Pazar, Ekim 30

Mayor Cupcake

 


Basit bir aile ve mahalle filmi bekliyordum. Beklentim çok yoktu ama o beklentiyi bile karşılayamadı. Son dönemde içinde yemek geçen kasaba filmlerinden çok kötü lezzetler tattım. Diğeri de buydu. Ekstra bir sıcaklık, bir duygu, bir hoşluk bize yeterdi ama iki film de bunu veremedi.

Mayor Cupcake'de kendi fırınını işleten bir annenin, çocuğunun ödevinden doğan bir karışıklık nedeniyle belediye başkanı olmasını izliyoruz. Tabi önce "Yapamazsın" diyorlar, o da çok zorlanıyor ama sonra belediyeyi kalkındırıyor ve yolsuzluklarla mücadele ediyor. Çok tıraş..

Fakat her kötü filmden bir güzellik çıkabilir. Burada da Don't' You adlı şarkıyı duyuyoruz. Çok sevdiğim bir şarkı değil ama aklıma hemen şarkının çaldığı başka bir film geldi; The Breakfast Club...

Oradan oraya yönlenmeler... Bu sayede Youtube'u açıp The Breakfast Club sahneleri izledim. Hiç yoktan iyidir...

Cumartesi, Ekim 29

Hikaye Bir Gol

Futbol hikayeler oyunudur. Hikayeler olmasa, hikayeler çıkmasa, birbirimize neler anlatacağız kurulan masalarda... Kim ne derse desin, bazıları romantik bulsun, bazıları "abartıyorsunuz" desin fark etmez. Bazı durumları ihmal etmemek lazım, bazı olayları anlatmaktan vazgeçmemek lazım.

Tahminim öyle olmayacak ve Karagümrük - Galatasaray maçının gündemi Okan Buruk'un tercihleri, Adnan'ın kırmızı kartı gibi 'gündem' konuları olacak. Sonra diğer maçlar oynanır ve haftanın gündemi ona göre şekillenir. Fakat Emre Taşdemir'i unutmamak lazım.

Tamam; çok iyi bir sol bek performansı vermemiş olabilir. Ya da bir maçla dünyanın en iyi sol bekine dönüşmedi. Hatta belki de Galatasaray'ın en iyi sol bekine bile dönüşmedi. Fakat bunlar bizim konumuz değil.

Hikayeye şöyle başlayalım. Sezonun belki de en kritik maçına çıkıyorsunuz. Üç haftadır kazanamıyorsunuz. Bir maçı daha kayıpla geçirirseniz çok büyük eleştiriler alacaksınız, hatta taşların yerinden oynaması bile gündeme gelebilir. Böyle bir ortamda biraz sevimsiz bir stadyumda, formda bir rakiple karşılaşıyorsunuz. Böyle bir anda ve böyle bir maçta radikal bir tercih yapıyorsunuz. Sezon başından beri süre alamayan, geçen sezon kiraya giden, öncesinde de takıma çok fazla katkı veremeyen bir oyuncuyu sırf üç yerli kontenjanını sağlayabilmek için sahaya sürüyorsunuz.

Hikaye burada da bitmiyor. Saha içinden ayrılıp Twitter'a dönüyoruz. Spor yazarları ilk 45 dakika boyunca Emre Taşdemir'i ve Emre Taşdemir tercihini eleştiriyor. Sonra ikinci yarı başlıyor. 10 kişi kalan rakibin kalesinde kamp kuruyorsun. Fakat sezon başında transfer ettiğin dünya yıldızları adeta rakip kaleci Viviano'yu topla dövüyor.

Mertens vuruyor atamıyor, Icrardi vuruyor atamıyor, Oliveira vuruyor atamıyor, Rashica vuruyor atamıyor, Mata bile girince önce atamıyor...

Ve sonra; 2016'dan beri Süper Lig'de gol atamamış o sol bek; ilk 45 dakikada yerin dibine sokulan, kontenjan dolsun diye sahaya atılan adam golünü atıyor. Sonra bir de asist yapıyor ve maça damga vuruyor.

Şimdi bu hikayeyi es mi geçeceğiz. Bence geçmemiz lazım. Yıllar sonra anlatırız. Aklıma 2002 Samsun deplasmanında gol atan Radu Niculescu geldi mesela. Kimse onu iyi futbolcu olarak hatırlamaz, kimse onu 11'lerine yazmaz. Fakat aradan geçen 20 senede halen konuşulur o maç, o gol, o sevinç... Emre de öyle bir hikaye ekledi biz işte.

Ne güzel. Bu oyun böyle güzel. 

Cuma, Ekim 28

Ekşi Elmalar

Vizontele, ruhumuzda öyle derin izler bırakmış ki; sonrasında karşımıza çıkan her Yılmaz Erdoğan filmini oradan yola çıkarak izliyoruz. Benzerlikler varsa seviniyoruz, mutlu oluyoruz. Filmin kalitesi düşük bile kalsa; bize yeniden o duyguları verdiği için bir başka hissediyoruz.

Ekşi Elmalar kötü bir film değil. Fakat hikayesi biraz zayıf. Buna rağmen, sırf yukarıda bahsettiğimiz benzerlikten dolayı hoşuma gitti. Yılmaz Erdoğan bir kez daha Emir Kusturica'nın eski dönemlerindeki filmleri andıran bir iş çıkarmış. Vizontele de böyleydi. Curcuna içinde geçen yıllar, hoş bir mizah, kalabalık karakterler ama en sonunda yüreği dağlama...

Üstelik Erdoğan'ın her üç filmde de tasvir ettiği 1980 öncesi Güneydoğu da, Kusturica'nın tasvir ettiği Yugoslavya gibi.

Vizontele'de hem Kıbrıs hem de 1980 darbesi gibi iki önemli mesele arka metinde olunca dikkatimden kaçmıştı ama Ekşi Elmalar'da şu daha belirgin, hatta filmin ilerleyen dakikalarında kafamıza da vuruyor. 1980'ten önce Güneydoğu'da sakinlik varmış, çatışma yokmuş... Bizim gibi çocuklar için akla hayale gelmeyecek bir gerçeklik. Hatta hikayede 1980 sonrasına geçtiğimizde de, Erdoğan o geçişten çok kısa ve net bir şekilde bahsediyor. Hem bölgedeki terörün yerel halkı ne hallere soktuğunu hem de ülkenin Özal dönemine geçişini bize kısa notlarla anlatıyor. Biz de alıyoruz mesajı.

Filmin büyük bir kısmında 1980 öncesindeki Güneydoğu ortamında, esas dertleri bölgedeki sert muhafazakarlıktan etkilenen babalarının otoriter tavrı olan üç kız kardeşin ilk aşklarını, hüzünlerini ayrılıklarını ve evliliklerini izliyoruz. Basit komedi filmlerinin ve korku filmlerinin arasına sıkışmış Türk sinemasında izleyiciye nefes aldırıyor bu tarz bir hikaye. Fakat diğer yandan acaba film; bu kızların hikayesi mi yoksa belediye reisinin hikayesi mi emin olamıyoruz. Biraz arada kalıyor ve ağırlık noktası kayıyor. Son tahlilde, ağırlık kızlarda buluşuyor ama bizim aklımız başkanda kalıyor. Özellikle hikayenin sonunu düşününce; acaba tamamen ona ait bir hikaye mi olsaydı diye düşünmeden edemiyoruz.

Bölgeyi çok iyi bilen Yılmaz Erdoğan, bize dönemin ve coğrafyanın tüm detayları sunuyor. Tabi ki bunu bir belgeselci havasında değil, kendine has kalemi ile yapıyor. Yine müthiş kelime oyunlarından kurulu bir mizah var karşımızda.

- Bu Türkan Hanım; dedikleri kadar şey midir?
+ Ney midir?
- Güzel midir?
+ Ne kadar dediler?
- Çok dediler.
+ Az demişler.

Mesela bu repliğe saygı duymamak mümkün değil. Bu kadar normal ve kolay bir diyaloga; aynı anda basit bir oyunla hem mizah hem duygu katmak herkesin harcı değil. Sırf bu nedenle; keşke Vizontele Tuba'da olduğu gibi; filmin sonunda yazılar akmaya başladığında ilk olarak yönetmen değil de yazan Yılmaz Erdoğan çıksaydı...

Övgülerin çoğunu Yılmaz Erdoğan'a vermek haksızlık olacak. Müthiş bir oyuncu kadrosu var. Yan rolleri geçtim; çok kısa gözüken Cezmi Baskın gibi oyuncuların varlığı bile anlam katıyor filme... Ben aslan payını Fatih Artman'a veriyorum. Hatta burada izlediğim Artman nedeniyle yakın zamanda Behzat Ç.'ye başlayabilirim. Diğer yandan Türk sinemasının en iyi görüntü yönetmenlerinden Gökhan Tiryaki de bu filmde çalışıyor. Haliyle de ortaya görsel bir kalite çıkıyor.

Hikayeye ilk başta biraz zayıf dedik ama o kadar da sorun değil. Özellikle Yılmaz Erdoğan'ın sonları bağlamasına bayılıyorum. Yine oradan kurtarıyor. Düşük giden filmi, bir anda başka bir noktaya taşıyor. Kısacası, bağlama çekmeyi iyi biliyor diyebiliriz.

Yine de Vizontele gibi başyapıt olamamasının da anlıyorum. Daha dorusu nedenini tahmin edebiliyorum. Zira biri 2000-2004 yapımı olan bir seriydi. Ekşi Elmalar ise 2016 çıkışlı. Aradan geçen 15 senede, Türkiye'de çok şey değişti. Tabi sanatçılar da bundan etkilendi. Yılmaz Erdoğan gibi cesaretini kaybedenler daha da etkilendi. 2000-2004 yıllarında politik meselelere eğilmekten çekinmeyen, sert mesajlar vermese de hikayesine iyi yedirebilen bir Erdoğan varken, 2016'da artık kafasında bir otosansür olduğunu hissettiğimiz bir üretici çıkıyor karşımızda. İlkinde solcuları anlatabilirken, ikincisinde sağcı bir belediye başkanının dramını anlatmak zorunda kalıyor. Yine de haksızlık etmeyelim "zorunda kaldı" abartı olabilir. Bu da onun, bir sağcının hikayesidir belki de... Fakat her ne olursa olsun; 2016 Türkiyesi, sanırım 1980'leri anlatan Erdoğan'ı etkilemiş.

Vizontele ile çok benzerlikler kurdum. Siti Ana'nın sık sık 'Sebep?' demesi gibi, belediye başkanımız Aziz Özay'da sert ifadesiyle sık sık 'Sebep?' diye soruyor. Hatip ile Şükran'ın Antalya'da tesadüfen bir araya gelip çay içmeleri ve o esnada Şükran'ın kocasının da evde olması; ister istemez Vizontele'deki o meşhur repliği anımsattı. Fakat bunların bir sebebi var sanırım. Vizontele'de Altan Erkekli'nin canlandırdığı belediye başkanı, Yılmaz'ın dedesiydi. Buradaki belediye başkanı da Yılmaz Erdoğan'ın dedesinin hikayesiymiş. Zaten Erdoğan, kendi yaşadıklarından yola çıkarak hazırlamış bu filmleri..

O yüzden daha çok benzerlik de bulmak isteseydik çıkarırdık ama gerek yok. Filmin genel havası zaten birbirlerine benziyor. Öte yandan Reis Bey'in elma bahçesindeki son halleri de torunuyla portakal yiyen Vito Corleone'yi hatırlattı ama onun Hakkari'den Antalya'ya uzanan hali ise sanki tam bir Züğürt Ağa'ydı.

Bu sene içinde izlediğim ikinci Yılmaz Erdoğan filmiydi. Diğeri de Kelebeğin Rüyası'ydı. Bence Ekşi Elmalar biraz daha güzeldi. Ve nedense ben ikisinde de zaman zaman duygusallaştım. Bu sene benim için oldukça zor geçti galiba. Nedenini bilmiyorum ama sık sık film izlerken gözlerimin dolduğunu fark ediyorum. Eskiden bu kadar olmazdı. Ya da Yılmaz Erdoğan etkisi diyelim. 

Bu arada film 28 Ekim 2016'da vizyona girmiş. Ben bu senenin Temmuz ayında izledim. Fakat vizyona girdikten tam altı sene sonra blog'da kendine yer buldu. Güzel tesadüf...

Salı, Ekim 25

Bedone Marz

 


Bu sezon sık sık başvurduğum İran sinemasından bir film daha ve tıpkı Jazireh Ahani'de olduğu gibi yine bir gemide geçiyor.

Bu sefer kocaman bir toplum yok. Zaten diğer İran filmleri kadar toplumsal bir kimliği yok. Her ülkeye uyabilecek bir öykü işlenmiş. Sadece iki çocuk var. Bu iki çocuk birbirlerinden habersiz olarak, zaman zaman gemiye gelirler ve balık tutarlar. Gemi Irak İran sınırının orada demirlemiş ve terk edilmiştir.

Bir gün çocuklar birbirlerini fark ederler ve aralarına bir sınır çekerler. Çocuklardan biri Iraklıdır, diğeri İranlı. Bu sayede film bize metaforlar sunmaya başlar. İki çocuk, bir gemide bile denizi ve balıkları paylaşamazlar.

Iraklı çocuğun elinde bir tüfeğin bulunması, İranlıyı tedirgin eder. O nedenle çizilen sınıra karşı koyamaz. Sonrasında, Irak'ın yerel giysileriyle örtünmüş o çocuğun aslında bir kız; ve anne olduğunu öğrenir. Bu sefer de aralarında bir bağ kurulur. Ardından gemiye bir ABD askeri girer. Bu askere karşı birlik olurlar. Gemiye (Ortadoğu'ya) gelen ortak düşmana karşı beraber hareket etmek zorundadırlar.

Fakat askerin de aslında kendi hayatında 'iyi' biri olduğunu, mecburen askere geldiğin fark ederler. Gerçi bu konuda da pek anlaşamazlar ama olsun... Film de bu üç farklı ülkeden üç kişinin çakışan yoluyla devam eder.

Güzel bir film. Maalesef temposu yavaş. İlk 20 dakika boyunca tek bir replik duymuyoruz. Sonrasında da Farsça, Arapça, İngilizce konuşan üç karakterin ortak dili olmaması sebebiyle çok fazla repliğe rastlamıyoruz. Bu belki bir sorun değil ama seyirciyi düşürüyor. Görüntüler de karanlık. Karanlık filmleri sevmiyorum. Zira filmleri evin salonunda izliyoruz. Sinema salonu etkisinden uzağız. Gün ışığı sayesinde bazen sahneleri görmekte seçmekte çok zorlanıyoruz.

Fakat bunlar dışında beklentimizi karşılıyor. Konunun anlatımıyla, vuruculuğuyla, metaforlarıyla da iyi bir film. Bu kadar metafora rağmen didaktik bir bünyeye bürünmemesi de takdir edilesi. Benzerleri olan, çok fazla üst seviyeye çıkamayan bir film olarak da değerlendirebiliriz ama yönetmen Amirhossein Asgari'nin ilk filmi olması ekstra puanı ve saygıyı hak ediyor. Bu arada filmin sonunu ben şahsen anlamadım ama anlamam gerekiyor muydu ondan da emin değilim zaten...

İran bizi yine yanıltmadı, yine sağlam bir film çıkarmış. Yine diyoruz gerçi ama filmin yapım yılı 2014. Yani çıkaralı uzun zaman olmuş. Biz yeni gördük. Buna rağmen yönetmen Asgari, ikinci uzun metrajlısını bu sene çıkarmış. O da fazla üretmemiş. 

Neyse; biz izleyelim geç olsun güç olmasın, onlar da çeksin az olsun ama öz olsun...

Pazartesi, Ekim 24

Gol ve Menajer


Çok alakasız bir post olacak galiba ama böyle ilginç bilgileri ve bağlantıları öğrenince hafif komik hafif şaşkın bir his doluyor içime.

Özellikle son iki yılda bir gol makinesine dönüşen Sırp golcü Aleksandar Mitrovic'in menajerini biliyor musunuz? Gerçi son zamanlarda halen menajeri mi bilmiyorum ama pandemi zamanına öyleymiş: Eski futbolcu Nenad Jestrovic.

Peki biz Jestrovic'i nereden tanıyoruz? Avrupa futbolunu yakından takip edenler onun Anderlecht günlerine aşinadır. Fakat esas olarak onu, 2008 yılında ülkemize uğramasıyla biliyoruz. 2008-09 sezonunda Kocaelispor'a transfer olmuştu. Hatta o yıllarda adı Galatasaray ve Beşiktaş ile anıldığı için Süper Lig'e yeni yükselmiş Körfez'e gelmesi şok etkisi yaratmıştı. Bu iki kulübün listesine girmesinin nedeni olarak menajerlik şirketi gösterilmişti.

Jestrovic de bir gol makinesiydi. İlk Süper Lig maçında Gençlerbirliği ağlarını havalandırdı, sonrasında da sekiz maçta üç gol kaydetti. Fakat Türkiye'de çok kalmadı. Takım içinde 'çetecilik' yaptığı iddia edildi, kadro dışı kaldı, takımdan ayrıldı. Devre arasını göremedi. Fakat Kocaelispor, faydalanamadığı bu golcü için Kızılyıldız'a yüklü bir miktarda borçlandı. 2010'lardaki kötü gidişin en önemli nedenlerinden biri Jestrovic davasıydı. O borç yıllarca ödenemedi. Ödemek için şehirde kampanyalar düzenlemek zorunda kalındı.

Kocaelispor krizlerle uğraşırken Jestrovic futbolu bıraktı ve menajer oldu. En önemli oyuncularından biri de Mitrovic'ti. Ve onun da adı sık sık Türkiye kulüpleri ile anılıyor. Gerçi son dönemdeki formu, bu seslerin kısılmasına neden oldu. Fakat oyuncunun henüz 28 yaşında olduğunu düşünürsek; 2-3 sene sonra yeniden büyüklere, ardından da Anadolu kulüplerine yazılabilir.

Bakalım tarih tekerrürden ibaret mi? Bir uçaktan hem Jestrovic hem Mitrovic iner mi? Eski günlerin hatrına, bu sefer biraz daha başka...

Pazar, Ekim 23

İnce Memed

Türk edebiyatının belki de en popüler kitabı olan İnce Memed'i okumam için senelerin geçmesi gerekti. Geçen sene, günlerin birine, okunacak bir kitap ararken, canım sevgilimin kütüphanesinde İnce Memed'i görünce artık vaktin geldiğinde kanaat getirdim.

İlk cilt heyecan içinde okundu ve bitti. Ardından ikinci cilt heyecan içinde okundu. O da bitti. Harika bir eseri okuduğumun farkındaydım. Birkaç gün sonra, kitapların esas sahibiyle roman hakkında konuşmaya başladık. Kendisi; romanı okumuş milyonlarca insan gibi, Yaşar Kemal'a hayranlığını vurguluyordu. Fakat konuşmanın bir noktasında, benim gibi takıntıları olan bir insanda sıkıntı yaratacak o bilgiyi verdi:

"Roman aslında dört cilt. İlk iki cilti kapsayan bölüm gazetede yayınlanıyor. Romanın esas kısmı burası. Sonra; yayınlanan hikaye çok sevilince, gazete Kemal'den yazmaya devam etmesini istiyor. O da paraya ihtiyacı olduğunu yazıyor. Son iki cilt de o kısmı oluşturuyor. Fakat ben; sipariş üzerine yazılmış o kısmı son iki cildi satın almadım"

Böyle diyordu evin kütüphane müdürü! Yıkılmıştım. İzlediği filmi sevmese bile yarıda bırakmayan, 3-4  bölüm izlediği diziyi sevmese bile en azından sezon sonuna adar tamamlayan benim için yeni bir görev vardı artık. Acilen diğer iki cildi bulmam gerekiyordu. Oysa birçok yerde dört cilt berabere satılıyordu. Neyse ki; son iki cildi de bir şekilde buldum ve muhteşem eseri tamamladım.

Uluslararası alanda dahi önemli bir şöhrete sahip olan ve hatta ülkede de herkesin dilinde olan bir kitabın, hakkının çok verilmediğini düşünüyorum. Bunun kökleşmiş nedenleri var tabi. Fakat 2000'lerle beraber, Türkiye'nin bazı konuları en azından daha eski yıllara göre bir seviye daha cesur tartıştığı bir dönemde, İnce Memed'in bir başucu kitabına dönüşmesi gerekirdi. Dönüşmedi ve Türkiye yeniden kendisini, özünü, geçmişini, sorunlarını tartışamadığı kapalı bir döneme geri döndü.

Önce Yaşar Kemal... Böyle şeyleri öğrenince bir yandan hayranlığım artıyor bir yandan da kendi vasatlığımı fark ettiğim için üzülüyorum ama yapacak bir şey yok; kendisi bu kitabı 30 yaşında (önce Cumhuriyet gazetesi için) yazıyor. Aynı zamanda; büyük şehrin iyi yetişmiş yazarların hayat hikayesini yazacağı bir karakterin ömrünü yaşamasına rağmen, büyük bir yazara dönüşmesi ayrıca takdir edilesi. Ve esas hayranlık sebebi; bunu henüz ilk romanında çok net gösterebilmesi...

Sonra Çukurova... Romanın esas karakteri İnce Memed ise, yardımcı oyuncusu Çukurova'dır. Yaşar Kemal bölgeyi muazzam şekilde tasvir eder. Oralara hiç inmemiş biri olmama rağmen, romanı okurken her yeri didik didik bildiğimi zannedecek noktaya ulaşırım. Bir yandan da "keşke kitabın bir yerinde veya birden çok yerinde bir harita olsaydı" deme ihtiyacı hissederim. Memed nereden nereye gidiyor, jandarmalar o esnada nerede, köyler nerede... Bunları harita üzerinden görebilsek muhteşem olurdu. Hatta sadece bu haritaları içeren bir kitap bile çıkartılabilir. 

Ve esas olarak İnce Memed.... Hem roman olan, hem karakter olan... En baştan belirtmem lazım ki; bu kadar net bir Türkiye Cumhuriyeti tasviri okumak beni çok etkiledi. Zalim ağalar, güce tapan köylüler, güce boyun eğen köylüler, güce karşı isyan eden köylüler, dağa çıkanlar, dağa çıkanları kovalayan askerler, cumhuriyetin ilk siyasetçileri, yerel halkı avucunun içine alarak siyaset yapan şehrin ağababaları, Kurtuluş Savaşı esnasında ikili oynayıp, savaşın sonunda 'kahramanlık' yapanlar, o kahramanlık unvanıyla Anadolu'ya dağılıp kendilerini köylülerin toprakları ile ödüllendirenler, sürgün sürgün gezen hocalar... Hepsi, ama hepsi bildiğimiz karakterler. 

Fakat bu kadar gerçekçi olması bazı sorunlar yaratır. Zira ülke Arif Saim Bey'lerle doludur. Hatta Arif Saim Bey'in de gerçek bir karakterden (Ali Saip Ursavaş) esinlendiği iddia edilir. O kısmı ben bilemem ama Arif Saim Bey'lerin kalabalık olduğu bir yerde, İnce Memed gibi bir romanın çok okunması mümkün olamazdı. Zaten uzun süre yasaklarla boğuşuyor eser. Hatta İngilizler 1980'lerin başında romanı filme çevirmek, (hatta bunu yapıyorlar da) ve çekimler için Türkiye'ye gelmek istiyor ama bunun izni dahi verilmiyor.

Zaten kitabı okurken de bir yandan şaşırıyordum. Edebiyatımızın birçok romanı, dizi olarak televizyonlara uyarlandı. İnce Memed ise televizyonda izlenecek en iyi içeriğe sahip roman. Heyecan var, aşk var, aksiyon var, zenginlik var... Neden kimse bunu yapmadı? Zira yapılması pek mümkün değil. Nasıl işleyeceksin bu romanı televizyonda? Dağa çıkan, ağalara isyan eden, askerle çatışmalara giren, köylünün sevgisini kazanan bir karakteri her hafta nasıl getireceksin ekrana? Mümkün değildi.

İnce Memed zaten gücünü buradan alıyor ama aynı noktadan dolayı başı derde çok giriyor. Eyyamı yok, freni yok, lafını esirgeme yok. Diğer yandan slogan yok, propaganda yok... Anadolu'da var olanı, son 100 yıla damga vuran gerçekliği tüm hatlarıyla önümüze getiriyor. Üstelik bunu Cumhuriyet'in henüz 30. yılında yapıyor. Belki de o dönemde bu eser daha çok irdelenseydi, bugün birçok sorun çözülmüş olabilir ve belki de roman son 100 yılın fotoğrafı olmak yerine Anadolu'nun geçmiş zaman efsanesi olarak anılırdı.

Fark ettiyseniz, romanın konusundan pek bahsetmiyorum. İnce Memed'in kendisinden, Hatçe'ye olan sevdasından, ilk vurduğu Abdi Ağa'dan, Seyran'dan, Kerimoğlu'ndan bahsetmiyorum. Gerek yok. Kitabı okuyanlara bunları anlatmaya gerek yok, okumayanlara da ne desek boş olur! Öte yandan bu karakterleri ve benzerlerini az çok biliyoruz. Yaşar Kemal de onları anlatmış sayfalarca.

Peki bize ne kaldı? Geriye ne kaldı? Yıllardır okunan ve her yerde övülen bu roman (Hürriyet gibi bir gazete tarafından bile 2017'de edebiyatımızın en iyi eseri seçildi) birkaç okuryazar insan dışında insanların kafasına girebildi mi?

Bugün sokağa çıksak herkes İnce Memed'i bilir. Kitabı okumasa da bilir. Ağalara karşı savaşan bir isyankar. Bir eşkıya. Herkes o İnce Memed'i çok sevdiğini söyler. "Keşke bu ülke bir kaç gerçek İnce Memed çıkarsaydı" der. Kitabı okumayan bile der bunu. O kadar içimizdedir İnce Memed.

Her toplumun tarihi kahramanlar üretmiştir. O kahramanlar romanlara, türkülere, efsanelere girmiş, bu sayede kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. İnce Memed ise tam tersidir. O önce yaratılmış bir kurgu karakter olarak toplumun içine girer. Çok okumayan bir milletin, hikayesini tam olarak okumadığı adamdır. Buna rağmen roman yazıldıktan sonra halkın sevgisini kazanan bir karaktere dönüşür. Türkülere, efsanelere konu olur. Hatta İnce Memed'in gerçek bir kişi olduğu bile iddia edilir.

Fakat tüm bunlara rağmen; İnce Memed karakteri ne kadar sevildiyse, İnce Memed romanı bir o kadar özümsenmemiştir. Zira İnce Memed romanı tehlikelidir. İnce Memed tasviri bizim toplumumuz için yeterlidir. Tasvir olarak kalmalıdır. Roman özümsenirse, bu sefer efsaneden bir gerçeğe, bir gerçekliğe, bir çatışmaya, bir fikre dönüşür.

Zaten İnce Memed de gerçek olsaydı, onu türkülerle anan insanlar onu sevmezdi. "Tamam haklı olabilir ama yolu bu mu bu işin" denirdi. Tıpkı kitaptaki köylülerin Memed hapisteyken onun hakkında olumsuz konuşması, Mehmed dağa geldiğinde onu sevmesi gibi...

İnce Memed bir başkaldırının romanı olarak tanımlanır. Doğrudur da... Fakat neye başkaldırdığının toplum nezdinde pek bilindiğini sanmıyorum. Bu gruba sadece halk değil, kitabı okuyan kesimin önemli bir kısmını da dahil ediyorum. 

İlk cildin hatırına, bir Abdi Ağa vardır günah keçisi. Zalim ağalara başkaldırmıştır İnce Memed'in kendisi. Fakat İnce Memed romanı başka bir yeri karşısına alır. Onun isyanı -o zamanlar için- yeni yeni kurulan bir ideolojiyedir. Cumhuriyet'e değil, cumhuriyetten nemalananlara karşı bir isyandır. Ve ne yazık ki 30. yıldaki sözler, artık 100. yılda iyice kökleşmiştir. 

Tek gözü görmeyen bir köy çocuğunun, 30 yılda gördüğü ve anlatabildiğini 100 yılda bir toplum nasıl göremedi, nasıl anlamadı, nasıl tartışamadı?

İnce Memed, ülkenin son 100 yılını anlatan en iyi romandır ve 70 yıl önce yazılmıştır. Müfredata girmesi gereken ama müfredata girmesi mümkün olmayan romandır. Bir roman değil, bir kurgu değil, tamamen Anadolu'nun ve tüm ülkenin gerçeğidir....

Cuma, Ekim 21

Erken Ödül

Karim Benzema, Ballon d'Or'u kazandı. Şikayetçi değiliz, karşı değiliz.

Hatta Ronaldo-Messi rekabetinin dünyayı ikiye böldüğü yılları düşününce, belki de son yılların en yüksek görüş birliğine varılan ödülü olabilir.

Fakat bir nüans var. Daha doğrusu tarihin bir azizliği. Ballon d'Or her zaman sonbaharda verilirdi. Kalan aylar, futbol takvimi, bir ödül için çok belirleyici olmazdı zaten. O yüzden tarih; hiç bir zaman tartışma konusu olmadı.

Fakat bu sene Dünya Kupası senesi ve önümüzde Dünya Kupası var. 

Şöyle düşünelim. 2018'de ödülü finalist Luka Modriç kazandı. 2014'te Ronaldo ve Messi'nin arasına Dünya Kupası şampiyonu Manuel Neuer girdi; ki bir kalecinin normal şartlarda ilk üçe girmesi pek görülmüş şey değil. 2010'da Messi'nin arkasında İspanya'nın orta sahası Xavi-Iniesta vardı. 2006'da ödülü bir stoper kazandı; Dünya Kupası'nı kazanan İtalya'nın kaptanı Fabio Cannavaro. 2002'de kupayı kazanan Brezilya'nın gol kralı Ronaldo, 1998'de Zidane...

Şimdi durum böyleyken Dünya Kupası beklenemez miydi? Beklense Benzema için ödülü kazanma ihtimali azalır mıydı?

Açık konuşalım 34 yaşındaki oyuncuda, normal olarak, yeni sezonun başında hafif bir form düşüklüğü var. Dünya Kupası biraz sönük geçseydi, üzerine de orada başka bir oyuncu parlasaydı belki işler değişecekti. Mesela Polonya, Dünya Kupası'nda final oynasa ve Lewandowski gol kralı olsa...

Tamam örneği abarttık ama yine de Dünya Kupası takvimde beklerken, ödül de biraz bekleyebilirdi. 

Kısacası; Benzema ödülü hak etti ama ödül sahibini biraz erken buldu.

Pazartesi, Ekim 17

Ratatouille

 


Sevgili kız arkadaşımın animasyon film izleme merakı var. Çok sever. O kadar çok sever ki, bazılarını tekrar tekrar izler. İzlerken de beni yanında ister. Yakın zamanda, daha önce izlediğimiz Nemo'nun hikayesine bir kez daha bakmıştık. Benim gözlerimi dolduran bir animasyondu...

İlk defa izlediğim Ratatouille ise, macera dozu daha düşük olsa da çok daha keyifli... En azından daha önce izlediğim ve buraya notunu düştüğüm birçok sinema filminden daha iyi, daha keyifli...

Hikayesi sıkıcı, saf bir çocuk konusuna sahip değil. Her yaştan, herkesi içine alabilir. Konuşan ve iyi yemek yapan bir farenin olması; inandırıcılığından bir şey kaybettirmez. Detaylara takılmıyoruz...

Remy, ailenin 'farklı' faresi olarak yaşamını sürdürür. Diğer fareler evlere girip peynir ve diğer erzaklarını yerken o anlamlı yemekler yapmak istemektedir. Fakat bu isteği pek kabul görmez. Bir gün, dramatik bir şekilde ailesinden kopar (ki bu sahnede benim de gözlerim yaşarır), bu kopuş onu Paris'e taşır. 

Remy, dramı fırsata çevirir. Hayallerinin peşinden gider. Bir restorantta; başarısız bir şefin ilham perisine dönüşür. Devamında da olaylar gelişir.

Bu arada Türkçe dublaj üzerinden izledik filmi. Bu ülkenin dublaj sanatına bir kez daha şapka çıkardık. Herhalde orijinali aynı tadı vermezdi.

Filme adını veren ise bir yemek. Bilenler bilir. Bizim türlüye benzer. Bizim türlü daha güzeldir. En azından kız arkadaşımın yaptığı türlü çok güzel oluyor. Animasyon filmlerden de anlıyor. İyiyi, güzeli onun sayesinde tadıyorum.

Kısacası ben izlediğim üründen memnun kaldım. Çocuğunuza gönül rahatlığıyla izlettirmek bir yana, kendiniz de oturup izleyebilirsiniz. Yine de tekrar izler miyim emin değilim. Sanırım buna ben değil, bir başkası karar verecek!

Perşembe, Ekim 13

3.Lig'in Süper Maçı

Karşıyaka uzun zamandır 3.Lig'de, hatta çok daha uzun zamandır alt liglerde. Süper Lig'i en son 1996'da gördü. İlginçtir; aynı sezon Eskişehirspor ile beraber küme düşmüştü. Fakat Karşıyaka uzun süre Süper Lig'in kıyısında dolaştı. Her zaman bir dönebilme ihtimalini cebinde tuttu. Eskişehirspor ise toprak sahaların revaçta olduğu 3.Lig'e kadar geriledi.

Yaklaşık 10 sene böyle dürdü. Dibe çakıldıktan sonra yükselmenin hızı malumdur. Es-Es de bunu yaşadı. Süper Lig'i 2008'de bir kez daha yakaladı. Karşıyaka ise kıyısından döndüğü Süper Lig'e ulaşamadığı gibi 3.Lig'e kadar geriledi.

Sonra Türkiye Kupası'nda finaller oynayan, büyük takımlara futbolcu satan Eskişehirspor da paraşütsüz düşmeye başladı.

Ve sonunda ikisi 3.Lig'de buluştu. Ve aynı gruba denk geldiler. Bu hafta karşı karşıya geliyorlar.

İki köklü camia, iki sağlam tribün, iki nostaljik takım... Onları orada görünce üzülüyoruz. Haklarında da pek bir şey bilmiyoruz. Ne oyuncularına hakimiz artık, ne hocalarına... Ufak haberler önümüze düşerse ne ala... Sadece Pazar akşamları internetten maç skorlarına bakıyoruz.

Eskişehirspor zaten senelerdir mütemadiyen yeniliyor. Son üç sezonda dört maç kazanabildi. Bu sezon henüz galibiyeti yok. Karşıyaka ise şimdilik iyi başladı. İlk altının içine girdi. Belki sezon sonunda yukarıya da çıkar.

Fakat bizim içi esas mesele bunlar, yani güncel meseleler değil. Bu hafta 3.Lig'de nostaljik bir maç olacak. İki takım en son 2007-08 sezonunda, yani Eskişehirspor'un Süper Lig'e çıktığı sezonda karşılaştı. Aralık ayındaki maçı Eskişehirspor, efsane Serdar Özbayraktar'ın tek golüyle kazanmıştı. Ben askere gitmeden 2-3 gün önce oynanan bir karşılaşmaydı. İkinci yarıdaki maç ise 3-3 sona ermişti. Terhis olmama iki hafta kalmıştı. Maçı tabi ki izleyemedim ama Eskişehirli uzman çavuşumuz sayesinde yaşanan heyecana hakimdik. Şehmus Özer ile Coşkun Birdal'ın ikişer gol attığı 90 dakika, Eskişehirspor'un yolunu uzatmış, ilk iki yerine Dolmabahçe üzerinden Süper Lig'e taşınmıştı.

Bu blogda yazmaya askerden sonra başladığıma göre; blog tarihinin ilk Eskişehirspor - Karşıyaka maçı, bu hafta sonu oynanacak. Onlar da ilk defa bu kadar düşük kategoride (4.seviye) karşılaşacak.

Askerdeyken oynanan maç kadar heyecanımız yok. Zaten yine günün sonunda, sadece skora bakarız. Hatta büyük ihtimalle Karşıyaka kazanır. Öyle büyük bir rekabete sahne olacağını da sanmıyoruz. Tabi ki Eskişehirspor'un zaman zaman iç sahada 'direniş' maçlarına denk gelebilir. Ne de olsa 15 sene önceki maçlarda taraftarlar birbirlerinin tabutlarını gezdiriyorlardı tribünlerde... 

O günler geride kaldı. Hem tribünler eski coşkusunda değil hem takımlar eski kalitesinde... İnsan hem garipsiyor hm üzülüyor hem de yıllar sonra yeniden karşılaşacakları için seviniyor. O nedenle de tarihe not düşme ihtiyacı hissediyor. Bir de hafif habercilik refleksi işte.

Bu hafta Eskişehirspor - Karşıyaka maçı var; herkesin bilgisine...

Pazar, Ekim 9

Beatriz at Dinner

Kısa konusuna ve türüne bakınca çıtırdan bir film izleyeceğimi düşünmüştüm. Los Angeles'ta yaşayan Latin göçmeni Beatriz, zengin bir evde verilen akşam yemeği davetine katılır. Konu bu; tür de komedi olarak sınıflandırılmış. Haliyle aklımda beliren hikaye biraz başkaydı. Oysa film bambaşka yere gitti.

Öncelikle; film kesinlikle bir komedi değil. Salma Hayek'in canlandırdığı Beatriz karakterinin zaman zaman sakarlıklarını veya hoşluklarını görüyoruz, bunlara da gülebiliriz ama tüm o sekanslar bir komedi unsuru yaratmak için değil Beatriz karakterini daha net tasvir edebilmek için kullanılmış.

Tam bu noktada senarist Mike White ve yönetmen Miguel Arteta'nın iyi bir iş çıkardıklarından bahsetmek gerek. 2017 yapımı film, Trump çağını anlatan ilk filmlerden biri olabilir. ABD toplumundaki çatışmayı, değerler üzerindeki farklılaşmayı ve farklıları değersizleştirmeye çabalayanları güzel bir şekilde sunmuşlar. Salma Hayek başta olmak üzere, diğer oyuncular da bu çabaya kusursuz destek veriyorlar.

O zaman konuyu anlatalım. Beatriz bir göçmen. Onu filmin başında, alternatif yaşamı ile tanıyoruz. Zaten kendisi bir alternatif tıp uzmanı. Fakat aynı zamanda vejataryen, evinde keçi besleyen, az kazanan ama az tüketen bir birey. Bir gün zengin bir hastasının evine gider ama dönüşte arabası bozulduğu için -mecburen- akşam yemeğine kalır. Akşam yemeğinde de o zengin ailenin zengin ve biraz da züppe (ve çok bariz şekilde Cumhuriyetçi) misafirleri gelir. Bu grup ve Beatriz arasında giderek derinleşen bir ayrışma yaşanır.

Biz filmin dili nedeniyle hemen Beatriz'in tarafına kayarız. Zaten fikir olarak ondan farklı değiliz ama film iyi-kötü ayrımını o kadar net çiziyor ki, hiçbir fikri olmayan insan bile Beatriz'in tarafına kolaylıkla geçer.

Asıl çelişki, taraflar arasında değil Beatriz'in eylemlerinde olur. Zaten kendisi de çelişkiler yaşar. Kafasından geçenleri,  isyanları, asilikleri tam anlamıyla dışa vuramaz. Dışa vuramadığı için içi içini yer. Bu da filmin bir diğer zayıf noktası. Beatriz, gözümüzün önünde çok çabuk erir. Oysa biz onu daha güçlü bir karakter olarak tanımıştık.

Filmin bizim için en güçlü yanı; sona erdiğinde karşımıza şu soruyu çıkarmasıydı: İyiler veya haklılar; karşıt olduğu görüşle ve insanla karşılaşınca onunla tartışmak için kendini hırpalamak zorunda mıdır, yoksa onu yok sayarak daha büyük ceza mı verir?

Bu sorunun net cevabı yok ve şu post altında bunu tartışmak da yersiz olur. Fakat Betariz, gecenin sonunda bize başka bir tokat atar ve cevabımızı şekillendirmek için hile yapar belki de. İyiler sert davranamadığı için, buna cesaret edemediği, bunu ilkesel olarak kabul edemediği için kötüler yola çok rahat devam eder. İyiler ise günün sonunda pes eder.

İyi film, ciddiye alınması gereken bir film. Temposu yavaş. Ayrıca iyi-kötü ayrımının bu kadar net çizilmesi veya bu sıfatların tamamen Cumhuriyetçi-Demokrat metaforu üzerinden anlatılması filmin zayıf noktaları. Beatriz'in gece boyunca tartıştığı Doug karakterinin (Johnt Lithgow) tam bir Donald Trump taklidi olması; bu amaca hizmet ediyor...

Yine de aradan beş sene geçmesine ve Trump çağı -şimdilik- sona ermesine rağmen izlenmeyi hak ediyor.

Ve filmin dışına çıkarsak; Biden çağının da aslında 'iyi' kavramının altını doldurmadığını da çok net görüyoruz.

ABD sınırları içinde yaşanan çatışmalardan dolayı, Salma Hayekler, LeBron Jamesler, Robert de Nirolar mutlu olacak diye Biden destekçisine dönüşen Türklerin ve Ortadoğulu demokratların, düştükleri cehennemde iyi ve kötü tasvirini kim çizecek? Hollywood'dan bunu beklemek yersiz olacak gibi. Bunu da başka bir zamanda tartışırız belki...

Cumartesi, Ekim 8

Çalışkan Öğrenci

 


Sorumluluk sahibi ve çalışkan bir isim olacağı, öğrencilik yıllarından belliymiş...

Cuma, Ekim 7

Tuns Ras Si Frezat

 

Daha önce hiç Romanya filmi izleyip izlemediğimi hatırlamıyorum. Fakat en azından blog'da, yanı blog zamanında, yanı son 15 yılda izlememişim. Açıp baktım, bir Rumen filmi ile ilgili bir yazı yok. Varsa yoksa Rumen futbolcular, Romanya Ligi...

Böylece bir ilki gerçekleştirmiş olacağız. O da bir kısa film... Bu arada film de bir futbol muhabbeti ile başlıyor ki, bu da bizden iyi bir not almasını kolaylaştırıyor. Ayrıca 11 dakikalık bir kısa film. Zaten daha önceki yazılarımızda kısa filmlerin artık daha değerli olduğunu belirtmiştik.

Kısa bir film olduğu için, içeriği de kısa tutmakta fayda var. Hatta ilgi çekici konusu nedeniyle, spoiler vermekten korkuyoruz. O nedenle detaylara hiç girmeyeceğiz. Şunu söyleyebiliriz ki, etkili ve güçlü bir 11 dakikamız var.

Her zaman bahsettiğimiz gibi, "Ben olsaydım ne yapardım?" sorusunu sorduran film iyidir ve bu da gayet iyi.

Tuns Ras Si Frezat, Rumence ne demek bilmiyorum. Fakat filmin İngilizce adı Half Shaved. Bir berber koltuğunda, bir yarım tıraş süresi boyunca geçiyor öykümüz. İki eski 'tanıdık' yıllar sonra karşılaşıyor. Aralarında yaşananlar var, ödeşme imkanı var, ikisinden başka kimse yok. Güzel bir atmosfer...

Meraklısı için Vimeo linkini de bırakalım. 

Vimeo'da sadece 298 kez izlenmesi, IMDB'de sadece 129 kişi tarafından oylanması haksızlık. Diğer yandan 2016'da Romanya'nın en iyi kısa filmi seçilmiş. Umarım buradan farkına varıp izleyenler, hakkını verir.

Pazar, Ekim 2

20 Lira

Kız arkadaşımın çok zengin bir kütüphanesi var. Ben de kitapları o kütüphaneden seçiyorum. Herhalde hepsini okumam için uzun yıllara ihtiyacım var.

Fakat zengin kütüphanenin bir dezavantajı var. O kadar eser arasından kitap seçmek zorlaşıyor. Bu seçme işine, uzun ve dikkatli bir zaman ayırıyorum.

Geçtiğimiz günlerde bir kez daha kütüphanenin önündeydim. Hangisi ve hatta ne türde bir kitap okuyacağımı bilemediğim için karar vermem çok daha zordu. Hangi tür, hangi yazar, kısa mı olsun uzun mu, o mu bu mu...? Sorular bitmiyor, cevapları ise incelediğim kitapların sayfalarında arıyordum.

Derken elime bir kitap geçti. Sayfalarını çevirirken, arasında bir 20 lira buldum. Büyük ihtimalle kız arkadaşım, kitabı okurken koymuştu. Önce; parayı alıp ona vermeyi düşündüm ama sonra bu paranın bir ayraç işlevi gördüğüne kanaat getirdim. Zamanında kitabı okurken oraya koymuş ve sonra kitaba devam etmeyi unutmuştu belki de.

Bir hışımla kapadım kitabı. Bıraktığı yer kaybolmasın, para düşmesin, düzen bozulmasın istedim. Zaten kitap da çok içime sinmemişti. Onu okumayacaktım. Kitabı hemen aldığım yere geri koydum ve diğer kitapları karıştırmaya başladım.

3-5 dakika sonra aklıma o 20 lira geldi. Kaç zamandır oradaydı acaba? Kendisinin son birkaç yılda okuduğu kitapları biliyordum. Onlardan biri değildi. Fakat bir dakika? Hangi kitaptı peki? Onu da unutmuştum.

Eğer 3-4 sene önce okuduğu bir kitapsa eğer, 20 lira o zamanlarda ne kadardı? O kadar sene o kitabın arasında dururken başına ne gelmişti? Tabi ki kağıt parçasına bir zeval gelmemişti. O anlık rastlaşmamızda dikkat etmiştim, gıcır gıcır duruyordu yerine. Fakat o orada senelerce beklerken, değeri çok düşmüştü.

4 sene önce o 20 lirayla bir lahmacuncuda hesap ödemek mümkündü, şimdi ise bir lahmacun zor alınır. 4 sene önce o 20 lirayla bir halı saha maçının kişi başına ödenen parası çıkabilirdi, şimdi ondan üç tane lazım.

Hatta o arama seansında, bir Sait Faik kitabında karar kıldım. Onun da arasında kitabın fişi vardı. 2018 yılında satın alınmış. 6 lira ödenmiş. Şimdi baktım, 12 liraya yükselmiş. Demek ki o 20 lira da o zamanlar 40 liraydı.

Yazımız bir Levent Kırca skecine dönmesin ama 20 lira yıllar içinde eriyip gitmişti. Hatta ben bu gerçeği fark edene kadar geçen sürede, yeniden sayfaların arasında mahsur kalmıştı. Artık hangi kitapta olduğunu unutmuştum. Onlarca kitaba bir daha bakamazdım. Bir daha ne zaman karşımıza çıkacaktı? O zamana kadar daha ne kadar eriyecekti?

Eskiden insanlar, kışlıkların arasından çıkardığı montun cebinde para bulunca sevinirdi. Şimdi; aradan geçen aylarda o paranın orada kalmasına üzülüyor. Ya da bizim gibi melankolikler, üzülmek için bahane arıyor.

Bu olayı kız arkadaşıma henüz anlatmadım. Kendisine direkt yazıyı okutacağım. Bakalım ne tepki verecek? Ya gidip kütüphaneyi tarar, ya o 20 liranın hangi kitabın arasında olduğunu hatırlar ve şak diye söyler, ya da "boş ver" der.

Çıkan cevaba göre bu serinin ikincisini yazabiliriz; "20 lirayı kurtarmak"

Cumartesi, Ekim 1

America's Sweethearts


 Her anlamıyla bir Billy Cyrstal filmi.

Senaryo onun kaleminden çıkıyor. Hatta başrolü kendisi için yazıyor ama sonradan o rol için uygun kalmayacağını düşünerek ufak değişiklik yapıyor. Yapımcılık onda. Yönetmenliği de yapmak istiyor ama son anda yetkiyi Joe Roth'a veriyor.

Ve bence, hakkında ne kadar kötü yorum olsa da, çok tatlı bir iş ortaya çıkıyor. Sonuçta bir romantik-komedi izliyoruz. Beklentimiz, türün diğer örnekleri nedeniyle düşük. Zaman geçirmek için izliyoruz. Fakat o beklentiyi aşıyor ve bize iyi bir zaman geçirtiyor.

Hoş bir senaryosu var. Hatta romantik-komedilerin genelinin aksine, komedi kısmı daha ağırlıkta. Oyuncular zaten harika. Fakat nedense IMDB puanı düşük kalmış. Bunun nedeni; kariyerli oyuculardan çok daha müthiş bir film çıkmasını beklemek olabilir. Kadroda dört tane Oscar kazanmış oyuncu var. Fakat ekip zaten müthiş değil, hoş film yapmak istemiş. Bunu her zerrede anlayabiliyoruz. Altından da kalkmışlar. Teşekkürler Billy Cyrstal...

Ben şahsen ilk başta hikayede bir  Lee (Billy Crystal) - Kiki (Julia Roberts) aşkı doğacak sandım. Fakat başka yere evrildi. O evrilme de çok sürpriz değildi gerçi. Bu hikayede kaybeden Gwen (C.Zeta Jones) oldu. Canı sağolsun. Kendisi her zamanki gibi çok iyi ve yine oyunculuk anlamında hakkı verilmemiş. John Cusack harika. Julia Roberts'ı çok sevmem ama o bile sempatik durdu. Herhalde o yapay halleri yerine şişman ve doğal bir karakteri oynaması nedeniyledir... Billy Crystal kendi filminde vasat kalamazdı zaten...

Tabi bir de ufak ufak Christopher Walken ve Hank Azaria sosları var ki; filme lezzet katıyorlar. 

Kısacası; bir romantik-komedi izlenecekse, ideal tercih olur. Vizyona gireli 21 sene olmuş gerçi; bu cümle biraz geç yazıldı artık ama olsun... Geç olsun güç olmasın. Notumuz; IMDB notundan daha yüksek.