Rush, her ne kadar Lauda - Hunt arasındaki rekabeti anlattığını öne sürse de (gerçi afişler, fragmanlar Hemsworth'a aitti) aslında Hunt'ın filmi. Hikaye ona ait. Çünkü erken ölen o. Dramatik ama bir yandan da şiirsel. Lauda, yüzünün yarısını yakıp ölümden dönmüş olsa da, tarihin en muhteşem sporcularından biri olarak anılsa da Hunt'ın yanına yaklaşamaz. Lauda, Formula 1 sevenlerin efsanesi olarak kalır, sporcuların idolü olur ama genç kızlar Hunt'ın hikayesini izler.
Rush'ta da durum bu. Ne kadar ikiliyi eşit gösterme çabasına girilmiş olsa da, hatta belki de iyi niyetle bunu amaçlamış bile olsalar, yol sizi Hunt'a götürüyor. Lauda ise filmin anlatıcısına dönüşüyor.
Bizim Lauda sevdamız ise eskiye dayanır. Sevda demeyelim, tanışıklık. Ama yine de eski günlerin bir simgesi olduğu için onu görünce içimiz kıpır kıpır olur. Formula 1'in Formula 1 olduğu zamanlarda, yani Schumacher ile Hakkinen'nin şampiyonluk için yarıştığı, Coulthard ile Irvine'ın ego savaşlarına girdiği, Villenevue, Alesi, Hill gibi adamların küçük takımlarda yarıştığı efsane dönemde tanıdık Lauda'yı. Sıralama turlarında veya yarışın başlamasına saatler kala, henüz NTV'deki yayın başlamadan önce evdeki kablolu televizyondan RTL açılır, yeni yeni öğrenilmeye çalışan Almanca'nın gazıyla Lauda'nın yorumları dinlenirdi. Aksi, yanık ve karizmatik bir adamdı. Daha sonra başarılarını ve yanığın öyküsünü de öğrenince büyük bir saygı duymaya başladık.
Formula 1 benim için futbol gibi bir noktada değil. Tarihine ilgi duymak hiçbir zaman aklıma gelmedi. Senna'nın öldüğü günü net hatırlıyordum. Yarışlarını da hayal meyal anımsıyordum ama ondan öncesi önemsizdi! Lauda yorumcu olarak hayatıma girmiş, saygımı o tanışma faslı saysinde kazanmıştı. Birkaç eski şampiyon daha listedeydi. Fakat o kadar! Yani Hunt'ı tanımak çok sonralara tekabül eder.
Oysa bu filmi izleyince anlıyoruz ki anlatılacak hikaye ona aitmiş. Yine de filmi izledikten sonra fikrim değişmedi. Hunt'ın yakışıklılığı kızları, karizması erkekleri etkilemiş olabilir. Fakat içinde sporcu hevesi taşıyanlar, Lauda'ya gidiyor. Güzel yaşamak güzel bir uğraş. Fakat kazanmanın, devamlı kazanmanın, başarmanın, başaramıyorsan bile başarmak için uğraşmanın tadı çok daha özel. Zaten filmde de Hunt'ın en karizmatik anları, güzel kızlarla partilediği veya medya yıldızı olduğu anlardan ziyade Lauda'yı geçtiği, geçmeye çalıştığı, pes etmediği zamanlara ait. Bu iki tarzı, iki şampiyon üzerinden anlatmak filmi, basit bir spor öyküsü olmaktan alıp çok başka bir noktaya taşımış.
Rush güzel film olmuş. Spor filmleri arasında müstesna bir yer edinecektir. Zaten üzerinden altı sene geçti. Biz biraz geç izledik. Her sene kült olma yolunda biraz daha ilerliyor. Chris Hemsworth sevdiğim bir aktör değil. Thor gibi benden uzak serilerle ömrünü geçiriyor. Tıpkı Hunt gibi mi acaba? Ama zaten onun Hunt kadar yetenekli olduğunu söylemek de zor. Fakat Daniel Brühl ciddiye alınması gereken bir oyuncu. Tıpkı Lauda gibi. Uğraşıyor, didiniyor, farklı tarzlara yöneliyor. Bu filmde de güzel iş çıkarıyor.
Artık İngiliz işi olduğundan mı bilmem ama ABD spor filmlerindeki abartılardan uzağız burada. Bir Goal serisi gibi değil mesela. Belgesel tadı var ama kurgu da çok güzel ilerliyor. Gerçeğe olabildiğince sadık kalınmış ama bunun yanında hikayeye bir anlam ve derinlik katılmış. Teknik açıdan da sınıfı geçmiş. Her şeyiyle güzel bir spor filmi...
1 yorum:
film güzel soundtrack de.. hele lost but won.
Yorum Gönder