Cuma, Kasım 16

Alfie


Alfie her zaman aklıma yer edinen, "Bir ara izlemeli" dediğim filmlerden biriydi. Senelerce beklemiş olması tamamen bir tesadüftü. Hatta ara ara bazı sahnelerine denk geldiğimi ve hoşuma gittiğini, heveslendiğimi de söyleyebilirim. En sonunda 2018'de izledim. Fakat izledikten sonra bir hata yaptığımı fark ettim. 2004 yapımı Alfie, aslında 1966 yapımı Alfie'nin yeniden çekimiymiş. Üstelik Cannes'da ödül bile kazanmış. Bu bilgilere sahip olsaydım kesinlikle önceliğim Michael Caine'in yer aldığı ilk versiyonu olurdu.

Yine de izlediğim versiyonundan keyif almadığımı söylememem. Belki de daha iyi olmuştur. Orijinaller çoğu zaman daha iyidir ve önce orijinalleri izlediğimizde yeniden çekimlere burun kıvırırız. Ben bu beğenmeme halini yaşamadım. Uzun süre bekletilen filmlerin yarattığı hayal kırıklığı da denk gelmedi. Zaten dünyanın en duyarlı, derin, kaliteli filmlerinden biri olmadığını biliyordum. İyi zaman geçirmek istiyordum, bunu da başardım.

Jude Law'ı severim. Marissa Tomei de Seinfeld izlediğimiz günlerden beri aklımızda yer edinmiştir. Susan Sarandon'ı da severim. Ve tabi ki Sienna Miller... İyi oyuncular, İngiliz aksanı, farklı bir hikaye anlatımı. İyi zaman geçirmek için ideal filmlerden.

Yine de 2004 model Alfie'nin 21. yüzyıl dinamiklerinden beslendiği çok açık. İki film arasında çok uzun bir süre geçmedi ama toplum çok değişti. O nedenle iki film arasındaki farkı merak ediyorum. Zira Alfie karakteri, bir limuzin şoförü olsa da (beyaz yakalı değil) şehir yaşamını yutmuş bir metroseksüel. Güzel kadınlarla beraber oluyor, güzel şaraplar içiyor, güzel takımlar giyiyor. Şimdilerde bunlar çok önemli görülen şeyler. Muhakkak 60'larda da bir gösterge, özenilecek bir durumdur. Fakat 1966'da şoför Alfie gibi bir karakter ilginç gelebilirdi. Filmi olabilecek bir karakterdir. Şimdilerde ise pek şaşırtıcı olmayan bir karakteri sinemada izliyoruz. Zira herkesin kovaladığı ve bir noktaya kadar uyguladığı yaşam tarzı bu. Yani Alfie günümüz toplumu için aforizma kasacak bir kanaat önderi değil. Hemen herkes o yolu biliyor.

Diğer yandan Jude Law (Michael Caine de) yakışıklı ve hatta sevimli-sempatik bir adam. Bu da Alfie karakterini sevmemizi, ona üzülmemizi, onunla gülmemizi sağlıyor. Büyük ihtimalle Alfie gibi insanları kendi çevremizde görmek istemeyiz. Şahsen ben istemem. Suçlu değiller, illegal değiller ama sevilecek adam da değiller. Zaten filmde de Alfie'yi sevme sınırı belirgin bir noktada tıkanıyor. Bir üst bağa geçemiyor. Sadece kadınlar için değil, çok yakın erkek arkadaşlarının sayısı da az. Hatta direkt bir tane var ama onun da kız arkadaşıyla bir günah gecesi yaşıyor. Yani oldukça tehlikeli biri.

Bütün bunlara rağmen biz keyifle, gülerek izliyoruz bu adamı. En sonunda o da yalnız kalıyor.  Hikayedeki tüm karakterler yoluna yaralı ama mutlu bir şekilde devam ederken, Alfie yapayalnız kalıyor. Ona üzülüyoruz ama su testisi su yolunda kırılıyor.

Filmin en can alıcı yeri tuvalet sahnesi. Gerçekten de hayatın bazı anlarında böyle anlar yaşarız. Bir kafa karışıklığı içinde kalırken, yanımıza tanımadığımız bir adam gelir, lafını bırakır ve ortadan kaybolur. Bir aydınlanma anı! Öyle bir sahnenin olması hoşuma gitti. Genelde insanlar Alfie gibi karakterlere özenir. Onlar gibi olmak isterler. Onlara benzediklerini bile düşünürler ki Jude Law gibi surat çoğu insanda yoktur. Günümüzde "Alfie olma" isteği zirvedeyken; 1966-2004 yapımı iki film arasındaki bakış farkını merak ediyorum. Fakat diğer yandan çoğunluk Alfie olurken, benim favorim karakterim pisuardaki yaşlı adam oluyor.


Esasında başrolün devamlı anlatıcı durumuna düştüğü filmleri pek sevmem. Üstelik bu filmde Alfie'nin söylediği sözlerin, aforizmaların toplamı yukarıdaki cümle kadar etkili değil. Ama yine de bu tarz, bu sefer işe yaramış duruyor. Adam komik ve sevimli. Alfie'den soğumamız alenen engelleniyor.

Film boyunca her şey ayarında ilerliyor. Bir romantik komedi değil. Komedi değil. Gereksiz ajitasyon da yok. Türkiye'de olsa saçma bir Issız Adam'a veya Romantik Komedi gibi filmlere dönüşecek konu, burada usul usul ilerliyor. Araya da Mick Jagger giriyor, güzel bir 100 dakika içinde her şey bitiyor. Önemli olan da bu. 

Jude Law'ın performansının en iyi olduğu filmlerden biri. 2004 zaten onun en iyi zamanları. Saçları o zaman çok güzeldi, şimdilerde ise dökülmüş durumda. Dünyanın en düzgün kelleşen adamlarından zaten. Aynı zamanda filmde mavi-beyaz bir Vespa'ya biniyor. Bunun nedenini de filmi izledikten sonra öğrendim; Tottenham taraftarı olduğu içinmiş. Takımına sadık adamları severim.


Hiç yorum yok: