Cumartesi, Haziran 30

Seksi Kulüp



Buraya gelip Ünal Aysal'ın işgüzarlığını savunacak değilim. 

Fakat "seksi kulüp" tanımının bu kadar aşağılanması da saçmalık. Seksiliği kadınsal bir özellik sanan kitle de en az Ünal Aysal kadar boş muhabbetlerin adamı. 

Fakat seksi kulüp denmişken, dünya futboluna bir selam çakmadan olmaz. Kulüp kısmı tartışılır ama herhalde, dünya tarihinin en seksi futbolunu Milan oynamıştır. Dünya tarihinin en seksi futbolunu oynayan da Gullit'tir. Sadece Rijkaard ve Van Basten'i eklemek yetiyor.

İzlendiği zaman istediği şeyi yapabilen, yaratıcılığın doruklarına çıkan, oynarken zevk alan, izlerken zevk veren bir takımın beyni. İnanılmaz bir fizik, inanılmaz bir teknik, inanılmaz bir hız. Ve bunun yanında inanılmaz bir rahatlık.

Milan, 90'larda seksi bir takımdı. Ve bu aslında onlar için bir övünç kaynağıydı.

Burası Kadıköy


Sahil'den Cadde'ye çıkarken. Hava güneşli, mevsim yaz, son şampiyon Galatasaray.

Perşembe, Haziran 28

Ne Diyor Lan Bu?

"Dileğinizi zihninizin içinde netleştirdiğinizde onu zaten istemiş olursunuz. Mutlak inanç görünmeyen inanmaktadır. İnanma yolundaki ilk adımı atın. Merdivenin tamamını görmemiz gerekmiyor. Sadece ilk adımı atın. Gününüzü o gün yaşamak istediklerinize dair önceden tasarlayın. Böylece hayatınızı da istekleriniz doğrultusunda tasarlamış olacaksınız."

Çok sevdiğim birinin sanırım kişisel gelişim kitaplarında görüp yolladığı bir mesaj. Acaba hangi kita, hangi yazar? Sanırım ev kirası ve fatura ödemiyor. Yoksa haftada 6 gün , güne işe giderek başlardı.

I'm Not There



Bod Dylan için film yapılacaksa böyle olmalıydı. Böyle bir film sadece Bob Dylan'a giderdi.

Üretme konusunda sıkıntı çekmediği gibi ürettiği şeylerin çağının, zamanın ötesinde olan bir adamdan bahsediyoruz. Ve bu adam hakkında yapılan yorumlarda genelde, "ya o ne biçim ses ya", veya "abi bu ne ya gıy gıy gıy" cümlelerine rastlanır. Basit ve yüzeysel bakan insanların ortak tepkileri.

Bu film de onun ürünü aslında. Biraz yorabilir. Bağ kurmak zorlanır. Hatta ciddi bir bilgi birikimi gerekebilir. Sonuçta Bob Dylan'ı sadece eserleriyle tanıyan biriyim ve filmde geçen olayların bir kısmını bilemiyorum. Hem 30 sene öncesi, hem okyanus ötesi.

Film o kadar acayip ki, Bob Dylan'ı oynayan 6 oyuncudan biri "en iyi kadın oyuncu" ödülünü alıyor. 

Onun dışında beklentileri karşılaması mümkün olmayabilir. Zor bir film, zor bir proje, zor bir karakter. Ama sırf şarkılar için bile 2 sata izlenebilir. Son zamanlar da o kadar çok kötü film izledim ki (Hasan'ın kutusundan) bu film standart üstü kaldı.

Filmin benim için yıldızları, at üstündeki Richard Gere ve siyah çocuk. 

"Kendi devrini yaşa" cümlesi de filmden kapacağımız ilk cümle olur.

Salı, Haziran 26

Stadyum Tartışması




Ali Sami Yen'i bırakıp Olimpiyat'a gittiğimiz günler çok taze. TT Arena ise kabullenmek istemediğim bir gerçek. Birçok kişi şu an Ali Sami Yen duygusallığı yaşasa da, Galatasaray taraftarının çoğunun (tribün demiyorum) bu duygusallığı abarttığını düşünüyorum. TT Arena'nın yapılışını PC başından bilmemkaç kamera ile izleyen güruhun bu tarz söylemleri bana biraz samimiyetsiz geliyor. Olabilir, herkes aynı stadı veya tek bir stadı sevmek zorunda değil. Ama yine de temelde bir boşluk varmış gibi hissediyorum.

Şimdi bir de Beşiktaş'ın TT Arena'da oynama ihtimali çıktı. Forumlarda ve diğer ortamlarda Galatasaray ve Beşiktaşlı taraftarlar bu konu üzerinden birbirlerine giydiriyor ve laf sokuyorlar. Dünyanın en aptalca muhabbeti. Deplasman yasağı çıkınca böyle oldu. Ergen bünyenin atarı gideri anca bu tarz suni konularda dışarıya boşalıyor.

Oysa iki grubun da muhattabı da birbirleri değil, birbirleri olmamalı. TT Arena'da Beşiktaş'ın oynaması umrumda değil. Gelir oynarsa benim Beşiktaş'a bakışımda sorun olmaz. Sahada yendiğim, sezonu 20 puan fark atarak önünde bitirdiğim takım, UEFA'dan ceza aldığı senede benim CL maçlarım arasında maç oynayacaksa buyursun oynasın. Ama böyle bir olayda ben yönetim kurulunu karşıma alırım. Olimpiyat Stadı'nı yaşamış biri olarak, bu acizliği ve yetersizliği hoş göremem. "Klas Başkan" Ünal Aysal'ın sayısız eksilerinden biri olur ve gün gelir de bize hesap sorma imkanı verilirse bunun hesabını ondan sorarım.

Beşiktaşlılar'ın hatası daha da büyük. TT Arena'ya gitmek için tutturmak, heveslenmek dünyanın en saçma işi. İnönü Stadı gibi bir stadyuma sahipken, bunun yıkılmasına göz yummak bir yana; bir de kendisine eğlence çıkarıp Galatasaray taraftarıyla TT Arena için didişiyor. İki maç günü metroya binsinler, Galatasaraylılar'ı kızdırmak için aldıkları kombineleri kıracaklardır.

Buna rağmen onlar da "hop başkan bey, sen ne yapıyorsun bizim semtin ortasındaki stada" demeleri gerekirken, muhattap olarak Galatasaray taraftarını alıyorlar. İş büyüyor, uzuyor, dallanıp budaklanıyor.

Tahminim, Beşiktaşlılar da tıpkı seneler boyunca "yeni stad" diye inleyen Galatasaray taraftarının son aylarda döktüğü "Ali Sami Yen gözyaşları"nın benzerini akıtacak. O güne kadar sanki deplasmana giden-gelen, stad-semt basan varmış gibi boş atışmalar izleyeceğiz.


Pazartesi, Haziran 25

Milli Takım


Bazı milli takımlar, göz önünde olmasa da halkın sevgisini kazanabilirler.

Tahrir


Mısır da olsa Akdeniz, her zaman Akdenizdir, ışıl ışıldır.

Kuzey Afrika da Akdeniz'dir, Akdeniz'in her yeri bizdendir.

Pazar, Haziran 24

Yaz Turnuvaları




Euro 2004'ten beri hiç bir turnuvadan beklediğim zevki alamıyorum. Oysa, futbola olan ilgim ve alaka aynı seviyede devam ediyor. Lig maçlarını izlerken 11 ay boyunca sıkılmayan bünye, haziran ayında keyif almamaya başladı. İlk etapta bunu, sene boyunca çok fazla maç izlemeye bağladım. Sıkılıyorduk artık her gün maç izlemekten. Maç izlemek, maçları takip etmek eskisi gibi de değil zaten. Avrupa'nın en iyi futbolcularını sahada birbirlerlerine rakip olarak görmek çok zor değil. O yüzden yaz turnuvalarının bir anlamı kalmadı.  Keyif alamama nedeni olarak bunları düşündüm. Ama aslında sorun bunlar değilmiş.

Yaz turnuvalarından beklentilerim çok daha farklı. Yaz turnuvalarının kendine has rituelleri var. Yaz turnuvaları aslında mahalle turnuvalarıdır. Birlik beraberlik maçlarıdır.

Okullar kapanır veya kapanmak üzeredir. Havalar ısınır, akşamları maç saatlerine doğru serin olur, tatlı tatlı eser. Köyde, mahallede, yazlıkta, her neredeysen, bütün gün maç sastini beklersin. Maçı herkes beraber izler. Herkesin iyi kötü böyle mekanları vardır.

Bakkalda izleyenler, kahvede izleyenler, çay bahçesinde izleyenler. Her bir turnuvanın sizin için tek bir mekanı vardır. Oraya gelen-giden bellidir. Herkes maçtan 15 dakika önce orada olur. Tahminler yapılır, bir önceki maç konuşulur, inceden Türkiye'deki transferlerden bahsedilir, bir de ufak ufak lokal dedikodular, mesela yaşınız 15-17 arasıysa inceden kız muhabbetleri... 

Bütün mahalle (veye artık neresiyse) maçı izler. Futbola ilgisiz kadınlar bile mekana gelir, televizyona bakmasa bile kendi aralarında konuşur. Galatasaraylı-Fenerli-Beşiktaşlı, yaşlı amcalar, küçük çocuklar. Gerginlik yok, heyecan var. Yaz turnuvalarının anlamı, önemi, özelliği buydu.

Şimdi nasıl? Belki çocuklar için aynı. Bizim için değil. Yaş 26. Maç zamanı telaşımız var. Kiminin işi var, kimi kız arkadaşıyla buluşacak. Zaten herkes ayrı ve uzak yerlerde oturuyor. Ortak bir mekan bulamıyoruz. Bugün Taksim'de şunla izleyelim, yarın ofisteyim, sonra bununla Bostancı'da, öbür gün izlemesem de olur...

Programlar  bu şekilde yapılıyor. Biraz görev icabı, biraz alışkanlık. Bu maçı izlemesem olmaz. Ya izlemediğim maç güzel olursa korkusu. Tat almak mümkün değil.  Eskiden böyle değildi. Adı üzerinde Yaz Turnuvası. Bütün gün boşsun, günde 2 maç izlesen birşey kaybetmezsin. Git otur izle. Maçtan sıkılsan bile, muhabbet var. Bildiğin bir yerde, bildiğin insanlarla, hep beraber, serin serin, önünde soğuk içecek. Plan yapmadan, kendini yormadan, koşturmadan...

O yüzden, 2004'ten beri, yani üniversite 1'den beri yaz turnuvalarından zevk alamıyorum. Sanırım, bundan sonra emekli olana kadar da böyle devam edecek. O süreçte de bizde küçüklere "nerede o eski turnuvalar, nerede o eski heyecanlar" diyeceğiz. Aslında sahadaki heyecan aynı ama biz değiştik. 

Cumartesi, Haziran 23

Belle de Jour



Fransızlar entresan. Nerede 90 sonrası yılışık aşk filmler, nerede 60-70'lerdeki filmleri.

Anlayana kadar canımız çıkıyor. İlginç bir film. Sanırım Tarantino'nun Pulp Fiction'da kült olan çanta sahnesi buraya gönderme: O kutuda ne var?




Loeb vs Giroud


Cuma, Haziran 22

Şubede 2000 Ruhu




Aslında Ergin Ataman ile Nevriye transferlerini aynı yazıda değerlendirmek mümkündü.  Ne de olsa aynı tarza uygun iki transferdi. Şampiyon takımın hocasını ve ezeli rakibin kaptanını almak, bir tutulabilecek şeyler. İtiraf etmek gerekirse, biraz Fenerbahçe işi. Ama artık Galatasaray işi. Ama biz ayrı ayrı girelim bu iki konuya ve böylece Ekrem Memnun'u da dahil edelim.

Yaz sezonu olduğu için yazı konusu bulmakta zorlanırken, Galatasaray basketbol şubesi gereken yardımı bize yaptı. Önce kadın takımından başlıyoruz.

En büyük değişiklik teknik adam konusunda yaşandı. Aslında bekleniyordu. Ceyhun Yıldızoğlu'nun gitme ihtimali yüzde 120'ydi. Fakat gelen isim en azından benim açımdan sürpriz oldu. Cem Akdağ'ı beklerken Ekrem Memnun geldi. Memnun, 2000'li yıllarda seri şampiyonluklar kazandıran, Avrupa'da final four oynayan takımın baş aktörü. Aradan uzun bir süre geçti. Erman Kunter'in yardımcılığını yaptı. Efes'te ise Oktay Mahmuti'nin yardımcısıydı. Basketbol gündeminde son zamanlarda yer alan haberlere ve bu haberlerdeki isimlere bakınca, basketbolun ne kadar ufak bir camia olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Zaten ufak olan camia da, kadın basketbolu daha da ufalıyor.

Nevriye Yılmaz, 2000'li yıllardaki takımın en önemli yıldızlarından biriydi, yeniden Galatasaray'da. Ekrem Memnun, Nevriye Yılmaz ve Derya Özyer yeniden buluştu. Murat Özyer de yeniden camianın bir yerine dahil oldu. Futbolda bir klasik haline gelen 2000 ruhunu arama hastalığı, kadın basketbola da sıçramış oldu.

Nevriye transferini sindirmek kolay olmayacak. Galatasaray taraftarının yıllardır küfür ettiği ve küfür yediği bir sporcu. Aslında bu konuda abartan taraf genelde Galatasaray cephesiydi. Futbolda bile benzerinin kolay bulunmayacağı bir figür olan Işıl Alben'e Fenerbahçe taraftarının tepkisi malum. Haklı veya haksız, Işıl gibi bir sporcu her daim tepki çeker ezeli rakipte. Galatasaray tribünü, buna bir karşı tez üretmek istedi. Rakip bir sporcu arandı. Bulmak da zor olmadı.

Galatasaray'dan Fenerbahçe'ye transfer olmuş Nevriye bulunmaz hint kumaşıydı. Zaten Fenerbahçe kadrosu sürekli değişiyor. Devamlı kalan isimler belli, Birsel'e dünyanın en cani adamı dahi küfretmez, geriye iri yapısı, sert oyunu ve spor dünyasının en büyük günahlarından birine imza atmış olan (ezeli rakipler arası geçiş) Nevriye kalıyordu. Nevriye, hızla yükselen TKBL'de antipatik rakip sporcu oldu. Bunu aslında Işıl gibi tercih etmemişti, daha çok tanırların kurban aramasından kaynaklandı.

32 yaşındaki Nevriye'nin en önemli sorunu sırtındaki sakatlığı. Fakat daha da önemlisi taraftarın sindirebilmesi. Aslında benim de hoşuma giden bir transfer değil. Sonuçta bir şekilde iplerin geildiği, tartışmaların yaşandığı bir rakip sporcu.

Fakat tepki gösterme fırsatını Taurasi transferi karşısında geri teptik. O transferde, tepki gösterme bir yana normalleştirme yaşandı. Bu tip transferler, bir güç gösterisi olarak sunuldu. Eğer mesele güç gösterisiyse, rakip takımın kaptanını almak bunun en büyük ve en kuvvetli örneği olur.

Taurasi'yi alan bir şube Nevriye'yi alabilir. "Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz" büyük bir kandırmadır. Bir kere delindi mi devamı da gelir ve suyu çıkar. Taktiksel olarak, Türk rotasyonunda iş yapacak Nevriye, Taurasi transferinden daha faydalı olacaktır. Tabi önemli olan takıma faydaysa... Eğer takıma faydadan daha önemli şeyler varsa, daha önemli değerler varsa; o zaman o konular Taurasi transferi esnasında konuşulmalıydı. Taurasi'yi sindirebilen, Nevriye'ye ses çıkarmamalı.

Bir de ilginç olan, Fenerbahçe'nin Nevriye'nin alternatifi olarak Beşiktaş'tan Yasemin'i alması. Eğer şampiyon takım, ve en yüksek bütçeli iki takımdan biri, kaybettiği kaptanı yerine Yasemin'i alıyorsa, Yasemin, o bölgedeki en iyi 2.Türk olarak nitelenebilir. Eğer öyleyse biz bu Yasemin'i niye yolladık? İlk başta dediğimiz gibi, basketbol camiası oldukça ufak. Yollar sürekli kesişir ve aynı yere çıkar.

Çarşamba, Haziran 20

Baba Reklam


Geçen gün yazdığım yazıdan devam. 

Babamın baba olduğu yaşta, bir babalar gününde, kız kardeşim ilk kez evimde gelip misafir olarak kaldı. Kardeşinin veya babanın evinde misafir olarak bulunması çok ilginç. 

Sıkılmasın diye inanılmaz bir çaba. Ben onunla birlikte ne yapsam sıkılmam ama o bir kere sıkılsa, sıkıldığını belli etse, suratını assa fena olurum. Televizyon izlemek gibi boş bir durum bile onun mutluluğu söz konuysa dünyanın en güzel aktivitesi oluyor. 

İşte tam o anda bu reklam çıkıyor. Baba değilim. Kız evlat da değiliz. Hani bu reklamın içine tam olarak nasıl gireceğiz. Giriyoruz işte. Hisler, duygular aynı. Hatta tam olarak kendimi kötü hissetmeme nedenim gözümün önünde. Onun büyüdüğünü görememek ve onun yanında olamayıp koruyamadığını görmek.

Babama benzediğimi anladığım gün olarak tarihe geçecek, 17 Haziran 2012. Bir de inceden bir mesaj var; bu reklamlarla kendini avutamazsın. 

Baktığın zaman bir buçuk dakikalık bir reklam. Reklam yahu. Müzik de güzel. Orjinal şarkıdan araklamışlar ama bu versiyon daha güzel olmuş.  

Salı, Haziran 19

Selçuk İnan'ın Antrenörü




Ersun Yanal onu 10 numaradan ön liberoya çekti. Şenol Güneş sorumluluk verdi. Fatih Terim liderlik. 2012 yılında ligin en iyi futbolcusu oldu. Herkes onu konuşuyor. Milli takımın starlarından biri. Bu noktaya gelmesinde onunla çalışan her teknik direktörün payı var. Yaklaşık 3-4 senedir futbol yazılarında, konuşmalarında geçiyor; "Selçuk tipi orta saha". Box to box, merkez orta saha.. Yaz, çiz, ok çıkar, yorumla. Önünde Selçuk var, izle. Xelçuk yazıp Xavi'ye gönderme yap.

Ama burası Türkiye. Bu işler öyle olmuyor aslında. Four Four Two'da Selçuk İnan'ın kariyer adımlarını okudum. Benzer hikayeler çoktur ama gelinen nokta itibariyle en anlamlısıdır belki de. Hakan Şükür'ü babası çok itelemiştir futbolcu olsun diye. Sergen, Arda, Emre şanslı, çünkü İstanbul'un çocukları onlar, 3 büyükler yanlarında, Fatih Tekke hemen hemen herkesin futbolcu olduğu topraklarda yetişmiştir. Burak Yılmaz, babadan futbolcu...

Selçuk İnan'ın hikayesi, Ya Ya Ya Şa Şa Şa'daki İlyas'a çok benziyor. Bu hikayedeki İhsan Yüce ise İskenderun'daki Karağaçspor'un antrenörlerinden Recep Altun

Altun aileye, özelikle babaya çok direnmiş. (İlginçtir Selçuk İnan'ın babasının adı da Münir). Baba "bu işte gelecek yok" diyor, tek erkek çocuğunun futbol oynamasını istemiyor. Baba esnaf, bakkal. Çocuğunun bakkal dükkanının başına geçmesini istiyor. Selçuk, bakkal dükkanında çalışıyor, işten sonra top oynamaya gidiyor. Babası onu engellemeye çalışıyor. Recep Hoca, inat ediyor eve gidip "Selçuk bende kalsın" diyor, "Onu futbolcu yapayım". Anne terliğini yiyor mu bilinmez ama aile çıldırıyor. Kolay değil aileden evladı ayırmak. 

Selçuk, Karağaçspor Kulübü'nün her şeyiyle ilgileniyor o yaşta. Tıpkı İnönü'ye top toplamaya giden İlyas gibi. Onu evinden koparmayan Recep Hoca, bu sefer ona yol açıyor ve ülkenin diğer ucuna gitmesine teşvik ediyor. İnat hikayesi işte burada. Kim uğraşır? Aile istemiyor. Niye başına bela alırsın? 14 yaşındaki bir çocuğu İskenderun'dan Çanakkale'ye gönderiyorsun. Ya başaramazsa? Yeteneğini görüyorsun, belki çok yetenekli ama en ufak şanssızlıkta (sakatlıkta) bütün bir aile sana düşman olacak. Zaten ailenin yanına gidince , "oğlunu alıyorum yarın götürüyorum" dediğinde kıyamet kopuyor. Recep Altun, olaya belediye başkanını bile dahil ediyor. Sırf bir cevheri gördü diye. 

Sene 2000, 2001 falan herhalde. Büyük ihtimal siz o sıralar CM oynuyorsunuz evinizde. Leyton Orient'i 3.ligden alıp şampiyonlar ligi yapıyorsunuz. Futbola dair kurduğunuz cümleler şekil değiştiryor, çocukluktaki gibi değil. "Futbolun gerçekleri" kavramı zamanla size çok daha başka şeyler ifade etmeye başlıyor. Sonra oyunun yeni sürümlerinden birinde Manisaspor'da oynayan bir genç görüyorsunuz. Adı Selçuk. Onu Galatasaray'a çok ucuza transfer edip 20 milyon Euro'ya Real Zaragoza'ya satıyorsun. Dost sohbetlerindeki yeni futbol cümlelerini onun üzerinden kuruyorsun. Sonra o Selçuk geliyor, Süper Lig'de oynuyor. 

Onu ilk sen keşfetmiştin değil mi? Bu gurur senin. Doya doya yorumla Selçuk'un yeni pozisyonunu, ama oyunu save etmeyi unutma.

Akbil Basan Yıldızlar



Gazetecilerle futbolcuların yakın olması kötü mü? Eskiden daha yakınlardı. Şimdi aynı yakınlık devam ediyor belki ama gözden uzakta, kapalı kapılar ardında.

Bir de kulüplerin futbolculara röportaj yasağı koyması var.

Futbol dünyası değişiyor, hatta değişti bile. İyi mi kötü mü bilmiyorum ama birşeyler eksik. Şu tarz fotoğraflar yok artık. İlhan Söyler, 16 yaşındaki Emre'yi almış,tutmuş kolundan. Kazlıçeşme İstasyonu... Sene ya 96 ya 97. Arkadan tren de geliyor. Türk futbolunun o yıllardaki genç yıldızı Zeytinburnu'ndan çıkıyor, Florya'ya gidiyor.

Bir ara genç futbolcular, ilk parladıkları dönemlerde tren-minibüs-belediye otobüsü temalı fotoğraflar çektirirdi. Şimdi metrobüs geldi o da yok oldu.

Cumartesi, Haziran 16

Perşembe, Haziran 14

Underground



Filmin ne kadar muhteşem olduğundan bahsetmeyeceğim. Gerek yok.

Seneler önce, çocuk yaştayken izlemiştim. Tabi ki o zaman filmin büyük bir kısmını anlamamıştım. Daha sonra bir kez daha izledim. Daha çok şey yerine oturdu ama soru işaretleri de arttı. Bu soru işaretlerinin kaynağı da yönetmen Emir Kusturica'dan, daha doğrusu ona muhalif olanlardan kaynaklanıyor.

Diğer filmlerini de bunu da çok seviyorum. Tarzı, anlatışı... Ama entellektüel birikimine güvendiğimiz adamları, kötü gözle bakıyor bu adama ve Underground'a. Yugoslavya tarihiyle ilgili sınırlı bilgimiz olduğu için karşı da gelemiyoruz.

Mesela, başroldeki silah satıcısı karakter, komünist parti üyesi. Onun yaptığı bütün ahlaksızlıklar, komünist partinin ürünü olarak gösteriliyor(muş). Komünistler, müslümanlar, boşnaklar, Hırvatlar; kısacası Sırp milliyetçisi olmayanlar genelde kötü ve zayıf karakterler olarak gösteriliyormuş. Oysa ben filmi izlerken sadece ahlaksız bir adam görmüştüm. Alt metin aramaya çok kasmamıştım. Fakat çok daha fazlası da varmış. Bunları görmek lazımmış. O kadar derin düşünemiyorum.

Üstelik bu filmin çekildiği yıllarda (1995), Kusturica, milliyetçi lider Seselj'i düelleoya davet etmiş bir adamdı. Yaşı da öyle genç falan değildi, 40 yaşındaydı. Bir başka Sırp lideri, bir törende yumruklamıştı. 2000'lerden sonra çok farklı söylemlere girdiği doğu ama bu film? O yıllar?

Yeraltında Yugoslavya'yı, Yugoslavya tabelasını arayan Ivan'ın "Nema Jugoslavia" (Yugoslavya artık yok)  cevabına verdiği tepkiye anlatılmayacak şekilde hislendim. Ne bir alt metin aradım, ne büyük resim. Birçok filmde anlatılmayacak bir hikaye var burada. Ailenden birinin ölümünü yaşayabilirsin, sevgilin terk eder aşk acısı yaşarsın, fakirliğin sınırlarında dolaşırsın. Bütün bireysel ve toplumsal sorunlar bir insana çok yakın ve hepsiyle filmlerde bir bağ kurabilirsin. "Bak, bu benim hikayem" dersin. Ama doğduğu ülkenin yok olduğunu görmek çok az kişiye rast gelir. Anlayamazsınız, anlayamıyoruz.

Kusturica'nın sosyal yaşantısında takındığı tavır eleştirilebilir. Keşke bazı insanlarla bir sofra kurup da oturup konuşsak, biz onu dinlesek, o bizi dinlese. Kusturica bu adamlardan biri. Böyle bir şey mümkün değil tabi. Elimizde sadece filmleri var. Bu filmlerde, Türkiye'ye çok benzeyen yapı, bir "kültür mozaiği" geyiği var. Karakterler arasında ahlaksız olan da var, ay görünce güneş sanan saf da var. Herkesin kimliği var, ve "neden onu değil de bunu seçtin" demek çok insafsızca sanki.

Ya da biz yine ayı görüp güneş diyoruz. Bilgi birikimimiz buna yetiyor.

Bir zamanlar bir ülke vardı diye başlayan ve meşhur o kopan toprak (Yugoslavya minyatürü) sahnesi ile biten bir filmde alt metin aramak filme, anlatılan ana fikire haksızlık sanki.


Çarşamba, Haziran 13

Mahmuti Krizi




Galatasaray camiası, yaz sezonunu sorunsuz geçirmeyi sevmez. Futbolda sıkıntı yoksa basketbola döneriz. 

Aslına konu Oktay Mahmuti olayı değil, onun putlaştırılması. Bu da beni rahatsız ediyor açıkçası. Galatasaray camiası, vefasız olarak adlandırılsa da kişileri putlaştırmayı çok sever aslında. İki sene önce camianın içine giren, her zaman röportajlarında Benetton ve Efes günlerinden bahseden, "profesyonel" olduğu için övgüler düzülen Oktay Mahmuti'nin adı şimdileride, ilk imzayı 1972'de atan Fatih Terim ile beraber anılıyor. 

Herşey 14 Mayıs'ta başladı. Bütün sıkıntı da bu aslında; resmi siteden Oktay Mahmuti'nin sözleşmesinin uzatıldığı haberi yayınlandı o gün. Resmi imza olmadan böyle bir şey yapılması, bugün gelinen noktadaki en büyük can sıkıntısı.

14 Mayıs'tan sonra Galatasaray 4 basketbol maçı oynadı. 3 tanesini kaybetti. 22 sene sonra gelecek şampiyonluk kaçtı. Efes'in Fener'în önümüzdeki sene yeniden yapılanacağı, daha güçlü bir şekilde geleceği düşünülürse şampiyonluk için en kolay seneyi ıskaladık. Şampiyon olan takım, sezonun ne kadar zayıf dengelere sahip olduğunu gösterir.

Neyse bu kadar da uzatmamak lazım. Sezon kötü bitti. Ve şu anda Mahmuti ile yollar ayrıldı. Mesel bu değil. Mesele Oktay Mahmuti'ye -ayrıntısı, içeriği bilinmeyen bir konu hakkında- bu kadar sahip çıkılması. Şu an ne Mahmuti'den ne de yönetim kanadından bir açıklama gelmedi. Basında ise sadece iki haber çıktı. Biri Vatan Gazetesi'nde. 

Oktay Mahmuti'nin 2 artı 2 yıllık anlaşma imzaladığı ve her sene 1.350 milyon alacağı yazıldı. Allah daha çok versin. Ama Galatasaray bu kadar vermesin. Fatih Terim'in TBMM'de tartışma konusu milli takım maaşı bu miktardan daha azdı. Şampiyon/3 kupalı Ergin Ataman'ın bunun en az yarısına çalıştığı biliniyor. En az Mahmuti kadar başarılı bir isim olan Erman Kunter için söylenen para 900.000. Dünya çapındaki hocalar Obradovic ve Ivkovic Mahmuti'den yarım adım daha fazla kazanıyorlar. Kazandıkları para önemli değil, muhasebeci taraftar değiliz ama "Mahmuti, hak ettiğinden fazlasını istemez, ne istiyorsa verelim" de diyemem.

İkinci haber AMK'da çıktı. Ölü sezonda yayın hayatına başlayan AMK, Galatasaray basketbol sayesinde dikkat çekti. AMK'daki habere göre, Mahmuti Beşiktaş serisinde, yönetimden hakemler hakkında federasyonu araması talebinde bulunuyor. Başkan da "olmaz" diyor. Mahmuti bunun üzerin "böyle yönetimin amk" diyor. AMK öyle diyor yani.

Haberi doğru varsayarsak (ki henüz yalanlama yok), herhangi bir işveren, kendisine küfür eden bir işçiyle çalışmak istemez. Normaldir. Taraftar olarak ise bu benim problemim değil. Fakat, küfürden daha çirkin gözüken bir durum var. Yönetimden federasyonu arama talebi. Bunu Aziz Yıldırım veya Nedim Karakaş yapsa, yaptığı ima edilse, sayfalarca yazı yazardık. Şimdi ise, "zaten yönetim aciz kaldı, şu seriyi bu yüzden kaybettik, hoca haklı" deniyor. Eh, o zaman "Aziz Yıldırım, Özgener'i aramış, o zaman kesin şike var" demeyiz artık.

Bu iki haberi doğru saymak istemezdim ama yalanlayan yok. İsmail Şenol bugun Ntv Spor'da "ben doğrultamadım ama yalanlattım" dedi. Kime yalanlattığı da, ( o anda soyunma odasında olan) ayrı merak konusu benim için.

Oktay Mahmuti'ye yapılan ayıp deniyor. Gidiş şekli, en azından resmi sitede haberi çıktıktan sonra yılan hikayesinde dönmüş bir mevzunun sonunda ayrılması şık değil, kurumsal değil, hoş değil. Fakat insan sormadan da edemiyor. Oktay Mahmuti bu takımın başına nasıl gelmişti ki? Daha doğrusu ondan önceki son hocamız Cem Akdağ, bu takımdan nasıl gönderildi? Ortada yine bir vefasızlık yok muydu? 

Çok büyük bir fark yok. Hatta Mahmuti'nin play-off başrısızlığı gibi bir başarıslzığı da yoktu o sene. Olabilecek en zor görevi başarıyla yerine getirdi Cem Akdağ. Ve ondan sonda gönderildi. Mahmuti geldikten sonra  kimse ( en azından çevremdeki kimse) bugün Mahmuti'ye denilenleri Akdağ için demedi. Mesela, "Akdağ yoksa ben yokum", mesela "Cem Akdağ yerine Obradoviç gelse istemem" denmedi. Mahmuti'nin ilk maçı olan Petersburg maçında "Kara gün dostu" pankartı açıldı, ondan sonra kadın şube ne zaman dara gitse adı anılarak onore edildi. 

Yani kılıçla yaşayan kılıçla ölüyor. Yönetim tarafından bakıyormuş gibi gözükmek istemiyorum. Aslında olayım, yönetim vs Mahmuti savaşının dışında kalıp taraf olmaya çalışanlarla. Ani heyecanlar, coşmalar, putlaştırmalar... Bugün karşısında durdukları yönetimin başındaki isime de en çok sahip çıkan da aynı kitle. Ünal Aysal'ın, Telegol'de konuşması, onun "klas başkan" olmasına yetiyor. Drogba tezahüratına parmak kaldırması veya Kulüpler Birliği'ne imza atıp bir gün sonra geri dönmesi.. Bunlar yapıldığı zaman Ünal Aysal baştacıydı. Her devrim kendi çocuğunu yer belki tam uygun cümle olmayabilir ama bu olay biraz böyle. Zamanında alkış tutulan yönetim anlayışı, şimdi basketbol şubesi üzerinden insanları rahatsız etti.

Bu savaşta, taraf değilim. Ne Oktay Mahmuti, ne yönetim. Zaten konu hakkında kimse açıklama yapmıyor. Onlar açıklama yapmazsa ben de taraf olmam. Taraftarın sahip çıkacağına inanıp gizli saklı karar alanların, yaklaşık 1 aydır, resmi sitedeki, bir haber dışında ( o da yalan çıktı) açıklama olmadan kimseyi asıp kesemem. 

Oktay Mahmuti gelirken aynı tepkiyi koyanlar yine koyuyorsa tepkiyi; onları ayırırım. 

Bazen diyorum ki, keşke hiç başarılı olmasak.

Fotoğraftaki pankart da zamanında çok beğenilmişti.



Pazartesi, Haziran 11

Sarı-Kırmızı Tribün


Euro 2012 benim için dün başladı. İlk 2 gün maç izlememiştim, açılışı İspanya - İtalya ile yaptım, pişman da olmadım.

Kapalı Tribün'e güneş vuruyordu, sarı-kırmızı bayraklarla donatılmış tribünler vardı, insan ister istemez 31.haftada Süper Lig maçı izliyor sanıyor. Maçın heyecanı da buna uygun oldu. Sanki kaybeden havlu atacaktı. İkisi de yenilmedi.

Güzel başladı, güzel devam eder umarım. Sıkıcı grup denilen A Grubu bile ilk 2 maçta izleyenleri doyurmuş. Sanırım şu ana kadar kötü olan tek şey, turnuvanın resmi şarkısı.


Shakira, Pique'yi kovalamak yerine bir Waka Waka dese o bile yeter. Üstelik o şarkıyı da sevmezdim ama bu  baya kötü olmuş.

Bu arada artık izlediğim maçlardan sonra satır satır yazılar yazmayacağım. Sıkıldım. Bilginize...

Güzel ve Çirkin


Canımız, kıymetlimiz Maria Sharapova, şampiyonluk sonrası fotoğraf çekiminde. Arka planda Fransa'nın simgesi Eyfel Kulesi. Allah kahretsin böyle çirkin kuleyi. İnsanlar nesini beğeniyorlar bunun. 


Eyfel ne kadar overrated ise Masha da o kadar underrated aslında. Uzun boylu, bol çığlıklı, maçlarda asık suratlı bir kadın. Antipati besleyen çok. Ben hastayım. Gönül, İvanovic'ten yana olmak isterdi ama başarılı olan daha çok cezbediyor. Hem ruh hastası, hem mental açıdan güçlü, hem başarılı.  4 sene sonra yeniden 1 numara. Seviyoruz...


Bir de güldü mü çok daha güzel oluyor, evet. Değil Eyfel, dünya kültür mirasının yarısı onun yanında sönük kalabilir.  

Pazar, Haziran 10

Ensemble, c'est tout


"Fransızlar, güzel aşk filmleri yapar" diyen kimdi, bir şey soracağım ona...

Bu arada bu G.C. , Fransa'nın Moritz Bleibtreu'u mu, her filmde o var?

Cumartesi, Haziran 9

Taksim'in Ortası


İstanbul'un her yanı sarı-kırmızı.. Özlemişiz bu manzarayı...

Perşembe, Haziran 7

Engin Abi



Taraftar grubu bir araya gelmiş. Ne yapıyor bunlar? Tezahürat mı? Değil. Resmen ayin yapıyorlar. Türk tribünlerinde bundan ötesi yok.

Ortadaki abimiz Engin Abi'ymiş. Çanakkale'nin sevilen abilerinden(miş). Çevresindekiler, onun tayfası. 

Davullar, sanki savaşa gidecek olan Kızılderililer'in son gecesinden.... Ne dedikleri belli değil, ne yaptıkları belli değil. Yalnız, davul 10 numara. Davulcuya ekstra alkış, Türk tribünlerinde davulun ve davulcunun önemi ortada.

İlk düzenli, anlamlı cümle, 50.saniye civarı, "sana sevdiğim diyemem". Ondan sonrası yine boşluk. 

1.18'de olan biteni anlatmak mümkün değil. Güney sahillerinde yazın DJ'lik yapan elemanlar bunu iyice analiz etsin. "I like to move it"e yapılan geçiş inanılmaz. Düşüşe geçen tribünü ayağa kaldırabilecek bir tribün emekçisinden geldiği su götürmez bir gerçek.

Ondan sonra Engin Reis'e tapınmalar başlıyor. Arkadan gelen cep telefonu meledisi es geçilemez, önemli bir ayrıntı. 

Dardanelspor için yapılan il tezahürat, 2.35'e denk geliyor. O da çok kısa sürüyor. 2 dakikayı aşkın süredir ayin yapan tarikat, Dardanel'e yapılan tezahürat başlar başlamaz "Yeter amk" diyen abiden sonra dağılıyor.

Videonun yıldızı, güneş gözlüklü eleman. Aslında daha çok şeyler var. Ama zaten her izleyişte yeni şeyler keşfediyoruz.

Burası, Mustafa'nın memleketi.

Muhteşem.


Çarşamba, Haziran 6

Ezerek

- Yine aynısı olur mu diye bekledik ama Beşiktaş buna izin vermedi.

- Efes'in sıkınıtısı ne bilmiyorum ama bu kadar rezil olmak ağır olmalı.

- Zouros'a ısındığım günden beri (Banvit serisi) adam saçmalamaya başladı.

- Uçan adam Bonsu demiştik.

- Bir iyi 1 numara, bir iyi 5 numara.

- Beşiktaş tribünü bu sefer iyidi.

- 30 sayı fark olmadı, keşke 50 olsaydı.

- Temel fark, Beşiktaş atmaktan korkmuyor, Efes çok korkuyor.

- Kerem Tunçeri gibi korkak, atmaya üşenen kısa olmasın.

- Son maçı izlemem artık. (Son maçsa artık)

- Fotoğraf ekleyemedik yazıya, bu da ilginç bir not.

775 km



Saatler önce yılın en kötü haberi geldi. En kötü haber bu olsun tabi. İlk 6 ayı şahane geçen bir yıldan bahsediyoruz...

"Aile evinden ayrıl, kendi evine çık"... Zamanında çok duymuştum bu cümleyi. O esnalarda babamla beraber yaşıyordum ve bir bekar evinden, bir öğrenci evinden ve aile yanında kalmaktan daha güzeldi. Zordu ama güzeldi. En azından 18 yaşına gelir gelmez "özgür olacağım ben yaa" dememe gerek yoktu.

Yine de evden ayrılmak istiyordum, herşey o kadar da güzel değildi. Sonra, o evin içindeki hayat beklenmedik şekilde daha güzel oldu. Hemen hemen bütün sorunlar halloldu. Rahat ve tembel bir adam için (ben oluyorum) oldukça ideal bir yerdi. Fakat yine de o evden ayrılmam gerekiyordu. Neden gerektiği hakkında şu an bir fikrim yok. Kendimi buna inandırmıştım. Sanırım seneler boyunca kurduğum gelecek planlarını gerçekleştirmem gerekiyordu. Eğer bazı şeyleri daha erken yaşasaydım, bazı şeyler daha erken gerçekleşseydi planlarım da değişebilirdi, hayallerim de. Bir kere hayal kurdun mu, şartların değişse de o hayalden vazgeçemiyorsun. Ve zaten, yeni bir hayal kurmak için oldukça uzun bir zamana ihtiyaç var. Bende o sıralarda o zaman yoktu.

En sonunda tercihimi yaptım ve ayrıldım. 775 km uzağa gittim. Sanırım o cümleyi kuranlar da 775 km uzağa gitmekten bahsetmemişlerdi.

775 km sandığınızdan daha uzak. Uçakla 1.5 saat, arabayla 8-9 saat, Kamil Koç ile 11 bucuk saat ama hepsinden de daha uzak. 1 sene, 2 sene, belki daha da fazla.

Son iki senede (since 2010 eylül) sadece 6 saat görebildiğim kardeşimi bu sene sadece 1 gün göreceğim. İlk cümlede bahsettiğim kötü haber bu... Önümüzdeki yazakadar bir daha göremeyeceğimi tahmin edersek son 3 senede 30 saat olacak. Senede 10 saat. Sabah ezanı ile akşam ezanının arası daha uzun.

Aslında bundan sana ne. Bir bok yemişim, karar vermişim, sonuçlarına katlanacağım. Üstelik insanlar hayatları boyunca ne bedeller ödüyor, bu ne ki? Hakikaten bu ne ki? 

Hayal kuruyorsun, plan yapıyorsun, tercih ediyorsun. Çevrendeki kimse seni zorlamıyor. Sonuçlarına katlanman lazım. Hiçbir şey, kurduğun senaryoya, yaptığın plana tam olarak uymayacak. Hem kek hem börek olmuyor. Bunu 20 yaşını geçen herkesin anlamış olması lazım.

Ben 775 km uzağa gidiyim, 1 sene boyunca sizi görmeyim, yazları - yıllık izin alırsam- yanınıza geleyim. Hayat bu kadar basit planlara izin vermiyor. Bunu herkes düşünür herkes yapar amk, bu kadar kolay olabilir mi? Bir sen akıllısın...

Geçen yaz eve gittiğimde kardeşim yoktu, bu sene de olmayacak. Onun da yaz planları var. Sen 1 hafta kendi vicdanını rahatlatacaksın diye, özlemini dindireceksin diye, onun sana uymasını bekleyeceksin. Aynısını bir kız sana yapsa, 1000 tane şey yazarsın... 

Zaten baktığım zaman hiçbir zaman kardeşim olmadı. Bu sadece; sadakat ve bağlanma. Ben öyle istiyorum diye kardeş diyorum. Ağzıdan öyle çıkıyor. O kadar. Yoksa iyi bir abi de değilim. 

Ben onu bıraktığımda liseye yeni başlıyordu, şimdi 18'ine girecek. Bir gün liseden mezun olacak, ertesi gün üniversitedeki kep töreninden fotoğraf atacak, ertesi gün düğün davetiyesini mail atacak. Bense bu 3 günlük dünyada ona toplam kaç saat ayırdığımı hesaplayacağım. Ve sonra utanmadan kardeş diyeceğim, ben de kendimi abi olarak adlandıracağım. Hayat bu kadar basit kavramlara izin veriyor. Ama buna da bu sefer insanlar vermez. "Nereden abi oluyorsun, ben bunu-şunu yaşarken, şu zorluğu yaşarken sen yoktun" dediği zaman verecek cevabın olmayacak.Tıpkı, zamanında senin de herkese dediğin gibi. Kardeşimle birbirimize çok benzeriz zaten...

 Bu yaz 775 km'lik yolu gitmenin hiç bir anlamı olmayacak. Eskiden 775 km'lik yolun daha farklı anlamları vardı. Son 5 senede 180 derece değişti. Eskiden kaçıştı, şimdi dönüş. Fakat artık dönüş yolunun sonunda bıraktıklarını bulamıyorsun. Çünkü hiçbir zaman tam olarak dönmüyorsun. Hayat, bu ince çakallıklara da izin vermiyor. 

Salı, Haziran 5

Şov Değil İş





"Ben amblemi öperek taraftara hoş görünmeyi değil kendimi her maç tekrar tekrar kanıtlamayı seçiyorum. Bu yüzden de taraftarlar beni seviyor ve takdir ediyor galiba."

Böyle diyor Fabian Ernst, Serkan'a yaptığı röportajda. Bu sayede biraz daha saygımı kazanıyor. Ernst'i sevmeyen Beşiktaşlı yoktur. Oysa şov adamı değil. Kendini sevdirmek için küçük çakallıklar yapmıyor. Oysa bir çok topçunun bu yollara başvurması artık olağan... "Tribün cemaati bunları seviyor" derler. Doğru olabilir ama tribüne oynamayan topçu da eğer samimiyse benimsenir. Samimi olmak sanıldığından daha kolay oysa..

Röportajın satır başları için; laps

Pazartesi, Haziran 4

Tebdil-i Mekan



Ara sıra şehir dışına çıkmak gerekiyor. Şehrin dışına, başka bir şehre... Son 5 ayda çok çıktım ama uzun bir aradan sonra ilk defa başka bir şehirde uyandım. En son 2011 yılbaşıydı. 

Başka bir şehirde uyanmak güzel oluyor. Faydalı. Nerede olduğunu ve nereye doğru gittiğini düşünüyorsun. Bunun nesi faydalı bilmiyorum. Ama en sonunda bir haz duyuyorsun. O hazzı yakalamk güzel bir şey.

Derler ya; "İyi bir seyyah nereye gittiğini bilmeyendir, mükemmel bir seyyah ise nereden geldiğini bilmeyendir" Biz henüz iyi olanız. Nereye gittiğimizi bilmiyoruz ama nereden geldiğimiz hep akıllarda. Hafıza, mükemmel bir seyyah olmamızı hep engelleyecek. Olsun.

Ara sıra bunu yapmak lazım. Atlayıp bir yere gitmek. Bir gece kalmak. Farklı sokaklar, farklı insanlar, farklı tarzlar. Bilmediğin bir yerde nedensiz şekilde sana bir şeyler anımsatanlar...

O bilmediğin şehirden dönerken hissettiğin haz... Orası çok önemli. Mümkün olduğunca otobüsle dönmek lazım... Haz daha uzun sürsün. Bir de camdan bakarken bazı şeylerin geçtiğini, bazı şeyleri geçtiğini görmek lazım. O hazzı duyarken bu metafora ihtiyaç var.


Bridget Jones's Diary



Bu Ally McBeal tarzı işleri sevmem. Tamam zamanında lisede onu da izledik. Güzel ve olgun hatunlar (Lucy Liu, Portia de Rossi) sevişmek için fırsat kolluyor. Lisede okuyan bir erkeğin izleyebileceği dizi. Ama işte lise bitene kadar.

O yüzden bu saçma filmi daha önceden izlemedik. E peki niye izledim şimdi? Hasan kardeşimizin kutusundan çıktı. Kutudan daha önce de bahsetmiştim. Berbat bir kutu. O kadar berbat ki, bu film kutu standartlarının üstünde. Zaten sandığım kadar kötü de değilmiş. Komik sahneler falan var. Sıkılmadan izliyoruz.

Gerçi filmi izlediğim akşam Avni Aker'de Trabzon'a 4 atmıştık. Dünyanın en kötü filmi çıksa izlerdim.

Bu arada Rene Zellweger, gerçekten hiç güzel olmayan bir kadın, bir de ona 15 kilo aldırmak çok daha kötü olmuş.

Bu arada dünya üzerinde yapılmış en kusursuz işlere bile hata buşlan ekşi sözlük yazarları bu film hakkında kötü şeyler yazmamış. En ilginci buydu.

Pazar, Haziran 3

2009?



- Bu maçı izleyip 2009 final serisini hatırlamayan?

- Beşiktaş ilk yarıda bu sene izlediğim en iyi Beşiktaş'tı.

- Bütün sene küfür yiyen Vujacic final serisinde maç kazandırdı.

- Lafayette, 8 sayı, 9 ribaund, 5 asist.

- Arroyo'nun sarjı bitmiş...

- Uçan adam Bonsu

- Kerem Gönlüm rakip taraftar baskısına alışsın, seneye zorlu deplasmanlarımız var.

- Salı şampiyon belli olur mu?

- Efes artık şubeyi kapatsın.

- Bir an Efes'in 15 sayıdan geri gelip, 4-2 kazanacağını sandım ama o bir kere olur.

- Kerem Tunçeri 3 sayı, Gönlüm 20 sayı. Tunçeri'yi bir türlü ısınamama nedeni...

- Cenk Akyol kariyerini sakatlıyordu ama Hawkins kurtardı onu.

- Beşiktaş'ta Bonsu'yu veya Hawkins'i değil Mehmet ve Serhat'ı durudurmak lazım. O zaman X Factor çıkamıyor.

- İpekçi'deki 3.periyotlar...

Dövüşmezse İşe Yaramaz



Bir müslümanla bir ateist, Muhammed Ali'nin maçına gitmişler. Ali, maç başlamadan önce ringin köşesinde ayağa kalkıp eldivenli ellerini açarak dua etmiş. Ateist, yanındaki Müslüman'a sormuş:

- Ne yapıyor?

- Allah ile konuşuyor. Maçı kazanmasına yardım etmesini istiyor.

Öteki şaşırmış:

- İşe yarar mı dersin?

Bizimki şöyle demiş:

- Dövüşmezse hiçbir işe yaramaz

Cumartesi, Haziran 2

Duble Sezonu



- Olympiakos hem futbolda hem basketbolda şampiyon oldu.

- Basketbol takımı hem ligi hem Avrupa'yı aldı.

- "Son maç"a göre oldukça rahat bir maçtı.

- Panathinaikos iki kez gelmeye kalktı ama olmadı.

- Çok basit hata yapıldı, Obradovic fena çıldırdı.

- Yunanistan Ligi final serisini izlediğimiz için Ntv'ye teşekkürler.

- En çok basketbol topunu beğendim, benim bile oynayasım geldi.

- Olympiakos tribünleri bizle oynadıkları maçta ne kadar kötüydü. Önce Final Four'da, sonra seride coştular.

- 3.periyotta maçın en stresli anında alınan molada, Beyonce çalıp, dansçı kızların girmesi...

- Neyse ki tribün fena bastırdı.. Biz de olsa herkes durup kızları izlerdi.

- 15 senede 14 şampiyonluk. Bu sezon kaybetmek koymaz herhalde.

- Spanoulis

Cuma, Haziran 1

Fantastik Lig



Beşiktaş önce UEFA'dan yasak yedi. Sonrasında Eurolig geldi. Bu da demek oluyor ki Beşiktaş taraftarının basketbola ilgisini artacak.

Bence bu Beşiktaş ile sınırlı kalmayacak. UEFA'dan Türk futboluna toplu bir ceza gelebilir ( Ceza gelmese de tez sakatlanmaz). Ve Galatasaray'da ön elemeden veya wildcard'dan bir şekilde o havuza dahil olursa inanılmaz bir şey oluşacak.

3 büyüklerin futbol şubeleri Avrupa'dan men edilirken, tarihlerinde ilk defa beraber Eurolig oynayacaklar. 
Forumların klasiğidir. Fantazi Süper Lig kimlerden oluşsun? sorusu. Herkes tribünü sağlam takımları yazar. Göztepe, Karşıyaka, Sakarya, Kocaeli, Adana Demirspor gibi alt lig takımları bu muhabbetlerin olmazsa olmazıdır. En sonunda gerçek Süper Lig Bank Asya diye biter muhabbet.

Şimdi Eurolig de aynı durumda olabilir. Fantastik bir fantazi lig çakalım;

 Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray, Partizan, Panathinaikos, Olympiakos, AEK-Aris-PAOK'tan biri, - R.Madrid, Barcelona,... Başka?


Andric Giderken



Haberden saatler önce bir arkadaşıma Taksim'de  Andriç'i beğenmediğimi söylüyordum. Daha önce de çok söyledim bunu arkadaş muhabbetlerinde. Belki buraya da yazmışımdır. Ama beğenmemek, sevmemek değil. 

Gitmesini istediğin adamın gittiğini görünce üzüntü yaşıyorsun ister istemez. Taraftarlıkta var böyle şeyler.Sonuçta beraber geçen 2 sene var. Birinde TBL finali, diğerinde Eurolig maçları yaşamışsın. Hepsi güzel anılar. Luksa Andriç buralarda hep iyi anılacak.

İşi dramatize eden nedenlerden biri ise neden gittiğini tahmin edememek. Yerine daha iyisini mi alacağız, yoksa daha kötüsünü mü? Onun yerine yıldız oyuncu mu gelecek yoksa ucuz yabancı mı? Sonuçta Galatasaraylıyım. Amatör şubelerde her yenilenme yapılanma,  sonrasında gelen küçülmenin habercisidir. Bu sene TBL'de finali kaçırmak o yüzden düşündürücü. Acaba küçülme senesi bu sene mi?

Daha iyisi gelene kadar Andriç'in gidişi, üzüntü verici ve korkutucu. Akla gelen ilk isim ise Kerem Gönlüm.

Yine de her şeye rağmen teşekkürler. Özellikle Fenerbahçe maçlarında çok başka oynuyordu. O saçma perdelemeleri, hatalı yürümeleri ve hücum faulleri olmasa daha çok severdim. Yolu açık olsun.