Komedi ve dramın eşit olarak dağıtıldığı ilginç konulu bağımsız sinema filmlerinin tüm ortak özelliklerini barındıran The Anniversary Party, benden geçer notu, hatta daha da fazlasını aldı.
Kuşkulu başladığım filmden sıradan sitcom'lardan alışık olduğumuz bir enerji bekliyordum, çok daha fazlası geldi. Yönetmen, senarist ve başroller aynı iki kişinin; Allan Cumming ve Jennifer Jason Leigh... Bu onların filmi. O nedenle de filme sahip çıktıkları çok belli oluyor.
IMDB puanı düşük kalmış; 6.3... Oysa çok daha iyisini hakediyor. Muhteşem bir film de değil tabi ama farklı. Sıkmıyor da. Gwyneth Paltrow, John Reilly ve Kevin Kline çok büyük katkı veriyorlar. Diyaloglar şahane. Üzerine düşünüldüğü çok belli.
Sıra dışı karakterlerin olduğu filmleri seviyorum. bu filmde de bolca var. Birden fazla dünyayı; tek bir mekana toplayıp, hepsini bir şekilde anlatabilen ve bir yandan da çok büyük evren sırları çözmekle uğraşmayan basit filmler... Sene kaç olursa olsun sizi izlemeye devam edeceğim.
Yahudi yaşlı adam ve müslüman genç bir araya gelir. Daha önce benzerleri olan bir film ama komik mi? Komik. O zaman sorun yok. Tam çıtırlık bir film. Hafif bir günde veya hafiflemek istenen bir günde gideri olur.
Her sığınağa, herkesin sığınağına saygımız var. Uzaktan 'rezil, arabesk, lümpen, boş, bitik' durabilen sığınaklar bile bizim için değerlidir... Çünkü ne olursa olsun, başka zamanlarda yan yana beraber olmayacağınız insanlarla, sadece askerde ve sığınakta aynı duyguları hissedersiniz.
Bu sefer tribünde değiliz. Stadyumun dışındayız. Eskiden Beşiktaş böyle bir yerdi. 1980'leri bilmiyoruz. 1990'lara yaşımız yetiyor ama karşıya geçmek, bizim gibi semtine bağlı çocuklar için gereksiz bir aktiviteydi. Orası aklımıza bile gelmezdi, zatan orası bizim için 'karşı'ydı. Şehri tanıdıkça karşıda olanın biz olduğunu anladık, bundan da ayrı bir gurur duyduk. O da ayrı bir yazı konusu belki de...
Sonuç olarak; ne zamanki semtimize sığmaz olduk, işte o zaman heyecanımız şehrin her noktasına taştı ve tribünlere gitmeye başladık ve işte o zaman diğer semtlerle başka semtlerin çocuklarını tanımaya başladık.
Eskiyi bilmiyoruz, gözümüzü açtığımız zamanı biliyoruz. Ve kabul etmeliyiz ki o zamanlar Beşiktaş farklıydı.
İstanbul'da bıçkın semtler vardır; Gümrük, Eyüp, GOP... Merkezi semtler vardır; Kadıköy, Şişli, Beyoğlu... Kendine has, içine kapanık semtler vardır; Beykoz, Sarıyer... Bir de bunların hepsinin toplamına sahip Beşiktaş vardır, bunun da en büyük ve belki de tek sebebi Beşiktaş futbol takımıdır.
Üniversite yıllarından hatırlıyorum. Hem Taksim'e çıkarak gecelere aktığımız, aşık olduğumuz kızların peşinde olduğumuz, hem de sabaha karşı nüfus azalıp az sayımızla sokaklarda yürürken hafta sonu oynayacağımız deplasmanı düşündüğümüz zamanlardı. Hayatta fazla bir takıntımız ve kaygımız yoktu. Hepsi bu kadardı işte. Sorumlu olduğumuz derslerin sınavlarına bile sadece bir gece ayırmak yeterken, 34 haftalık lig sezonuna 45 hafta, iki ay önce tanıdığımız kıza ondan sonraki iki seneyi ayırıyorduk.
İşte o gecelerde sık sık yolumuz Beşiktaş'a düşerdi. O zamanlar Beşiktaş böyle değildi. Her yerde üniversitelilerin mesken tuttuğu barların, cafe'lerin sayısı çok azdı. Yine kalabalıktı, yine transit geçit noktasıydı ama ne yaş ortalaması bu kadar düşük ne de sirkülasyon da bu kadar hızlı değildi. Kalan kalırdı. Ya oralı olan vardı, ya da her gece oraya gelen. Ve tabi bunların çoğu Beşiktaşlıydı ama hepsi sığınak çocuğuydu.
Özellikle hava biraz ılıksa, hatta hafta sonu kritik bir maç varsa her köşe başında bir kalabalık grup olurdu. Çoğu erkek, çoğu tribünden. Köşe başında, merdiven dibinde, çay bahçesinde, iskelenin önünde, açık olan kahvede, karanlık bir ara boşlukta...
İnsan şaşırırdı. Zaten biz de her şeye şaşırmaya meyilli bir yaştaydık. Tamam biz de takım tutuyorduk, tribüne gidiyorduk, her gün tuttuğumuz takımı düşünüyorduk ama hiçbir zaman her gece aynı semtin aynı noktasında birbirimizle buluşmuyorduk. Tamam; Galatasaraylı olmanın en büyük sıkıntısı buydu ama Kadıköy'deki Fenerbahçeliler de bunu pek yapmazdı. Beşiktaş'ta ise insan bazen bu buluşmaların telefon kullanılmadan yapıldığını düşünürdü. Evinde sıkılan, işinde sorun yaşayan, ertesi günü yokmuş gibi düşünen, sevgilisinden trip yiyen; kimseye "Nerdesiniz" diye sormadan, herhangi birini aramadan oraya giderdi. Ya da bize öyle oluyormuş gibi gelirdi.
Biz, her gece bir organizasyon yapmak için 12 farklı telefon numarası çevirip, olabilecek en kaprisli ortamlara girerken, bu adamlar kafanın içinde sıfır düşünceyle tamamen temiz bir şekilde, ezberledikleri yoldan ezberledikleri noktalara giderdi.
İşte bu nargilecide çekilen bu video, bana hep o günleri hatırlatıyor. O günleri bilmeyen biri için, çok da cazip görünmeyen bir atmosfer olabilir. Çok sayıda erkek, az sayıda kız, bir işletme, gelen çaylar, tüten nargileler, seslerini kalınlaştırarak bağırmalar... Belli bir elitlik düzeyine ulaşanların "Artık yeter" diyeceği bir görüntü. Esasında benim de pek sevdiğim bir ortam değil ama yukarıda anlattığım günler aklıma gelince, sanki o akşamların devamıymış gibi ekranın içine giresim geliyor.
Video, 2011'den. Youtube'da bundan daha eski bir kayıt yok bu tezahüratla ilgili. O yüzden her defasında sordum kendime; acaba bu besteyi bu ekip mi besteledi, yoksa önceden de var mıydı? Eğer bu ufak ekibin kendi çıkardığı bir şeyse ne güzel, öyle değilse de çok önemli değil.
Tezahürat iki bölümden oluşuyor. İlk başta beraber şarkılar söylemenin paha biçilemez olduğu Beşiktaş'a birkaç cümle... Sonrasında sıradan bir yabancıya sitemler akıyor. Neden ikisi bir arada? Çünkü burası bir sığınak. Sığınağa gelmenin asıl nedeni de, sığınaktaki rehabilitasyonu sağlayan da aynı tezahüratta...
Yine de itiraf etmem lazım; bu sözler başka bir melodiyle veya başka bir ortamda söylense aynı tadı vermezdi. Hatta hiç sevmezdim. Bütün büyüsü burada. Çay kaşığı ile ritm tutan çocukta, arada sesleri duyulan ve o ortama katlanabilen vefakar kızlarda, sarı şortlu ile makosen ayakkabıyı karşı karşıya oturtan dayanışmada, duvardaki BJK yazısında, 'en sonda Formula 1 arabası gibi 'hey hey'' diye narasını atanda, yanındakinin nargilesini alıp üfleyende...
Bunlar olmasa, bu bestenin de bu ortamın da pek çekiciliği yok. Zaten bunlar olmasa, burası sığınak da olmazdı. Diğer her yerden farkı kalmazdı. Zaten sığınak olması için, illa önümüzde bir maç olması veya altımızda tribün koltuğu olması gerekmiyor. Gerekli şartlar sağlandı mı her yer kaçılacak, sığınalıcak ve bir şeyleri unutturacak en güzel yerlerdir.
Sığınak, sadece dört tarafı yeşil sahayla çevrili üstünde çatısı olan yer değildir. Sığınak her yerdir. Önemli olan kaçmak, sığınmak, beraber olmak ve bir gaye için savaşmaktır. Neresi olursa olsun, ne fark eder? Dağ, taş, orman... Önemli olan beraber olmak, sığınabilmek, bunun savaşını vermektir.
Atmosferi güzel filmlerinden. Benm nazarımda taşrada geçiyor olmasının bunda payı büyüktür. Tarantino filmlerinin havası da var aslında ama tabi ki öykünün onlarla pek alakası yok. Tarz oraya hiç uymuyor. Yine de insan ilk sahneden itibaren soygun yapan bir çete, kanlı bir katil veya değişik bir karakter görebileceğini düşünüyor. Sonuncusu zaten mevcut.
Görüntü kalitesinin ve karelerin güzel olduğu filmlerinden. Burada da yönetmen başarısı öne çıkar. Craig Brewer bildiğimiz isimlerden değil, kariyeri de pek dolu gözükmüyor ama bu filmde iyi bir yönetmenlik koymuş diyebiliriz. Görüntü dışında, oyuncularından aldığı verim de üst düzeyde.
Ama Brewer senaryonun da sahibi ve filmin en zayıf noktasının kurguda olduğunu belirtmek lazım. Kötü bir hikaye değil ama biraz dağılmış ve toparlanamamış. Potansiyeli olan bir hikaye kötü bir hale düşmüş.
Samuel Jackson ve Christina Ricci'nin başarıyla oynadığı filmlerden. Jackson şaşırtmaz zaten ama bu adamın da yaşlandığını iyice görmeye başlıyoruz artık. Ricci'yi pek beğenmezdim fakat burada oldukça başarılıydı, daha da ilginç bir şekilde 'seksi kız'a bürünmesini takdirle karşılıyorum. Gerçi burada kendi fiziğinden çok canlandırdığı karakterinin payı da büyük.
Müziklerin başarılı olduğu filmlerden. Jackson'un da katkısı var. Blues, filme büyük tat katıyor ama zaten hikayeyi düşününce olmazsa olmazdı. Ve her şeyi düşününce kararsız kalan zihin, en sonunda tüm eksiklerine rağmen filme yüksek puan verir.
Kesinlikle komedi sinemanın en zor türü olabilir. İnsan güldürmek baya yetenek gerektiriyor. Yönetmen Steven Spielberg, senaryo Robert Zemeckis, başrol John Belushi... Güldüğüm sahne iki saat içinde 3 veya 4.... Belki 1979'da izleseydim, o soğuk savaş döneminde karşımıza çıksaydı o zaman hem güler hem düşündürdük. 2017 için zaman kaybı oldu.
Bu yazının devamı gibi bir şey.... Bu haber gerçek mi? o Rumen kız kimi tercih etti? O iş adamı kim? Hatta Galatasaraylı mı? Bunları bilmek en doğal hakkımız...
Literatürde Gilbert Grape olarak anılan bu filmi çok az kişi bilir ama izleyeni de çok sever. Bunun en büyük nedeni bence atmosferi. Esasında toz pembe bir atmosfer de yok. Babası ölen bir aile, yerinden kalkamayacak kadar şişman anne, hastalığı bulunan küçük kardeş, sorunlu kız kardeş, hafif yoksulluk, yükü omuzlayan büyük kardeş... İyiliğe dair hiçbir şey yok, hatta her şey karamsar. Fakat işte bazı duygular bizleri yakalama konusunda çok başarılılar. Dayanışma, sevgi, umut... Bunların hepsini hissediyoruz. Üstelik hiçbir duygu abartarak verilmiyor, ajitasyon yok, sömürü yok. Her şey olabileceği gibi.
Başrolde 30 yaşındaki Johnny Depp ve yanında 19 yaşındaki Leonardo di Caprio var. Kendilerinin canlandırdığı karakterler de sanırım 19 ve 14 yaşlarındaydı. Yanlışım olabilir ama fotoğraflardan belli oluyor. Leo'nun gerçek hayatı için zor bir dönemdi herhalde. 19 yaşında 15 gibi göstermek büyük travmadır; ben de yaşadım. Fakat Depp için durum farklı. 30'da böyle göstermek büyük bir başarı diyeceğim ama zaten bahsettiğimiz isim Depp, şaşırmıyoruz.
Sonuç olarak zamanımızın en popüler iki oyuncusunun çok eski zamanlarda beraber yer aldıkları ve çok da şöhretli olmadıkları zamanlardaki filmlerini izlemek güzeldi. Leo, kariyerinin başında ama belki de uzun ve parlak kariyerinin en iyi performanslarından birini ortaya koymuş. Zaten henüz o yaşta da Oscar'a aday olmuş. Ve tabi ki kazanamamış.
Büyük ihtimalle filmin algısında Leo'nun payı vardır. Mesela Titanic sonrası biraz antipatik ve yetersiz görülürken bu film "Di Caprio'nun eski filmlerinden biri işte" denilip geçilecekti. Fakat Scorsese sonrası dönem onu ve özgeçmişine bakışı da değiştirdi. Artık "Leo ile Depp'in beraber filmi, harikadır o zaman" algısıyla anılıyor.
Harika olmasa da, harikaya yakın bir filmdir. Bazıların göre filmin güzel olmasının nedeni, yönetmeninin Avrupalı Lasse Hallström (İsveç) olmasıdır. Hakları var, çünkü klasik bir Hollywood filmine benzemiyor. Yukarıda bahsettiğim atmosfer de bunu doğrular nitelikte. Mesela Arizona Dream ile benzerlikler kurulabilir ki, onda da bir Avrupa (Emir Kusturica) dokunuşu vardır. Başkalarının elinde gözyaşı seline dönüşecek film, burada çok hoş duygularla akıp gidiyor.
Bu arada müzikler de etkileyici ve orada da ilginç bir ismin, yönetmen Alan Parker'ın imzası var. Yanı her ayrıntısıyla uğraşılmış bir yapım. Kesinlikle izlenmeyi hak eden bir film.
Yazı nasıl buraya geldi emin değilim. Kafamda sadece Pele’nin 1970 Dünya Kupası'nda oynadığı Uruguay maçında kaçırdığı efsane gol vardı. Sadece o görüntüyü koyup, altına da “Dünyanın kaçan
en güzel golü” cümlesini ekleyip ben de kaçacaktım. Fakat sonra Youtube’da bu videoya
denk geldim; Pele’nin kaçırdığı en güzel goller… Gol olamamış en güzel şutlar,
en güzel toplar. Çünkü Pele’nin ayağından çıkıyorlar. Dünyanın ilk en
iyisinden!
Pele bugünlerde çok makara konusu oluyor. İnsanlar yaşlanınca
huysuzlaşır. Pele de yıllar içinde onlardan birine dönüştü. Onun her normal bir insan gibi huysuz bir
ihtiyara dönüşmesi sevenlerini üzüyor tabi. O eski bir kahraman gibi bulutların
üstünde oturup, sessiz bir tebessümle olan biteni ve arkasından gelenleri
izlemeliydi. Yapamadı. Onun futbolculuğunu ucundan da olsa izleyenler, onunla büyüyenler bu duruma fazla aldırış
etmese de asıl sıkıntıyı genç kuşak yaşattı. Bizim kuşak, bizden sonrakiler,
bizden öncekiler… Bu kalabalık güruh, Pele’yi küçümsemeyi çok seviyor. Onu Güney
Amerika’da 1000 gol atan bir meczup olarak görüyorlar. Oysa Pele, bu tanımın
çok daha fazlasıydı.
Kaçan gollerinden bile bunu anlayabiliyoruz. Bu videonun
benzerlerini, kaçan daha iyi golleri muhakkak Messi, Ronaldo, Maradona, Zidane
gibileri için de buluruz. Üstelik onların zamanında hem videolar daha fazlalaştı hem de görüntü kalitesi arttı. Fakat Pele için bunlar önemli değil.
Onun videolarından, attığı gollerden, kaçırdığı gollerden, maç özetlerinden
anlaşılan bir şey var. O; oynadığı dönemin en iyisiydi. Maradona da,
Messi-Ronaldo da çağlarının en iyileriydi fakat bana göre bir ayrım noktası var. Pele ile oynadığı dönemdeki
diğer futbolcular arasındaki fark; Maradona ve 80’lerdeki veya Messi ve şimdinin diğerleri arasındaki farktan daha fazla. Pele belki Maradona’dan iyi değildi
ama sahada herkesten çok daha farklı olduğunu hissetirebiliyordu.
Bunun bir sebebi o dönem futbolcularının yeteri kadar iyi bir sporcu olmamasından kaynaklanıyor. Pele, nefes kesen top tekniğine, muhteşem bir fizik
ekledi, üstüne de üst düzey bir saha görüşü ekledi. Ve kusursuz futbolcu oldu.
Pele bunları yaparken, meslektaşları bira göbekleri, koşmak için iki kere
düşünen zihinleri ve oyun analizi kavramını duyunca gösterdikleri şaşkınlıkla sahadaydı.
Pele de sonuçta dünyaya gökten inmedi. Saygı uyandıracak
kısmı da burada yatıyor. O kendisini geliştirdi, sahaya çıktı ve oyunu
değiştirdi. O yüzden kendisi muazzam bir futbolcuydu ve hâlâ (bundan sonra da)
en iyilerden biri olarak anılmayı hak edecek.
Kaçan gollere gelirsek; gol olmadılar ama müthişler! Benim için favorim
Uruguay maçındaki vücut çalımı. Çocukken bir futbol klibinde denk gelmiştim. O
dönem bu çalımı kimin attığını, o golü kimin kaçırdığını uzun süre aramıştım.
Elimizdeki bilgi kaynakları sınırlı olduğu için ancak yıllar sonra denk gelebildim. O
süre içinde pozisyonu aklımda tutmak için her gün hatırlamaya çalıştığımı,
hatta evde kendi kendime denediğimi de hatırlıyorum. Sonunda golü kaçıranın Pele
olduğunu öğrenince bayağı kızmıştım kendime. Tabi ki Pele olacaktı, başka kim olabilirdi ki?
O kadar uzun süre arayınca, benim zihin arşivimde bilinmez bir videoya dönüşünce isimsiz bir futbolcudan çıktığını zannetmiştim.
Videoda kaçan gollerin bir kısmını da ilk defa gördüm. Çekoslovakya maçında orta sahadan çok rahat bir şekilde denediği şutu inanılmaz bence. Avrupa liglerinde benzerlerini her hafta görüyoruz ama hiçbir futbolcu o vuruşu ve mesafeyi bu kadar kolay göstermiyor. Batı Almanya maçında 18 metreden röveşata denemesi muazzam. Aynı maçta dengesini kaybetmesine rağmen geri geri koşmayı başarabilmesi, sonrasında Kasier'in içinden geçmesi... Bir ara o maçı bulup izlemek lazım sanırım. Kızılyıldız maçında topu yarı sahadan alıp kaleye kadar gitmesi de herhalde Zafere Kaçış filmindeki taktiğin dışavurumu.
İntihar ilginç bir konu. Bana şimdilerde çok uzak ama herkes gibi çok yakınına girdiğim dönemler oldu. Ve hiçbir zaman, intihar edene veya intiharı düşünene negatif gözle bakmadım. O nedenle Cesare Pavese'nin intiharına dek yaşamını belgeleyen günlüğünü de meraklanarak okudum.
Fakat hiç hoşlanmadım. Rahmetlinin kemikleri sızlanmasın ama bir insan bu kadar karamsar olmamalıydı. Resmen intihara kendi gitmiş. Belki günlükler onu anlamak için yetersizdir ama yine de ben onun derdini anlayamadım. Anlamak zorunda da değildim zaten. Yazım olarak da fazla zorlayıcı. Devamlı kendini tekrar eden notlar. Kitabın adı bana "Her şeye rağmen inat ettim, uğraştım ama olmadı” duygusunu vermişti ama kitabın içinde hiçbir uğraş yoktu. Kendisi de "Uğraşmak her gün biraz daha boş ve anlamsızmış gibi geliyor" cümlesini geçiriyor. Usta, hiç uğraşmamış. Okurken çok sıkıldım. Okuduğum kitap şimdi nerede onu bile bilmiyorum. Ama içinden çıkan ayraç en olmaması gereken yere gitti. İnşallah kaybolur.
Ama yine de boş kitap değil. Boş cümleler yok. Mesela buna kim karşı çıkabilir ki;
"Asıl başarısız insan, büyük işleri gerçekleştiremeyen değil -bunu kim başarmıştır ki- bir yuva kurmak, bir dostluğu, bir kadınla mutlu bir ilişki sürdürmek, ekmek parasını kazanmak gibi küçük şeylerde başarısızlık gösteren insandır. Başarısızlığın en acısı budur."
Another Happy Day'i izlemeden önce kısaca konusuna ve kadrosuna baktım. İlgi çekmemesi mümkün değildi. Ama keşke tür olarak 'kara komedi' yazılmasaydı. Kesinlikle bu türün filmi değil. O nedenle ben, kendimi hazırladığımı filmi karşımda bulamadım.
Yine de fena film değil. Kaotik, sıkıcı, tıkanmış Amerikan ailelerinin, bireyler üzerinde yarattığı psikolojik tahribatı görmek beni sevindirdi. Oysa ben bir Amerikalı değilim. Ama yine de Türkiye'nin özellikle büyük şehirlerinde böyle ailelere rastlamak mümkün. Üstelik burada ailelerin baskısına bir de gelenek- çevre baskısı ekleniyor ki; işte asıl o zaman aile kavramı resmen zulme dönüşüyor.
Filmde bu zulmü yaşayan Lynn karakterini görüyoruz. Ellen Barkin pek hoşlanmadığım bir oyuncuydu ama burada baya iyi iş çıkarmış. Filmi tercih ederken Demi Moore'un adına kandığımı itiraf etmem lazım ama ondan beklediğimi bulamadım. Üstelik Patty karakteri yüzünden kendinden bile nefret ettirdi.
Sundance Festivali'nde dikkat çeken bir film... Neden oralarda boy gösterdiğini anlayabiliyorum. Filmin atmosferi oraya çok uygun. Ama zaman zaman rahatsız edici olabiliyor. Olması da gerekiyordur zaten. Yine de 'kara komedi' demeselerdi iyiydi.
İnsanlar bu sporcuları gördüklerinde her şeyin harika olduğunu düşünüyorlar. Para, başarı, madalyalar, güzel eşler… Ama asla o insanın ayakkabılarında olmanın nasıl bir his olduğunu tahayyül edemiyorlar. Onun yerinde olmak nasıl bir şey? Babasız büyümek nasıl? Mesela Hackett yıllardır spordan uzak. Sırbistan’da emekli olunca sporcular politikaya girer çünkü bu sayede ünlerini korur, para kazanmaya devam eder ve önemli biri olmayı sürdürürler. Hackett artık önemli biri değil. Uzun zamandır değil. O şimdi geçmişte ona yalvaran insanlardan bir şeyler rica etmek zorunda. Çok önemli birinden sıradan birine dönüşmek çok ağırdır. Zira yüzme dışında gerçek bir bilginiz, iş deneyiminiz yok. Artık önemli biri değilsiniz. Bunlarla yaşamak bazıları için dayanılmaz...
Soy Nero; düşük temposu ve az repliğiyle film izleme kondisyonu düşük olanları bayıltabilecek bir film. Fakat işlediği konu sayesinde yakaladığı seyirciyi kaptırmıyor. En azından bende öyle oldu. ABD'de yaşayabilmek için, daha doğrusu Yeşil Kart alabilmek için ABD ordusuna katılarak Irak'ta savaşan Meksikalı Nero'nun öyküsü, özellikle ABD siyasetini ve ülkedeki azınlıkların varolma savaşını anlamak için oldukça önemli.
Filmin ilk kısmı biraz zorlasa da, özellikle cepheye gidildikten sonra bir siyah, bir Latin ve bir Müslüman'ın çatışmalarını anlatan kısım oldukça ilgi çekici. Ayrıca teknik olarak da cezbedici sahneleri mevcut. Ben bu ara izlediğim filmlerde renklere ve görüntü yönetmenliği becerisine çok sardım. O açıdan da bu filmi beğendiğimi söylemem gerek. Yavaş tempoya rağmen capcanlı bir filmdi.
Fazla kişinin izlemediği, fazla bilinmeyen filme internette çok az ama iyi övgüler var. Yakalayanlar beğenmiş demek ki... Nero rolünde izlediğimiz Johnny Ortiz'i, çok sevdiğim McFarland'da ilk defa izlemiş ve beğenmiştim. Burada biraz silik kalmış sanki. Hatta aradan geçen kısa sürede tipi de değişmiş. Neyse; fena film değil. Derdini iyi anlatan film. Filmin sonunda yakaladığımız düşünceler ve fikirler de bize kalsın.
Eskiden Türkiye'de böyle bir dergi de çıkmış. Sene 1993... Uzun süre de çıkmış. İnsan içeriğini merak ediyor. Hakemlik ilginç meslek. Kendilerini ifade edemiyor olmaları beni her zaman düşündürmüştür. Bu kadar kapalı olmak zorundalar mı? Hatta kendi camialarının isteği mi yoksa biraz dışarıdan mı buna itiliyorlar orası bile belirsiz. Üstelik kendi içlerindeki bu 'camia' vurgusu da bu kendi dünyalarına çekilme kısmının da önemli bir işaretidir. Şimdilerde böyle bir dergi çıksa ne olurdu acaba?
2017 bana ne kattı? Birçok şey; ama biri kesinlikle Milan Kundera.
Bugüne kadar hiç bir satır okumamışken, bu sene ilk okumalara Yaşam Başka Yerde ile başladım. Çekçe karşılığı Zivot je jinde... 2017 bir de Zivot je nekad siv, nekad zut kattı ama onun konuyla pek alakası yok.
Kundera'nın birçok kitabının adını, okumamış olsam da duymuştum. Biliyordum. Aşinaydım. Yaşam Başka Yerde, diğerlerine göre biraz kıyıda kalmıştı sanki. Fakat çok iyi sardı.
Biz lise ve üniversite yıllarındayken, yarı heyecanla sol taraf ilgilenirken ama bir yandan da yanımızdaki ukala komünist çocuklara karşı mesafeli duruyorduk ve en olunmaması gereken yerde yani tam arada kalıyorduk. O, çocuklar birçok şeyi sevmezdi ama beni en çok şaşırtan anti-komünist Kundera'yı hiç sevmemeleri oldu. Onlar kendi taraflarına yakınlaştırma konusunda beni etkilemeyi pek beceremediler belki ama biz onlara kanarak Kundera'yı biraz geri plana atmakta zorlanmadık.
Yani, herkesin yaptığı gibi zamanı boşa harcadık. Olsun; geç olsun, güç olmasın. Bu yılın içinde şahane bir kitap okuduk.
Kundera'nın diline bayıldım. Anlatımı, fikirlerini, tekniğini... Özellikle o dönemin Çekoslovakya'sını harika bir şekilde anlatıyor. Gereksiz tasvirler yok, ama merak edilecek her konuya dair gözlem ve tespitleri var. Çevre değil, insan ve yaşam anlatıyor. Ve her şeyin sonunda o çapsız Jaromil, bütün kitap boyunca hayranlıkla, kahraman gibi anlatılan genç, kitabın sonundaçok güzel sıkışıyor. Bunlar hep yazarın işleri. Bir hesabı var ve hesabı kapatıyor. Üstelik hiç açık bırakmadan.
Son sayfa da bittiğinde, kantindeki komünistlerin neden sevmediğini daha iyi anlıyorum... Güzel kitap.
Ümit Milli Takım, 2001’de İzmit’te İsveç’le maç yapıyor. Murat Kosova da o akşam bir gece kulübünde karşılaşıyor Zlatan’la, yanına gidip “Ben senin çok büyük bir oyuncu olacağını düşünüyorum” diyor. O da “Şuradaki sarışına da söyler misin bunu?” diye cevap veriyor.
Anıyı aktaran Mert Aydın, yaşayan Murat Kosova. Akla çok fazla soru geliyor ama iki tanesi öne çıkıyor. Birincisi o gece neler olduğuna dair. Bu biraz magazinsel bir soru olur. Bizim için çok da önemli değil. Sonuçta aradan 16 sene geçmiş, öğrensek güzel olurdu ama sadece bir anı çıkar ortaya.
Asıl soru sonraya dair. O sarışın kız şimdi nerede?
Hatta soruları çeşitlendirebiliriz. Zlatan'ın büyük bir futbolcu olacağına inanmayan bu sarışın kız şu an neler yapıyor, nasıl bir hayatı var? İzmit'te mi yaşıyor? Evlendi mi? Çalışıyor mu? Maaşı ne kadar? Mutlu mu? Avrupa'yı gördü mü; mesela Milano'yu, Manchester'ı, Paris'i, Amsterdam'ı...? Kaç yaşına geldi? Hayattan, ömrünün kalan kısmından beklentileri neler? Bir de o geceyi nasıl hatırlıyor? Arkadaşlarına anlatıyor mu? Ya da farkında mı? Belki de İzmit'te bir gece kulübünde karşılaştığı uzun boylu ve yamuk burunlu çocuğun kim olduğunu hâlâ bilmiyor. Belki de yaşamıyor.
Başka zaman olsa bu anıyı dinlediğimizde, Zlatan'ın o maçına bakardık. Gerçi yine baktım. Türkiye, 4-1 kazanmış. Mehmet Yozgatlı hat-trick yapmış. Tam "Vay be kardeşim, ne topçular ne işler yapmış, sonra kaybolmuş" derdik. Oysa futboldan daha önemlisi var; o da hayatın geri kalanı.
O gece neler oldu ve o sarışın şimdi nerede? Sadece bu cevaplardan iki tane harika film çıkar.
All Things Must Pass, George Harrison'in 1970 tarihli üç plaklık üçüncü albümünün adı. Fakat şu an konumuz o değil; Tower Records... Tower Records 1960'lardan itibaren giderek büyüyen ve ABD müzik endüstrisinde önemli bir yer edinen bir şirket. Ben de çok hakim değildim ama birçok ünlü müzisyenin katılımı ve Tom Hanks'in oğlu Colin Hanks'in yönetmenliğinde hazırlanan belgesel sayesinde haklarında bir şeyler öğrendik.
Ufak bir dükkan olarak işe başlayan ve 1960’ların ortamında şekillenerek giderek büyüyen şirketin sırrı; samimiyet, dostluk ve birikimdi. En azından eski çalışanlar öyle anlatıyor. Toplum dışında kalan, sisteme dahil olmak istemeyen ve kafası çalışan birçok genç o dükkanda hem çalışıyor hem yaşıyor. Belgeselin ilk kısmı o yıllara dair anlatılan anılarla geçiyor. Tabi bunda kafa ekibin de aynı kafada olmasının da payı büyük. Depoda esrar içip rahatlayan, geceleri sarhoş olup işe gelen ama işin hakkını veren çalışanlar sayesinde dükkan, o dönemin birçok müzikseverini ve müzisyenini etkilemiş. Malum yıllar zaten; gençlik müzik dinlemek ve sosyalleşmek istiyordu ve istediği müziğe ulaşırken kendisi gibi olanların yardım etmesi bir aidiyet duygusu yaratıyordu. Bu duygu sadece müzikseverlerin içinde de oluşmuyor. Elton John bile belli aralıklarla dükkanı sabahın ilk saatlerinde ziyaret edip, ülkenin birçok yerinde bulunmayan albümler elde etmeye geliyor. Birçok müzisyen, çocukluğunda müzikle tanışırken ilk adımlarını bu dükkanda atıyor.
Peki sonra ne oluyor? İşin dramatik kısmı burada. Zaman değişiyor. Yeni bir çağ başlıyor. Çağa ayak uydurmak adına yanlış okumalar yapılıyor. Para odaklı düşünceler devreye giriyor. Çapsız pazarlamacılar, işgüzar CEO’lar, gereksiz yatırımcılar sazı eline alıyor. Kar amacı güden zihniyet, dükkanı şirket haline getiren o ruhu çağın gerisinde kaldığı ve kurumsal gelişmelere ayak uyduramadığı gerekçesiyle yok ediyor. Sonrası iflas!
Sonuç olarak, ABD’nin her yerine yayılan, Japonya’ya kadar ilerleyen Tower Records 2000’ler ile beraber ortadan kalkıyor. Son gün,o eski ruha sahip çalışanlar bir dönem müzikseverler için mabed haline gelen dükkanın kapısına “All Things Must Pass” pankartını asıyor. Kravatlılar o pankartı da kaldırıyor. Ve belgesel bitiyor, şirket kapanıyor, dünya değişmeye devam ediyor.
+Olabildiğince açık konuşmak istiyorum. Ama kalbim boş. Bu boşluk yüzüme tutulan bir ayna gibi, kendimi görüyorum. İçim korku ve tiksintiyle doluyor. İnsanlara karşı duyarsızlığımla kendimi çevremden soyutladım. Şimdi bir hayaletler dünyasındayım. Rüyalarım ve hayallerimde tutsak kaldım.
- Yine de ölmek istemiyorsun.
+ Hayır, istiyorum!
- Neyi bekliyorsun?
+ Bilgi istiyorum.
- Garanti istiyorsun.
+Her neyse... İnsanın duyularıyla tanrıyı kavrayabilmesi o kadar imkansız mı? O neden yarım vaatlerin ve görünmeyen mucizelerin ardına saklansın ki? Kendimize inancımız yoksa başkasına nasıl inanç duyabiliriz? Benim gibi inanmak isteyen ama yapamayanlara ne olacak? Ya inanmayan, inanamayanlar? İçimdeki tanrıyı neden öldüremiyorum? Onu kalbimden atmak istememe rağmen neden alçaltıcı ve acı verici şekilde içimde yaşamaya devam ediyor? Neden her şeye rağmen bu şaşırtıcı gerçeklikten kurtulamıyorum? Dinliyor musun?
- Dinliyorum.
+ Ben bilgi istiyorum. inanç ya da varsayım değil, bilgi. Tanrının elini uzatıp kendini göstermesini, benimle konuşmasını istiyorum.
- Ama o suskun.
+Karanlıkta ona sesleniyorum ama sanki hiç kimse yok.
- Belki de kimse yoktur.
+ O halde yaşam korkunç bir şey. Her şeyin bir hiç olduğunu bilen biri ölüm karşısında yaşayamaz.
- Çoğu insan ne ölümü, ne de yaşamın hiçliğini düşünür.
+ Ama bir gün hayatın son anlarında karanlıkla yüzleşmeleri gerekecek.
- Ah... o gün...
+Korkumuzdan bir imge yaratır ve sonra da o imgeye tanrı adını veririz.
- Endişelisin.
+Bu sabah ölüm bana geldi. Birlikte satranç oynuyoruz. Bana tanıdığı sürede acil bir işi halledeceğim.
-Neymiş o?
+Bütün yaşamım nafile bir arayıştan, avarelikten, anlamsızca konuşmalardan başka bir şey değildi. Kızgınlık ya da sitem duymuyorum çünkü çoğu insanın yaşamı benimki gibi. Ama kalan süremi anlamlı bir işte kullanmak istiyorum.
-Onun için mi ölümle satranç oynuyorsun?
+Zeki bir rakip ama daha bir taş bile kaybetmedim.
-Ölümü nasıl yeneceksin peki?
+ Fil ve atı birlikte oynuyorum. Henüz fark etmedi. İlk hamlede kenardan çökerteceğim.
Ölüm: Bunu unutmayacağım.
+ Beni kandırdın! Aldattın ama yine karşılaşacağız. Bir yol bulacağım.
Passolig çıktığından beri Türkiye’nin en üst iki liginin
maçlarını yerinde izlemedim. Uzun bir süre daha da izleyeceğimi sanmıyorum.
Şikayetim yok. Zaten ne tribündeki ortam ne de oynanan futbol eskisinden daha
iyi değil. Hatta zaman zaman dibe vuracak kadar kötü olduğunu görebiliyorum. Yani kaçırdığım çok da bir şey yok. İçim içimi yemiyor, kararımı sorgulamıyorum. Gerçi televizyondan futbol izlemenin bir şeyler konuşmak için yetersiz kaldığını düşünüyorum ama olsun. Bunu biz değil, başkaları seçti!
Ne TT Arena’da olmak, ne yeni yapılan Vodafone Arena’yı
görmek, ne de evden çıkıp yürüyerek Kadıköy’de maç izlemek istiyorum. Deplasmanlara gitmek bazen akla takılıyor ama gidilecek şehirleri seçerken fikstüre bakmamak da ayrı bir özgürlük. Zaten zamanında bunların ve buraların hepsi güzeldi, yapıldı ve bitti. Aynı tadı vermeyecekse, görev ve
ezber nedeniyle hayatımızda tutmanın anlamı yoktu. Kararımdan pişman değilim. Aradan geçen 3-4 senede benim açımdan herhangi bir zorluğu olmadı.
Fakat ara ara şöyle bir iç çekiyorum. Ne zaman bir Kasımpaşa
Stadı’nda bir maç görsem, “Ah ulan” diyorum. Şu an en çok özlediğim yer orası.
Orada maç izlemenin keyfi çok yüksekti. Maçın kalitesi düşük bile olsa, oranın
ortamı bambaşkaydı. Şimdilerde bazen televizyondan bakınca, ortamın sanki eskisinden de güzel olduğunu hissediyorum. Fazla dolu olmayan ama gelenlerin birbirine aşina olduğu
tribünler, eğlenceli bir bando (yeni geldi), müthiş görüş açısı ve ağaçlı tribün...
Kasımpaşa’ya gidiş kolaydır. Giriş çıkışta sıkıntı olmaz.
Pat diye önünde olursunuz, çıkışta Nevizade’de iki bira içmek isterseniz en
fazla beş dakika yürürsünüz. Fazla kalabalık bir stadyum olmadığı için izdiham
olmaz, insan gibi girip çıkarsınız. Çıkar çıkmaz kendinizi İstanbul’un
merkezinde bulursunuz.
Biletler Süper Lig standartlarına göre hâlâ uygun bence. Mesela
bu hafta oynanacak Kasımpaşa – Trabzonspor maçını ağaçlı tribünde 20 Lira vererek
izleyebilirsiniz. Türkiye’deki stadyumlar arasında en kendine has tribündür belki ağaçlı tribün. Maç da kesin bol gollü olur. Olmasa da önemli değil, huzur
dolu bir stadyum sonuçta.
Eskiden stadın büfesi de çok iyiydi. İstanbul’un en verimli
ekmek arası köftesi oradaydı. Bol köfte ve sadece 5 liraydı. Bir stadyum
büfesine göre şaşırtıcı bir kalite ve fiyattı. Acaba hâlâ öyle midir? Gidip
göremiyoruz işte.
Keşke bir şans olsa da bana Passolig almadan sadece Kasımpaşa Stadı’na girme
hakkı verseler. Zaten İstanbulspor da 1.Lig maçlarını bazı haftalarda orada
oynuyor. Maç izleme alışkanlığıma dair şu ara en çok istediğim şey bu… Passolig varken özlediğim tek stadyum.
Stephen King, bugüne kadar tek bir kitabını okumadığım yazarlardan arasında en sevdiğim. Çünkü sinemaya uyarlanan öykülerinin bir kısmını izledim ve hemen hepsi de büyük tat verdi. Muhakkak alışılmış bir ifade olan"Aslında kitabı daha iyiydi" burada da geçerli olacaktır ama benim için önemli değil. İlginç olan bu filmler arasında en popüler olanlarından, hatta yıllar sonra bir kez daha çekilen Carrie tek sevmediğim olmuştu.
Misery de iyilerden biri. James Caan'ın Godfather dışında kalan kariyerinin nadir iyi film ve performanslarından biri olabilir. Fakat asıl öne çıkan Katyh Bates, 1991'de en iyi kadın oyuncu ödülünü alıyor.
King uyarlamalarında beni en çok rahatsız eden çok fazla derin olması. Aslında önem verdiğim ve aradığım bir özelliktir ama fazla derin ve felsefi olunca bazı şeyleri ıskaladığımı hissediyorum. Hatta öyle olmasa bile "King kitabıysa kesin derindir" diye düşünüyor insan. Muhakkak bu filmde de karakterlerin hareketlerinde, eşyalarında, ayrıntılarında, cümlelerinde birçok gönderme ve beslenme vardır. Yine de en saf haliyle dahi ekran başından kalkmadan izlenebilecek bir film.
Dün gece hep seni seni düşündüm Söylediklerime aklım takıldı Uykumda bir sağa bir sola döndüm Alaycı gülüşüne aklım takıldı Yüzünde şüpheli bir anlam vardı Bana ne dediysen sanki yalandı İçimi tarifsiz bir korku sardı Aşkımı düşündüm aklım takıldı Açık konuş benle doğruyu söyle Nedir bu tavırlar bu gidiş böyle Bir yanlışlık yaptım demedin amma Şeytana uydun mu aklım takıldı Aklım takıldı fikrim takıldı Yeşil gözlerine aklım takıldı Sevdim diyorsun gerçek mi bilmem Söz veriyorsun bunla yetinmem Geleceğe dönük hayallerimize Durun biraz dedim aklım takıldı Beni sevmeye mecbur değilsin Sen bir gerçeksin yalan değilsin Belki bir aşkla kalan değilsin Gururum coştu aklım takıldı Belki sana göre eski kafayım Bir aşkla yetinen anlayıştayım Belki isteyip de yapamadığın Zorluklardayım aklım takıldı
Demolition, şahane fragmanıyla hasta olduğumuz ve merak ettiğimiz filmlerden biriydi. 2015 yılında daha gösterime girmeden fragmanını izlediğimde tutulmuştum. Yönetmeninin C.R.AZ.Y'den tanıdığım Jean Marc Vallee olduğunu öğrendiğimde merakım ikiye katlanmıştı. Dallas Buyers Club ve Wild gibi en popüler ve tutan işlerini hâlâ izlemedim. Fakat sonuç olarak önümde heyecan verici bir fragman vardı. Hatta, fragman sayesinde o kadar heveslendim ki bir tane yancı bulsam sinemaya bile gidecektim. Fakat denk gelen bir yoldaş olmadı. Bir de bizim halı sahalar falan vardı o dönem. Yoğun bir fikstürden geçiyorduk... Neyse; çok geciktirmeden 2017 yılında da olsa bir şekilde izleyebildik. Peki o heyecan, merak ve tutkuya değdi mi?
Maalesef...
Daha izlemeden IMDB'deki 7 puanı görünce sinirlerim hoplamıştı. Bu insanlara gerçekten sinemadan anlamıyorlardı. Ben kaliteyi fragmandan anlamıştım ama onlar izledikleri 100 dakikaya hak ettikleri değeri vermemişti.
İzleyince yaşadığım utancı ve hayal kırıklığı anlatamam. Oysa genel toplamda bu utanç ve hayal kırıklığını yaşatacak bir film de değildi. Ama beklentiler büyük olunca, düşüşler de sert hissediliyor. Filmin baş karakteri Davis gibi belki de...
Film güzel aslında. Ama bir yerde tıkanıyor. Sertleşmek ile naifleşmek arasında kalması en büyük sorunu. Özellikle ikinci yarıda bu kaygılar daha fazla öne çıkıyor. Biraz gişeye, gelire, seyirciye oynanmış sanki. Bir de eşcinselliğin bazı filmlerde 'olmak için sokulması'na çok üzülüyorum. Burada da öyle olmuş. Bu kafa karışıklıkları, arada kalmışlıklar, 'bu da olsun'lar filmin bütün vuruculuğunu düşürmüş. Karakterlerin derinliği vaadedilen kadar verilememiş. Keşke biz izleyici olarak Davis'in yaşadığı yıkımı izleyen olmasaydık da direkt hissedebilseydik. Öte yandan Jake Gyllenhaal yine şahane iş çıkarıyor. Kesinlikle filmin en başarılı unsuru. Judah Lewis de umut veren küçük oyuncular kuşağının son isimlerinden. Duruşu ve fiziksel görünümüyle umut veriyor. Bakalım kariyeri nasıl ilerleyecek?
Oyuncular çok iyi, kurgu fena değil film de o kadar kötü değil zaten. Biraz iyi şeylerden bahsetmek lazım. Mesela filmin gerçekçiliğine kimse laf söylememeli. Bunu hayatında en az bir kere dibe vuranlar anlayabilir. Bazen dibe vurursunuz ve en olmadık, en beklenmedik zamanda hayatınıza biri(leri) veya bir şey(ler) girer. Ondan sonra her şey değişmeye başlar. Yükselme değildir o değişim.
İnsan dibe vurmadan, bir şeyler kaybetmeden kendini tanıyamıyor. İnsan kendini keşfedemeyince hayatta hem başkalarıyla hem de hayatın kendisiyle mücadele edemiyor. İnsan bu sayede özgürleşir. Özgürleşmeyen insan kalabalık bir sokağın ortasında dans edemez ve ondan sonra da ölüp gider. Yani aslında bütün mesele yüklerden kurtulmaktadır. Önemli olan özgürleşmektir. Kolay bir laftır ama büyük cesaret gerektirir. Bu cesareti elde edebilmek için kaybetmek ve dibe vurmak gerekiyor maalesef. Bir de güç verecek biri veya bir şey. Tek bir kişi olsa dahi yeter!
Filmden böyle mesajlar çıkarmak çok mümkün. Hoşumuza da gidiyor. Bunları duymak ve görmek isteriz. O duyguyu da alıyoruz ama yine de beklentimiz daha fazlasıydı. Üzüntümüz bundan kaynaklanıyor. Keşke daha sert ve vurucu olsaydı, o zaman başucu eseri dahi olabilirdi.
Ama yine de hem fragmandan hem filmden bize arda kalan bir Crazy on you var ki, her şeye değer. Zaten soundtrack şahane. Film La Boheme ile bitiyor. Vallee'nin içinde büyük bir Charles Aznavour sevgisi var herhalde. Ne de olsa C.R.A.Z.Y'de de ailenin babası her yaş gününde Emmenez Moi söylüyordu. Hatta bir de Hier Encore sahnesi vardı. İkinci kere anmışken söylemem lazım; uzun zaman önce izlediğim ama hâlâ aklımda yer eden C.R.A.Z.Y. sanırım bundan çok daha iyiydi.
Seçimlerimi olabildiğince objektif olarak değerlendirdim ama çıkan sonuç biraz acayip oldu. Esasında çok acayip de sayılmaz ama böyle bir hakimiyeti beklemiyordum. Son iki senenin Şampiyonlar Ligi kazananı ve 2017'nin La Liga şampiyonu Real Madrid, tam 7 oyuncu soktu. Esasında sokmamak için de çok uğraştım ama sitedeki diğer adaylar beni pek tatmin edemedi.
Kaleye Gianluigi Buffon'u koyduk. İtiraf etmek lazım, biraz yaşına hürmet ettik. Fakat yine de kötü bir sene geçirmedi. Diğer adaylar arasında Oblak'ı ona yakınlaştırabilirdim ama kupasız bir kaleciyi koymak istemedim.
Geri dörtlünün solunda Marcelo'ya ve stoperlerin birinde Sergio Ramos'a kimse itiraz etmez herhalde. Bir diğer stopere Bonucci'yi koydum. Yılın son 3-4 ayında biraz sönük olsa da Juventus'un Şampiyonlar Ligi finaline çıkmasında etkisi büyüktü. Sağ bek adaylarını hiç beğenmedim. Artık Dani Alves'ten gına gelmişti. Yeni bir yüz diyerek Mendy'i koyduk oraya.
Orta saha tamamen Real Madrid oldu. Luka Modric'e itiraz olmaz. Toni Kroos'u da birçok kişi kadrosuna koyar. Casemiro, kendi bölgesinin en iyilerindendi. Belki Kante gibi biri olsaydı onu seçerdim. Fakat Chelsea'den bir tek karakter konusunda güvenimizi kazanamayan Eden Hazard aday gösterilmiş. Seçmek mümkün olmazdı. Kevin de Bruyne ise özellikle son dönemdeki performansıyla aklımı çeldi ama yine de Casemiro'nun mücadelesi ön planda kaldı. Asensio'ya torpil geçtiğimi kabul edebilirim ama önümüzdeki yıllarda buraya defalarca giecek biri için ilk adımı attırmak önemliydi. Gençlere şans vermek lazım!
İleri ikili tabi ki Messi ve Ronaldo. Yapacak bir şey yok, keşke onlara özel ödül verip adaylıktan çıkarsalar. Daha rekabetçi bir yarışma olurdu. Olay bu. Yazı da bu. Sonu yok. Bakalım kaç kişiyi bileceğiz.
Murakami'yi herkes okur. Ama Haruki olanı. Ben onu da okumadım gerçi. Son dönemde Japon filmleri, çizgi filmleri, animeleri izlerken bir tane de oradan kitap okuyalım dedik. Kütüphanede Murakami'yi görünce Ryu olmasına pek aldırmadım. Farklı olmak iyidir diye düşünmüştüm.
O kadar da iyi değilmiş. Farklı olmaya her zaman gerek yok. Çok sert bir yeraltı edebiyatı ürünü bekliyordum. Çıkmadı. Gereksiz bir şiddet, içindeki felsefe yetersiz. Fakat son dönem Japonya hakkında bir şeyler öğrenmek için faydalı. Japon toplumuna dair derin analizler bulmak mümkün. Tabi çok uzak bir ülke hakkında pek bir fikrimiz yok, o nedenle doğruluğunu tartışırız. Hatta fikrimiz olmadığı için tartışmayız da... Yine de o toplumun tam içinden gelmiş birinin cümlelerini dikkate almak gerekir.
Ryu Murakami, 1952 yılında Nagazaki'de doğmuş. Sanırım kendi hikayesi, yazdığı hikayelerden daha ilginç olabilir.
Aslında tam Refet'lik fotoğraf ama bana denk geldi. Yapacak bir şey yok, ekmek bende. Sene 1994, aylardan da Aralık olması lazım. Yani tam 22 sene önce. Ali Şen Aralık 1994'teki kongreyi kazanarak başkan olacak. Fotoğraf kongrenin öncesinden. Vefa Küçük ekibin en 'büyük' isimlerinden.
Her ayrıntı üzerine yazılacak cümleler var aslında ama çok da romantize etmeye gerek yok. Ama bazı detaylara değinmeden olmaz. Bir kere menü çok acayip. Nereden söylenmiş acaba? Bir esnaf lokantası gibi snaki. Torbalar saçılmış. İştah yerinde. Yemeği yiyenler dönemin en ünlü zenginleri. Yarım ekmek tam ortada duruyor. Dönemin Pepsi kutusu renk katıyor.
Duvarda fotoğraflar. Hapishanedeki mahkumların sevdiği figürler sanki. Turgut Özal seçiliyor. Bari bir Fenerbahçe 11'i ve Hülya Avşar posteri de olsaydı.
Bu fotoğraf seçimden öncesi. Henüz iktidar olmayanların menüsü. İktidar olunca tarz ve samimiyet aynen devam ediyor. Ama menü değişiyor. Elveda Pepsi!