına düştü.
Adana Demirspor, bu sezon iddialı bir takım kurmaya devam ediyor ve beni gerçekten de bu transferle şaşırttılar. Hatta geçen sezonki Mario Balotelli hamlesinden bile daha şaşırtıcı oldu.
Adana Demirspor, Zenit'ten iki tane politik figürü renklerine bağladı. Rusya-Ukrayna savaşı ilk çıktığında Zenit'ten ayrılmak zorunda kalan Ukraynalı savunma oyuncusu Yaroslav Rakitskiy ve Artem Dzyuba. Tabi Rakitskiy Ukraynalı ama ülkesinde pek sevilmiyor. Zira Donbass bölgesinden... Yani öyle bazı yerlerde yazan "Dzyuba ile kavga ederler" cümlelerine pek aldırmamak lazım. Zenit'e transfer olduğunda da ülkesinden çok tepki almıştı ama savaş başlayınca artık orada devam edecek durumu kalmamıştı. Öncesinde de milli takımdan da aforoz edilmişti.
Dzyuba ise asker selamı veren bir figür.
Diğer yandan transferi yapan Murat Sancak'tan yola çıkarak Ethem Sancak'ın savaşın ilk haftalarında ve sonrasında yaptığı açıklamalar aklımıza geliyor.
Kısacası; hem saha içinde hem saha dışında merak edilesi hamleler...
Pazar, Ağustos 14
Small Time Crooks
Burada çoğu zaman yerdiğim Woody Allen ve onun filmlerinden sonra ayrı bir yere koyabileceğim yapımlardan biri...
Yine çok iyi bir film olduğunu iddia edemem. Fakat internetteki yorum sayısı ve toplumdaki bilinirliğini düşününce, hakkının yendiğini düşünüyorum. Bence yere göğe koyulamayan birçok Allen filminden daha iyi.
Bir Spike Lee filmi gibi başlasa da sonrasında hızlıca akan ve bambaşka yerlere evrilen değişik bir film oldu. Belki de bu yüzden takibi biraz zor gelebilir. Aslında keşke Spike Lee filmi gibi devam etseydi ve o fikir üzerinden yürüseydi.
Mahalledeki bankayı soymak isteyen ve bunun için bankanın yanındaki dükkanı tutan, onu da paravan bir kurabiyeciye çeviren birkaç sakar arkadaş grubu... Harika... Üstelik sonrasında o kurabiyecinin satışları patlıyor ve olaylar gelişiyor...
Burada da olaylar gelişiyor ama bir daha kurabiyeciye uğramıyoruz. Ama zaten Allen filmlerinde diyalog takip etmekten nevrimiz döndüğü için, bu kabul edilebilir bir durumdu. Daha takip edilemez örnekleri görmüştük. Gerçi burada da yine hızlı diyaloglardan kaçamıyoruz. Fakat olsun; hem ilk yarıdaki fikir hem de devamındaki "Sonradan görme" kültürüne atılan komik bakışlar hoşluk katmış. Yine de ikinci yarının daha durağan olduğunu belirtmek gerek. Bu da birçok insanda not düşürmüş olsa gerek...
Onun dışında yönetmenimiz Hugh Grant'i çok iyi kullanmış. Grant da müthiş iş çıkarmış zaten. Ayrıca Allen, New York'a biraz az rol vermiş ki, bu da değişik bir durum oldu.
Sonuç olarak sevabıyla günahıyla keyif aldığım nadir Allen filmlerinden biri oldu. İyi ki Allen önyargıma yenik düşüp burun kıvırmamışım. Buradan yönetmenimize teşekkür ederim. Spike Lee'yi özlediğimi fark ettirdi bana...
Cumartesi, Ağustos 13
Yine Bir Yenilik ve Yine Karşıyız
Bizi bilenler bilir. Futbolun muhafazakârıyız. Gelenekçiyiz. Yeniliklere karşıyız. Yeni uygulamaların yeni versiyonlarına bile karşıyız. Hal böyle olunca 1.Lig'in yeni play-off sistemine de karşıyız.
Hazır bu hafta yeni sezon başlamışken konuya değinelim. Yeni sezonda ligi 3. sırada bitiren doğrudan finale yükselecek. Artık 7. sırada yer alan takım play-off hakkı kazanacak. Yarı finaller oynanacak ve sonra oradan sağ çıkan takım üçüncü sıradaki ile final oynayacak.
Bunun adaletli olduğunu kabul edemiyoruz. Play-off uygulamasının ortaya çıktığı dönemden beri, üçüncülüğün lanetinden bahsediliyordu. Yanlış hatırlamıyorsam sadece bir defa üçüncü sıradaki takım Süper Lig'e çıkabildi. O da 2016'daki Alanyaspor'du. Başka varsa da kusura bakmasın ama zaten sayı çok da yükselmeyecektir.
Herhalde bu istatistiği bir haksızlık olarak düşündüler ve formatı değiştirdiler. Yani daha adil olduğu için değil... "Ulan bu üçüncüler de hiç çıkamıyor, bunlara bir kolaylık yapalım" dendi herhalde. Mesela üçüncüler bugüne kadar 8-9 kere Süper Lig biletini kapsaydı sanki bu değişiklik olmazdı gibi geliyor bana. Dünyada örneği var mıdır, play-off uygulayan liglerin böyle bir uygulamayla finale 'wildcard' verme durumu mevcut mudur bilmiyorum ve sanmıyorum da...
Öte yandan 2.Lig'de de benzer bir değişikliğe gidildi. Fakat orada ufak bir fark var. Zaten o liglerde birinciler doğrudan gidiyor, ikinciler kalıyordu. Yani bütün sezon şampiyonluk yarışına girip ikinci olmuş takımın play-off'ta doğrudan finale kalması biraz daha anlaşılabilir.
Oysa 1.Lig'de durum böyle değil. Mesela geçen sezon Bandırmaspor ilk ikinin sekiz puan gerisinde kaldı. Arkasındaki takımlar ile puan olarak ona daha yakındı. Şimdi Bandırmaspor gibi bir takımın topladığı iki puan fazlalıkla avantaj elde etmesi doğru mu? Bir önceki sezon gibi olağanüstü örnekleri (üç takımın aynı puanda bitirdiği) arka plana atmak durumundayım. Zira vurguladığım gibi gerçekten istisnai bir sezondu.
Üstelik az-buz bir avantaj da değil. Diğerleri birbirini kırarken o dinlenecek. Sezon sonundaki o bir haftalık veya 10 günlük dinleme de ilaç gibi gelecektir.
Açıkçası bu uygulamadan hiç hoşnut değilim ve daha şimdiden üçüncünün kaybetmesini temenni ediyorum. Mayısta görüşürüz...
Cuma, Ağustos 12
Kelebeğin Rüyası
Son dönemin en çok bilinen ve en çok izlenen Türk filmlerinden biri olan Kelebeğin Rüyası'nı uzun uzun anlatmaya gerek yok. Yıllar önce kız arkadaşım bahsettiğinde ilgimi daha çok çekmişti. Zira beğenileri yüksek olan biri olarak, ondan bu öneriyi beklemiyordum.
Filmi küçümsediğim için demiyorum tabi bunları. Zaten Yılmaz Erdoğan'ın kaleminden çıkan bir hikaye izlenirdi, bu konuda bir sıkıntı yoktu. Fakat kız arkadaşımın hikayeden çok etkilendiğini söylemesi benim ilgimi cezbetmişti.
Gel zaman git zaman, filmi izlemek bu seneye nasip oldu. Yaşanmış gerçek bir hikayenin filme aktarılmış halinden bahsediyoruz. Bu noktada rahmetli Erdal Tosun'a parantez açmak gerekiyor. Erdoğan'a; Zonguldaklı iki şair Rüştü Onur ve Tayyip Uslu'nın hikayesinden bahseden ilk o olmuş. Erdoğan da bu işin üzerine gidip hikayeyi araştırmış ve senaryoya dökmüş.
Sinema açısından eleştirilecek çok nokta bulunabilir. Fakat böyle kıyıda köşede kalmış müthiş hikayelerin anlatılmasını çok seviyorum. Bir belgeselcilik havası katıyor yapıma. Aynı zamanda kurgusal bir öykü de var. Yani her açıdan bizi tatmin ediyor. Kısacası kız arkadaşım haklıymış. Ve gerçekten de Yılmaz Erdoğan, Türk sinemasının son 20-25 yılında kalemini en iyi kullanan isimlerden biri, belki de birincisi. Çok iyi yazıyor, çok iyi anlatıyor.
Buna rağmen Kelebeğin Rüyası için, onun yaptığı en iyi işlerden biri demem. Genelde Erdoğan filmleri (mesela Vizontele serisi), yumuşak, sıcak ve hafif komik giderken birden dramatik bir sona bağlar ve vurucu bir hal alır. Kelebeğin Rüyası ise başından itibaren duygusal ilerliyor. Bunda bir sorun yok. Hatta ilk bir saatteki duygusal ton çok yerindeydi. Bir ajitasyon değil; iki şairin (hatta iki şair ve hocalarının) dayanışmasından oluşan bir atmosfer hakimdi. Fakat son yarım saatte işler biraz ajitasyona kaymaya başlayınca filmden sıkılmaya başladık. Notumuz düştü, film de gücünü kaybetti.
Diğer yandan savaş yıllarında geçen filmin politik ve tarihi göndermeleri çok yerindeydi. Ajitasyondan biraz arınıp, o tarafa biraz daha eğilmek mümkün olabilirdi sanki.
Oyuncularımız filmin çekildiği dönemde çok öne çıkmıştı. Kıvanç Tatlıtuğ, sıska haliyle çok konuşulmuştu. Bence gayet de iyi bir oyunculuk yapmış ki; zaten Aşkı Memnu üzerine Kelebeğin Rüyası onun için bir ispat oldu. Mert Fırat da çok iyi eşlik ediyor. Fakat Belçim Bilgin biraz zayıf kalmış gibi. Farah Abdullah'ın da süresi azdı. Yine de oyunculuk açısından sıkıntılı bir film değil.
Fakat çok iyi bir film olduğunu da söylemek zor benim adıma. Çok iyi bir hikaye ve iyi bir ekip var. Sanki daha güçlü bir eser ortaya çıkabilirdi..
Salı, Ağustos 9
10
10 numarayı vermek yerine, sene sonuna kadar (Aralık yani)10 tane maça ilk 11 başlatsalar yeter...
Gerçi çıkarmazlarsa da çocuk oynayacağı yere gider. Seneye de 10 numara başka birine verilir.
Pazartesi, Ağustos 8
Nelyubov
Cannes dahil birçok festivale giden (Rusya'nın Oscar adayıydı) ve birçok yerden ödüllerle dönen bir Rus (2017) filmi. Sevgisiz anlamına geliyor. Yıkılmakta olan bir orta sınıf ailesini anlatıyor. Filmin uzun bir kısmı boyunca bu sıfatın, ailenin çocuğu için kullanıldığını düşünüyoruz, zira ilk sahnelerde ebeveynleri tarafından horlanan ve ağlayan bir çocuk izliyoruz. Fakat çocuğumuz Alyosha, bir yerden sonra senaryo gereği ortadan kaybolurken, aslında o sıfattan da uzaklaşıyor. Bütün ilgi ve sıfat anne ve babanın üzerine yapışıyor. Hatta onlar üzerinden tüm Rus orta sınıfına...
Rusya'nın son dönemdeki en görkemli yönetmelerinden Andrey Zvyagintsev'in ilk çıkış yaptığı filmi yıllar önce izlemiştim. Vozvrashchenie, (yani bilinen adıyla Dönüş) yine benzer bir konuyu işliyordu. Çok merak ettiğim ama çok daha şöhretli olan Leviathan da sanırım aynı kıyılarda dolaşıyor.
Nelyubov'u Vozvrashchenie ile kıyaslayınca biraz sönük bulduğumu söylemem lazım. Temposu daha düşük, gerilimi daha az. Aslında geriliminin az olması, biraz daha izlenir hale getiriyor. Vozvrashchenie rahatsız edici bir filmdi. Nelyubov ise polisiye bir olayı da içine katan güzel ve kararında bir aile dramı olarak kalabilir.
Aslında aile içi drama da bir yerden sonra ağırlığı kriminal mevzulara bırakıyor. Sanırım o devir teslim filmin ahengini bozmuş. Alyosha bulunamadıkça gerilim artıyor, heyecan artıyor, "Acaba bulunacak mı?" diye sormaya başlıyoruz. O esnada anne ve babanın hanzolukları gözümüzden kaçıyor. Bu arada Alyosha'nın babası Boris karakterinin tam dayaklık olduğunu eklemek lazım. Fakat yine de yönetmenin o "arama" sürecinde boş durmadığını görüyoruz. Bize karakterleri anlatmaya çalışıyor ve derinliği arttırıyor. Bu sayede filmin sonuna daha güçlü giriyoruz
Öte yandan biz de son ana kadar Alyosha'nın bulunacağını düşünürken olay bambaşka bir yere evriliyor. Yönetmenimiz güzel bir ters köşe yapıyor. Ters köşe dediğimiz bir akıl oyunu değil. Fakat filmin temposundan veya gittiği yönden ayrılıp bize esas sorunu göstermeyi çok iyi başarıyor.
Filmin herhalde en başarılı noktası, -sanırım- Rusya toplumunu çok iyi anlatması. Rusya'nın da Türkiye toplumuna ne kadar benzediğini görüyoruz. Bu benzerlik birçok kişi tarafından kabul edilmiyor. "Sosyalizm görmüş, Dostoyevski çıkarmış topluma ne kadar benzeriz?" diyenler var (mesela oraları çok iyi bilen Peralta) ama bunlar bence 1000 yıldır aynı yerde yaşayan toplumlar için detay kısımlar.
Peki nedir bu benzerlik. Rus erkeklerini temsil eden Boris'in tıpkı çoğu Türk erkekleri gibi, toplumda ve iş dünyasında yükselmek için "inançlı ve ahlaklı" gözükmeye çalıştığını ama buna rağmen aslında bütün değerlerden yoksun olduğunu görüyoruz. Rus kadınlarını temsil eden Zhenya ise tıpkı çoğu Türk kadını gibi tüketim toplumunun dayattığı ışıltılı hayat için mücadele eden bir kadın olarak izliyoruz. Kadın, aileden kaçmak için erken yaşta evlenirken, erkek de bir aile kurumunda gözükmek için kendini bu müesseseye sokuyor. Ve aslına tüm bunları tetikleyen de evlilik öncesi Zhenya'nın hamile kalması... Ve istenmeyen bir çocuğun dünyaya ve topluma gelmesi...
Öte yandan çok alakasız bir sahnede kafam başka bir noktaya takıldı. Alyosha'yı bulmak için anneannesinin evine gitmeyi planlayan ebeveynler, arama ekibine evi tarif ederken şöyle diyor: "Kiev yolu üzerinde..."
Mevcut Rusya-Ukrayna savaşında Putin'in bazı gerekçelerinin aslında çok da temelsiz olmadığının bir göstergesi olabilir mi? Kiev yolu, onlar için İzmir yolu gibi bir şey. Bu kadar iç içe geçmiş bçr coğrafyada, hatta halen birbirinin parçası olarak duran iki ülkede böyle savaşların olmamaması mümkün değildi. Bu konu hakkında daha uzun ve detaylı yazmak lazım ama şimdi filem dönelim.
Zaten bir Zvyagintsev filminin politik altyapısı olmadığını da düşünemeyiz. Bir Rusya filmi olduğu için, Rus ailelerinde yaşanan sıkıntıların sebebinin ülkenin politik yapısından kaynaklandığını sezebiliyoruz. En azından yönetmen ara ara bize bunun mesajlarını veriyor. Zaman zaman televizyonda, radyoda veya dost sohbetlerinde yapılan konuşmalar, bunu bize iletiyor.
Onun dışında ise bazı göndermeler de mevcut olabilir. Mesela son sahnelerde Zhenya'yı yıkık, bitik ve depresif öfkesi içinde saklı kalmış ama ortaya çıkmaya hazır bir şekilde görüyoruz. O anda üzerinde bir Rusya ordusu kamuflajı var. Acaba yine güncel politik duruma bir selam mı? Rusya'nın anne rolünü oynayamadığını ve kaybettiğini mi söylüyor bize? Peki Boris burada Ukrayna'mı? Yoksa başka bir oluşumu mu temsil ediyor? Bilemiyorum ama bu sayede yönetmenin boş bir film çekmediğinin farkına varmak kolay oluyor.
127 dakika süren ama uzun sayılacak süresi boyunca sıkmayan güçlü bir film. Festival ödülleri biraz beklentiyi yükseltebilir ama kesinlikle ilgi çekici bir yapım...
Cumartesi, Ağustos 6
Geç Gelen Süper Lig
Süper Lig bize çok fazla hikaye verecektir. Hatta ilk haftadan bile güzel hikayeler çıkacaktır. Fakat ilk gün için İbrahim Yılmaz'a ayrı bir parantez açmak gerekir.
İstanbulspor'un sembol oyuncusu olma yolunda ilerleyen ve takım kaptanlığına kadar ulaşan İbrahim, dün sarı-siyahlı forma altında ilk Süper Lig maçına çıktı. Aslında onun için bir ilk değildi. Daha önce İstanbul BB Spor formasıyla 10 kez maça çıkmıştı. Fakat o günlerinden üzerinden 10 seneden fazla geçti... O günlerin ardından ne İstanbul BB Spor kaldı ne İbrahim buraları görebilirdi.
Ta ki İstanbulspor'a gelene kadar. İbrahim, 2016-17 sezonunda İstanbulspor'a imza attığında takım 2.Lig'deydi. İbrahim ise öncesinde ise 3.Lig'e kadar gerilemişti. O sezonu şampiyon olarak noktaladılar ve beraber 1.Lig'e yükseldiler. Uzun süre de orada kaldılar. Ve bu gün artık Süper Lig...
İbrahim'in düşüşü ve yükselişi bana biraz Efecan Karaca'yı hatırlattı. O da Galatasaray altyapısından çıktığında umut veriyordu ama devamında alt lig topçusuna dönmüştü. Ne zaman yolu Alanyaspor ile kesişti; kariyeri o zaman baştan aşağı değişti. Hemen hemen İbrahim-İstanbulspor birlikteliğindeki İbrahim ile aynı yaştaydı. Sonrasında Süper Lig'e kadar tırmanmakla kalmadı, 30'undan sonra A Milli Takım oyuncusu bile oldu. Hatta adı büyük takımlarla bile anıldı.
İbrahim için de aynısı olabilir. Fakat öncelikle Süper Lig'de devamlılık göstermek zorunda. Bu da takımın başarısıyla paralel ilerler. Dün özetlerden izlediğim kadarıyla İstanbulspor bu konuda bir ışık vermedi ama tahmin yapmak için henüz erken. Paraları ödeyemeyen üç tane Anadolu takımına bakar. Fakat genel tahlile bakarsak; İbrahim için yol açık duruyor...
Pazartesi, Ağustos 1
Anacleto: Agente Secreto
Başroldeki Quim Gutierrez'i sevgilisiyle bağlanmış bir şekilde gördüğünüz bu fotoğraf karesi ve filmin adı size bir ipucu verebilir. Bir ajan filmi var ama ajanımız biraz başarısız gibi. Gerçi hemen her örnekte; ajanımız, casusumuz, dedektifimiz, süper kahramanımız hikayesi devam ederken bazı zorluklarla karşılaşır. Fakat Gutierrez (Adolfo) vücut diliyle pek başarılı bir ajan olmadığını belli ediyor.
Zaten kendisi bir ajan değil. Ajan olan babası. Onun adı Anacleto. Yani filmin esas yıldızı o. Fakat biz Azuloscurocasinegro'dan beri Gutierrez'in filmlerine göz atmaya çalışıyoruz. Genelde iyi filmlerde, iyi projelerde çalışıyor.
Burada biraz komedi denemiş. Film de oyuncularımız da işin mizah ve komedi boyutunu kotarmışlar. Fakat filmin geri kalan unsurları çok da yeterli olmamış. Senaryo çok klişe detaylar üzerinden ilerliyor. Belki de komediyi o klişeler üzerinden kurmak istemişlerdir. Zaten eserin aslı 1970'lerde gazetelerde yayınlanan bir karikatür serisinden geliyor. Yani İspanya'da bilinen ve sevilen bir öykü. Biraz James Bond parodisi. Hatta bu karikatürler filmin bazı yerlerinde (duvarlarda) kullanılır. Klişelerden beslenmesi bu anlamda mantıklı.
Fakat sonuçta bir ajan hikayesi olduğu için, yani sürükleyici bir konuya sahip olma zorunluluğu da vardı. Onun altından kalkamamışlar. 90 dakikalık bir film olmasına rağmen sonu gelmek bilmiyor.
Yaşlanan ajan artık emekli olmak ister. Bu sırada olaylar karışır. Ve herkesten sakladığı oğlu olayların içine dahil olmak zorunda kalır. Yalnız bir sorun vardır. Bu delikanlı, ajanlık bir yana normal hayatında kavga edemeyen hatta sevgilisiyle bile tartışamayan pısırık,, uyuşuk bir gençtir. Üstelik babasının da bir ajan olduğunu hiç bilmemektedir.
Öğleden sonra izlemelik çıtır filmlerden biri. İspanyolca öğrenmeye çalışmam, filmi tercih etme sebeplerimden biri olmuştu. Pişman da değilim ama daha iyisini beklerdim.
Bu arada Anacleto rolündeki Imanol Arias da bu filmde Philip Baker Hall gibi göründü gözümüze. Arias'ın Bask, Gutierrez'in Katalan olduğunu ekleyelim. "İşte tam bir İspanya mozaiği" diyerek bitirelim.