Cumartesi, Haziran 8

Nemeçek




Geçen hafta bugün, bu saatlerde şehrin sokaklarında biber gazı kokusu ve helikopter sesleri eşliğinde koştururken, şimdikinden daha umutluydum. Aradan geçen sürede İstanbul'da ve Anadolu'da defalarca çatışmalar yaşandı, birçok kişi yaralandı, ne yazık ki ölenler oldu. Şu an çatışmalar azalmış gibi. Ama benim içim hiç rahat değil. Sanki fırtına öncesi sessizlik.

Beraber sokağa çıktığım arkadaşlarımla konuşurken, bu çıkmazdan çıkmak mümkün olmuyor. Çünkü çoğumuz olan biteni ilk defa yaşıyoruz. 

Daha da kötüsü, arkadaşım olmasa da, daha önce hiç tanımasam da; beraber sokağa çıktığım arkadaşların özellikle Anadolu'da olanların tepkisi artıyor. Bir çok kişinin gözünde Park'takiler, kutlama yapan, İstanbul'un ortasını festivale çeviren, dans eden, halay çeken mutlu insanlar. Oysa, emin olun, oradaki herkesin, nasıl oluyorsa belli etmediği ama içinde yaşadığı bir gerginlik var. İnsanlar çatışma anını bekliyor ve hepsi bir stres içinde.

O kadar direniş gazlamasından sonra bu yazı ne? Şaşırtabilir.

Plansız, ani, lidersiz, örgütsüz (veya çok fazla sayıda örgütle) çıkılan bir durumdu. Kusursuz olmasını beklemek mümkün değildi ama kusursuz olduğunu düşünenlerin sayıca çok olduğunu görmek, benim gibi yalnız kaldığında karamsarlığın dibine vuran biri için çok kötü durum. Belki şu an parkta olsaydım daha umutlu bakabilirdim geleceğe, belki sadece dört duvar arasında kalmış olmanın stresi ve heyecanı bunları yazdırıyor.

Biz, yani her hangi bir örgüt-oluşum geleneğinden gelmeyen, fakir ama basit hayalleri olan gençler, aslında son 3 günde ülkede oluşan duyarlılık havasının sahiplerinin sandığı Çiçek Çocuklar değiliz. Biz olsa olsa Pal Sokağı Çocuklarıyız. Arsaları için zenginlerin karşısına dikilen çocuklar. Karşımızdakilerin bizi anlamasını beklemiyordum. Onlara göre kimse bu kadar basit düşünemez.

O efsane kitapta, o arsa bir ülkeyi temsil eder ya aslında, şu an Gezi'de de bir ülke var. Yepyeni bir ülke. Aslında herkesin görmesi gereken bir ülke. Kuruluyor. Kuruluş aşamasında. Şimdi birlik zamanı. Herkes taşın altına elini koyuyor, o eller ve taşlar üst üste konuyor. Ama diğer yandan da bazı şeyler halının altına atılıyor. Savaş döneminde ülke birleşiyor, direniyor, uzun süreli barış döneminde ise kendi içinde çatışmaya başlıyor. Her gün yeni sorunlarını çıkarıyor. Size tanıdık geldi mi bu ülke? 

Underground'un son sahnesinde Kusturica'nın yarattığı metafordan daha gerçek ve daha acı.

O ülke, yaratılan ülke, şu an gerçek hayatta var olan asıl ülkenin polisinin yarattığı şiddet sayesinde bir araya geldi. Oyun sahasını korumak isteyen Pal Sokağı Çocukları'na sıkılan biber gazları ve kullanılan şiddet, ülkenin her yerinde, vicdan sahibi insanların sokağa çıkmasına, sokağa çıkmasa bile bir şekilde tepki göstermesine neden oldu. Oysa daha fazlası gerekiyordu. Hayatında bir kez olsun polis şiddetini tatmış insanların hepsi, bir kez olsun aynı anda bu sesin duyulmasına yardımcı olabilirdi. Karşı durmayı tercih edenler çoktu. Ve durum, basit bir görevini kötüye kullananları ayıklama projesinden, karşı karşıya gelen iki gruba döndü. Oyun arsası için kavga eden iki grup. Kitapta, Nemeçek ölünce o iki grup barışıyordu ama gerçekler romanlardan daha acı.

Olayların az çok nasıl geliştiğini, nereden başladığını biliyorsunuz. Belki başbakan da biliyordur. O hala olayın temelini 3 tane ağaca ve kendisine karşı bir harekete yontsa da aslında durum 100 yıla yaklaşan ülkenin kronik sorunuydu. Koca başbakan bunu göremez. Bence görüyor, anlıyor ama ilgilenmiyor, umursamıyor. Onun ve diğerlerinin başka hesapları var. Ne olduğunu bilmiyorum. Onun işine yarar mı yaramaz mı onu da bilmiyorum.  Ama olanı böyle değerlendirmek onun kendi planı sanki.

Haksızlık etmeyelim, "susturmak, ezmek, kullanmak, yok etmek" sadece bu hükümetin-bir dönemin sorunu olmadı bu ülkede. Bunun için 1 hafta içinde kurulan küçük ülkede gezmek yeterli olur. Pınar Selek Ağacı, Hrant Dink Caddesi, Deniz Gezmiş posteri, Ahmet Kaya şarkısı.... Bitmiyor, bitmiyor,bitmiyor. Büyük ülkenin halısının altından çıkanlar, o minyatür ülkenin her tarafında yer buluyor.

Beni bu direnişten vazgeçirebilecek iki kişi var, biri kardeşim biri babam. İkisinin de pek haberi yok, o yüzden böyle devam ediyorum. Arada babamla konuşuyorum, "olaylara karışma" diyen Nejat Uygur'dan tek farkı "Biz bu filmi gördük" cümlesi. Aynı film mi bilmiyorum, benzerlikleri çok olmasa da, sonu hep aynı bu filmlerin. Bu ülkede böyle bir gelenek var. Her türlü acı yaşatılır. Ve daha sonra unutturulur. İşte korkum da tam bu noktada başlıyor. Her ne kadar şu an "Abi, bütün televizyonlar buradan yayın yapıyor, Avrupa burada, kolay mı öyle" diyenler olsa da, pişkinlik (belki doğru kelime değil) bu ülkeyi yöneten zihniyetin, kişiler değişse de vazgeçemediği bir özellik.

Ve işte ondan sonra, bu güzel küçük ülkeyi kuran insanların adı, bundan bir kaç sene sonra kurulacak bir diğer küçük sembol ülkenin herhangi bir duvarında yer alacak. Hatta Abdullah Cömert adı şimdiden yerini aldı. Ve büyük ihtimal, o da halının altında yer alacak.

Korktuğumu belli ettim mi? Hiç saklamadım ki? Ama bu vazgeçtiğim anlamına gelmiyor. Bu dünyadan güzelliğe dair herhangi bir beklentim olmadı. Son 5 senede kırıntıları da kayboldu. Hiç bir zaman da yeşermeyecek herhalde. O yüzden acılar yaşamak çok umurumda değil. Kaybedecek bir şeyi olmayan, daha doğrusu kazanması sürekli engellenen insan daha hırslı olur. Ama bizde vicdan o kadar garip bir şekilde çalışıyor ki.... Başkalarının tahammülsüzlüğünün ve vurdumduymazlığının başkalarında yol açacağı yaralara yine biz üzüleceğiz, yine biz ağlayacağız. Yine biz kendimizi sorumlu hissedeceğiz.

Birileri bir şeyler planlıyor. Ona göre oynuyor. Seneler geçiyor. İsimler, aktörler değişiyor. Amacı sadece parklarda oyun oynamak olan çocuklar oyundan çıkan ilk grup oluyor. Parkın çimenlerinden geçen filler... 

Gece gece böyle düşünüyorum nedense. Tam sabah olacak diye düşünürken... Niye böyle anne

Babam haklı. Ama şu da var. Şu an İstanbul'un göbeğinde, bütün çatırtılarına rağmen bambaşka bir dünya var.  Başka bir dünya mümkün ve buna bu dünyada izin vermeyecekler. Ama öbür dünyada böyle bir dünya var herhalde. Tek umudum orası. İnsanlar dünyada cennetten parça ararken, o parça ayağımıza geldi. Üstelik biz oluşturduk. Bu cennetten kopup gelmiş gibi duran; ama aslında o büyük ülkenin parçası olan Gezi Parkı,  şimdilik, çok güzel. Emin olun onlar şu an sadece, dans edip, eğlenmiyor. Sadece dans edip, eğlenebilecekleri bir dünya için mücadele etmeyi bekliyorlar.

Bu kırgınlığıma, dargınlığıma ve sıkıntıma rağmen, çok da uzakta olmayan İstanbul'un ortasında çok güzel bir yer var. Bunun ömrünü olabildiğince uzatmak lazım.







Hiç yorum yok: