Pazartesi, Kasım 12

The Glass Castle



Fragmanıyla, oyuncu kadrosuyla, IMDB puanıyla aldandığımız filmlerden biri. ABD'de de kitap uyarlaması filmler her zaman çok fazla olmuştur. Siyah-Beyaz zamanlarda da öyleydi, şimdi de aynen devam ediyor. Ama herhalde artık kitapların da kalitesi düştü. Okumadığım için keskin yorumlar yapmak istemem ama Jeannette Walls'un bestseller olan biyografik romanından uyarlanan The Class Castle hiçbir küçük bir Amerikan rüyası-eleştirisinden başka bir şey değil. Üstelik çok fazla da klişe barındırıyor. Benzerleri gibi çok fazla popülist söyleme, ezber cümlelere sahip. New York ahalisine göre yazılmış, onları etkilemek için çekilmiş gibi duruyor.

Oysa oyuncu kadrosu çok iyiydi. Sadece iyi oyuncular olmalarından dolayı değil, aynı zamanda kariyerleri boyunca iyi film seçebilme güdüleriyle öne çıkan isimler. Naomi Watts bu konuda bir marka. Woody Harrelson'ın da ondan aşağı kalır yanı yok. Ayrıca gönül bağı da var. Sevdiğim bir aktör. Üstelik bu filmi de sırtlayan bir numaralı faktör kendisi. Brie Larson ise hayal kırıklığı.

Aslında hikaye oldukça ilgi çekici. Üstelik gerçek bir hikaye olması da merak uyandırıcı. Fakat anlatımda bazı sorunlar ortaya çıkmış. Zaman zaman sıkılmamak elde değil. Belki iyi bir bağımsız film olabilirdi ama gişe yapma hevesi biraz bozmuş. Tabi bu bir tahmin; belki böyle düşünmemişlerdir. Fakat olayın geldiği nokta kötü. Arada kalındığı çok belli. Bir dram filmi çekilmek istenmiş mi yoksa sınıf  çatışması mı anlatışmış emin olamıyoruz. Toplumsal eleştiriler var ama en sert söylemlerin gelmesini beklediğimiz anda film aniden duygusal yoğunluğa giriyor. Biz de neyi izleyeceğimizi yakalayamıyoruz. Gelgiti bol bir film.

Anarşist baba figürü Rex, filmin ilk yarısındaki tavırları ve cümleleri ile bir kesim izleyiciye çok sempatik gelebilir. "Abi evet işte bu ya..." dedirten o adamla tam bir bağ kurarken, arka planda bir aile dramı olduğunu görüyoruz. Her izleyici Rex'in çocuğu olmayı düşlerken Rex'in kızı Jeannete bize "İyi adam ama doğru model değil" anafikrini anlatıyor. Zaten o da bir şehirli, modernizm sevdalısı, beyaz yaka tarzı yaşama sahip olmak istiyor. Film de onun dönüşümünden yola çıkarak, ilk yarıda vurguladığı alternatifin kötü sonuçlarını daha çok vurgulamaya uğraşıyor. Bunun için de toplumun hassas noktası olan ailevi duyguları kullanıyor. Yani günün sonunda New York ahalisi memnun oluyor, doğru tarafta olduğunu düşünerek başka bir şeye özenmeden salondan ayrılıyor.

O yüzden, sevemedik. Üzgünüz...


Hiç yorum yok: