Pazar, Kasım 11

Tribün Sevdası


Koray Şener'in vefatı çok üzücüydü. Zaten ben gazetelerde okuduğum, sokakta duyduğum her ölüm haberine üzülürüm. Hele genç insanların ölümleri çok daha fazla üzer. Bir de bizim gibi olanlara denk gelince insan, bu hisler üzülmenin de ötesine geçiyor. En azından bende öyle oluyor.

20'li yaşlarının başında, tuttuğu takımının peşinden stadyum stadyum gezen insanlardandık. Aslında birçok yaşıtımıza göre çok fazla badire atlattık ama bunun farkında değildik. Karlı havalarda şehirler arası yolculuklar yaptık, kafamızın üzerinden taşlar geçti, gözümüzün önünde bıçaklar çekildi. O zamanlar hayatın sonsuz olduğunu düşünecek kadar gençtim. Oysa tehlike hemen yanı başımızdaydı. Ne zaman ne olacağını kestiremiyorduk, zaten düşünmüyorduk da. Sadece eğleniyor ve önümüzdeki maçlara bakıyorduk. Bazen yeniliyorduk, yenilince üzülüyorduk ama tribünde olunca tüm yenilgiler bile güzel geliyordu. Hayata yeni anılar biriktiriyorduk, çevremizde tedirgin olanlara "Bana bir şey olmaz" diyorduk.

O nedenle Koray Şener ile bağ kurmam çok kolay. Diğer yandan da onun öyküsü akla gelmeyecek kadar uzak. Bir kalp krizi, hem de erken yaşta! İnsan anlam veremiyor. Bu kadar kolay olmamalı sanki! Ama yapacak bir şey yok.

Tabi biz, hepimiz yine yapacağımızı yaptık. Bu ölümü, berbat çekişmemiz için kullandık. Fenerbahçeli bazı yorumcular, "Seni sevmeyen ölsün" tezahüratı üzerinden ortamı kışkırtmaya, kendilerine de pay çıkarmaya çalıştı. Diğer yandan Fatih Terim, Schalke maçından sonra neredeyse ölüleri yarıştırmaya kalktı. Gerçi Terim'in de haklılık payı vardı. Olay öyle bir şekilde kullanılmaya başlanmıştı ki... Bu tatsız olaydan bile kahramanlık destanları çıkarıldı, karşı taraflara ders verildi. Onları geçelim. 

Bir kalp krizi hadisesi olunca, olayın sorumlusunu bulamazsınız. Takdir-i ilahi! En fazla derbinin heyecanın bağlanıp çıkarsınız. Tıpçılar, doktorlar daha iyi bilir ama bu gerçekten o kadar kolay mıdır?

O tribünlerde çok bulunduk. O derbilere çok gittik. Nasıl bir çile olduğunu iyi biliriz. Şimdi herkes, "muhteşem derbinin heyecanına dayanamadı" dese de, aslında biz geçmişte ne heyecanlı derbiler gördük. Geçen haftaki, onların yanında öyle büyük bir heyecan sunmuyordu. Fakat koşullar hâlâ aynı. Yine 10 sene önceki gibi, yine 20 sene önceki gibi, yine bir önceki çağ gibi...

Deplasmana gitmek hele derbide büyük iştir. Koray Şener'in o gün yaşadıklarını hiç bilmiyorum ama tahmin edebiliyorum. Büyük ihtimalle sabahın erken saatinde kalkmış, evden çıkıp toplanma noktasına gitmiştir. Gün boyunca bir polis arama noktasından geçmiştir. Yüzlerce insanın içinde olduğu bir belediye otobüsüne bindirilmiştir. O belediye otobüsünde sigara içen de olmuştur, zıplaya zıplaya tezahürat yapan da. Tıkış tıkış bir otobüs yolculuğunun ardından stadyuma gelinmiştir. Stadyumda yine kontroller. Turnikelerden geçişler, arkadan yüklenmeler. Hava değişimleri. Otobüsten inmeler, stadyuma girmeler, tribüne çıkmalar. Muhakkak devamlı aranmalar. Sıraya girmeler. Sırada beklemeler. Saatler..

O gün birçok Fenerbahçeli, (hatta kocaman ve yeni stadyuma sadece metrodan ulaşabilen Galatasaraylılar da) insani şartlar denilen kavram neredeyse onun tam zıttı olan yoldan stadyuma ulaşmıştır.

İnsanlar bunu söylemeye cesaret edemiyor. "Tribün şehidi", "Fenerbahçe sevdalısı" gibi sıfatlarla durumu anlatıyorlar. Muhakkak Koray'ın kocaman bir sevdası vardı ama sevdasını böyle yaşamak zorunda mıydı?

Bir taraftan kime kızacağımı bilemiyorum. İnsan gibi maça gelmeyi ne biz, ne bizden öncekiler, ne de şimdiki çocuklar öğrenebildi. Bu kalabalığa, insan gibi maça gidip gelme hakkı tanınsaydı bizim bir kısmımız yine birbirine girerdi. Bazen kendimize başka yol bırakmıyoruz, kendimizi biz zorluyoruz ama en sonunda çilesini çeken biz oluyoruz. Tribünde olmak zaten böyle çelişkili bir durum işte.

Spor dünyasının önemli isimleri, bu ölümün ardından taziyelerini bildirdi. Kısa sürdü cümleler. Çünkü tatsız olay bir kavga sonucu gerçekleşmedi. Bir trafik kazası değildi. Tribün çökmedi, izdiham olmadı. Kalp krizi denilerek geçildi. Ecel geldi aldı. Görünürde kimsenin suçu yoktu. Trajik ama münferit bir olaydı.

Fakat o basık havayı soluyanlar iyi bilir ki, bunda hepimizin payı vardı. Sonucun nadir olması, eşi benzerinin pek görülmemiş olması gerçeği değiştirmiyor. O kuyruklarda, o yollarda, o koşturmalarda kaç kişinin fenalık geçirdiğini ben hatırlıyorum. Hepsine "Su iç geçer" dedik. Geçti de. Ama bazen geçmiyormuş işte! 22 yaşında genç bir yürek bile bazen dayanamıyormuş.

Artık tribünü 22 yaşımdayken düşündüğüm gibi düşünemiyorum. Ama en azından umarım ölüm 22 yaşımdayken düşündüğüm gibidir.

Hiç yorum yok: