Filme dair fotoğraf bile seçmek zorken ne yazacağımı kestiremiyorum. Fotoğraf işi bu kadar zorsa, filmin kendisini tahmin edin. Yine de deneyeceğiz. Zira üzerine konuşulmayı, yazmayı, düşünmeyi hak eden bir film. Zaten bu tip övgüleri daha önce duymuşsunuzdur.
O zaman fotoğraftan başlayalım. Neden bu fotoğraf? Çünkü Sinan'ı en iyi anlatan kare bu olabilir. Arkasından bir şehir, kent var. Gözü orada. Ama yolu orası değil. Türkiye'nin son 100 yıldaki en büyük sorunu. Hepimizin sorunu. En şehirdekinin, en şehirlinin bile. Tabi Sinan'ın da. Ait olamamak. Taşradan kopamamak. Kendi ait olduğu yerden, geçmişinden, geleneklerinden, köklerinden utanmak. Başka yere özenmek. Özendiği yere dahil olamamak. Hatice'nin bahsettiği ışıltılı caddelerde yürüyenlerin senden çok farklı olmaması; buna rağmen oranın seni dışlaması.
Nuri Bilge Ceylan'ın filmleri zordur. İzlenmesi kolay değildir. Özellikle kariyerinin ilk başlarında bu durum çok daha belirgindi. Esasen eleştirilebilecek bir konudur. Zira sinema sadece teknikten oluşmaz. His ve duygu da önemlidir. Duyguyu verebilmek için seyirciyi ayakta tutmak gerekir. Ayrıca düşüncelerinizin karşıya ulaşması gerekir. "Onlar anlamadı, alamadı" diyerek geçiştirmek sanatçının kafasında attığı ilk adımına terstir. Fakat bu 'anlamama' veya 'zorlanma' hali eleştiren kesimde çok başka bir söylemle karşılık buldu. "Nuri Bilge Ceylan (ve onun gibiler) Türkiye toplumundan uzaklar. O nedenle bize hitap eden filmler çekemezler" dediler. Bunun öyle olmadığını daha önce çok gördük. Üstelik Ahlat Ağacı'na bile benzer eleştiriler geldi. Fakat Ahlat Ağacı, Nuri Bilge Ceylan'ın bu toplumu ne kadar iyi kavradığının, ne kadar iyi özümsediğinin en büyük kanıtıdır.
Sadece yaratılan karakterler bile önemlidir. Bir asker arkadaşım var. Kendisi askerden sonra iş bulamadı ve devamında polis oldu. Ara sıra onunla konuşuyorum. Filmdeki telefon konuşmasını hatırlayanlar vardır. Sinan ile atanamayan öğretmen çevik kuvvet arkadaşı konuşurlarken kullanılan her cümle, her kelime, her vurgu benim o telefon konuşmalarıma benziyor. İzlerken sanki Ceylan, benim telefon konuşmalarımı ele geçirmiş gibi hissettim. Bizimki henüz 'solcu, eylemci' dövmedi ama olsun. Dövmeyeceğinin garantisi yok. Sadece bu konuşmadan bile, sokaktaki atanamayan öğretmenlerin çoğunun ne kadar idealden yoksun olduğunu bile anlıyoruz.
Sinan'ın yazar Süleyman ile konuşması da benzer bir tespit içerir. Bütün o edebiyat temalı konuşmanın en hararetli noktasında Süleyman, Sinan'a Survivor Semih'e benzediğini söyler. Bu sadece basit bir Survivor göndermesi değildir. Nuri Bilge Ceylan'ın (veya senaryoya bu parçayı ekleyenin) Survivor izlediğinin ve oradan bir karakter analizi gözlemlediğini görebiliriz. Bu önemlidir. Ama asıl önemli olan o benzetmeyi yapanın yazar Süleyman olmasıdır ve bence çok da değerlidir. Mesela Hatice veya devamlı televizyon izleyen klasik Türk ailesinin fertlerinden anne veya kız kardeş yapmıyor bu benzetmeyi. Direkt Sinan'ın öykündüğü hayatın bir bireyi olan Süleyman'dan geliyor. Süleyman'ın böyle bir çıkarım yapması önemli bir mesajdır. Nuri Bilge Ceylan övgüsünü, hayatının otomatik bir parçası haline getirenlerin uzak durduğu bir deneyim bu. Anlamaya çalışmak, üzerinde düşünmek zahmet gerektiren bir iştir. Bu işi yüklenen aydın olur. Aydından esinlenip sosyal hayatını kolaylaştırana ise başka bir sıfat düşmeli.
Nuri Bilge Ceylan sinemasını koşulsuz övenlerin bu tarz çıkarımlarla ilgilenmediğini düşünüyorum. Muhakkak geniş bir ülke profili çizmek çok zor iştir. Herkesin harcı değildir. Çoğumuzun altından kalkmayacağı bir uğraştır. Fakat ülke çapında bu kadar ahkam kesenin, bu kadar 'fikir' adı altında cümlenin çıktığı yerde insanların kendi çevrelerine dönüp bakmaması oldukça enteresandır. Daha da önemlisi Ceylan'ın "Bu ülkeden uzak" diyerek eleştirilmesi de oldukça ilginçtir.
Sosyal medya profil fotoğraflarında kitap okuyarak, elini alnında düşünerek, laptop monitörüyle ilgilenerek poz verenlerin kendi ülke-şehir ve çevresinin fotoğrafını çekememeleri oldukça acıklıdır. İşte filmdeki Sinan karakteri de onları anlatır. Bir birikimi olduğu kesin. Bir şeyler okumuş. Bir şeyler dinlemiş. Gençliğinin, belki de geç ergenliğin verdiği gazla kendi kafasında bir fikir edinmiş. Bunları fütursuzca söylemekten çekinmiyor. Fakat bütün bunları yaparken, en yakınındaki babasının bile durumunu görmekten acizdir. Ne kendisini, ne ailesini değerlendirebilir ama girdiği her ortamda boyundan büyük laflar eder. Kendisi kapasitesinin, çevresinden çok üstün olduğunu zanneder.
Zaten bu filmin merkezinde Sinan olsa da, aslında İdris'in hikayesidir. Ya da beni daha çok etkileyen o oldu. İdris bir azınlık. Yaşadığı çevrede, hatta ailesinde kabul görmeyen, takdir edilmeyen, 'başarısız' olarak nitelendiren bir insan. Bazı bağımlılıkları olduğu bir gerçek. Fakat diğer yandan illegal bir karakter değil. Kötü niyetli olduğu söylenemez. Fakat bazı kavramlara yüklediği anlamlar diğerlerinden farklı olduğu için, toplumdan dışlanması kaçınılmaz bir sondu. 'Dışlanan' ve çok bilmiş kendi oğlu bile ondan uzaklaşıyor...
İşte tüm bu çelişkileri gözümüzün önüne soktuğu için Ahlat Ağacı harika bir filmdir. Hatta belki de politik bir filmdir. Bir kesimin getirdiği eleştirilerden biri de buydu. Ceylan'ın devlet katkısı aldığı için filmlerinde suya sabuna dokunmadığı da söylendi. Eğer Ahlat Ağacı'nı öyle gören varsa onları, "Bu entelektüeller de bizi anlatmıyorlar canım" diyenlerin yanına alabiliriz. Atanamayan bir öğretmenin eylemci döven polise dönüştüğü, rantçı bir inşaatçının, şovenist bir belediye başkanının, zorla evlendirilen bir genç kızın, çıkarcı bir imamın, köpek çalan bir üniversite mezununun yer aldığı filme 'bulaşmamak' demek büyük haksızlık.
Yine de filme eleştiri getireceğim bazı noktalar var. Çok tartışılan 'replik fazlalılığı' konusunda benim de bir tarafım var. Kış Uykusu'nu henüz izlemedim ama Ceylan bu işi orada da denemiş. Bu sefer zirveye çıkarmış. Repliklere, uzun diyaloglara karşı değilim. Fakat burada bazı noktalarda çok uzadığını ve biraz didaktikleştiği yerler olduğu kanısındayım. Mesela Sinan'ın imamlarla yaptığı konuşma fazla uzundu. Bir Linklater veya bir Woody Allen filmi olsaydı bunu anlayabilirdik ama Ceylan'ın bu kadar girmesine gerek yok. Kendisi mekanla, mimikle, bakışla, tek bir cümlenin tonlamasıyla derdini anlatabilecek bir yönetmen. Burada işin kolayına kaçtığını ve sinemasının gücünü azalttığını düşünüyorum. Biz Sinan'ın din ve ahlak ile ile ilgili görüşlerini uzun uzun dinlemeden de anlayabilir ve en azından tahmin edebilirdik. Böyle bir tartışma sahnesine girilmesi şart değildi. Tabi ki imam ile Sinan arasında bir çatışma yine yaratılabilirdi. Mesela yazar Süleyman ve Sinan arasında bu çok iyi oluşturulmuştu. Fakat diğer parça da beni biraz sıktığını kabul edebilirim.
Yine de bunun filmde bir yerinin olduğunu da düşünüyorum. Yazar Süleyman ile, eylemci döven kanka ile, elma çalan imam ile saatlerce konuşan Sinan, babası ile hiç o kadar uzun bir konuşma yapmıyor. Bunu da filmin merkezine oturtabiliriz ve o zaman o replikler de anlam kazanabilir.
Bu arada bazı karakterler de biraz havada kalıyor. Mesela Hatice! Çok iyi işlenmiş karakterlerden biriydi ama ben onu filmin devamında da göreceğimizi zannediyordum. Hele Cannes kadrosunda Hazar Ergüçlü de olunca, onun rolünün filmin geneline yayıldığını sanmıştım. Film ilerledikçe bende istemsiz bir beklenti de oluştu. Belki de bizim yanılgımızdır. Yönetmene topu atmamak lazım. Ama beni durduk yere huzursuz ettiğini, film bitene kadar "Ulan Hatice'ye ne oldu, ne zaman çıkacak?"düşünceleri ile geçirdiğimi itiraf etmeliyim.
Diğer yandan oyuncu seçimlerinin çok iyi olduğunu eklemek gerek. Doğu Demirkol'un böyle bir filmde böyle bir performans göstereceğinden şüpheliydim. Onun yeteneği belliydi ama yine de erkendi. Yönetmen etkisi kesin vardır. Bu da Ceylan'ın başarısıdır. Demirkol'u izleyip, onda baş rolü verecek ışığı görmek ve cesarete sahip olmak kolay değil. Bu arada Demirkol'u ne kadar beğensem de filmi izledikten sonra Sinan karakteri için kafamda beliren imge sürekli Fatih Artman suratı oldu.
Ama bana göre filmin yıldızı Murat Cemcir'di. Ondan da böyle bir performans beklemiyordum. Onun komediye alıştıran tarzı ve geçmişi bizi canlandırdığı karakterden soğutabilirdi. Hiç öyle bir durum yaşanmadı. Belki de tek sıkıntı baba-oğul iki karakterin birbirine yakın yaşlarıydı. Cemcir 1976, Demirkol 1985 doğumlu. Bu bilgiyi bilmesek de tiplerden aynı çıkarımı yapabilirdik. Filmin önemli falsolarından biri belki de. Ama oyuncular, yetenekleriyle o açığı kapatıyorlar.
Bunlar önemli eleştiriler değil. Benim nazarımda harika bir film. Yine de Bir Zamanlar Anadolu'da, bir numaram olmaya devam edecektir. Fakat aralarında çok büyük bir fark olmayacak. Ve Ahlat Ağacı'nın bende çok büyük yer edinmesini sağlayan sonu olacak. (Bundan sonrası ağır spoiler).
Birçok insan, filmi karamsar olduğunu söyledi. Haklılar. Yaklaşık 3 saat boyunca, bir yere ait olamayan, çabalayan, didinen ve coğrafyasına mahkum kalan insanları izliyoruz. Üstelik zaman zaman intihar imgesi de gözümüze giriyor. Filmin sonunda bu karamsarlık tavan yapıyor. İdris'in o vurucu monologunun ardından tükeniyoruz. Sinan da tükeniyor. İdris uyanıyor. O ve izleyici aynı anda kötü bir sonla karşılaşacaklarını zannediyorlar. Fakat kuyuda çalışan Sinan'ı görüyoruz. Çıkmayacak suyu çıkarmak için yerin altında kürek sallarken. Sisifos gibi. Olması gerektiği gibi. Bu toprakların ihtiyacı gibi.
Ne olursa olsun kazmaya devam edeceğiz. Etmek zorundayız... Zor... İlk tercihimiz de değil ama olması gereken de bu.
O yüzden; çok yaşa Nuri Bilge Ceylan....
2 yorum:
bu filmi şimdi mi izledin? gerçekten merak ettim sinemalarda oynarken neden gitmediğini. para yok desem ultra fakir olmak gerek, zaman yok desem ultra meşgul olmak gerek, sinema sevmiyorum evde rahat ediyorum güzel bir bahane sanki...
sinemada izledim; 2 haziran cumartesi günü caddebostan kültür merkezi'nde.
ama genel olarak sinemada film izlemeyi pek sevmiyorum
Yorum Gönder