Ufak tefek yazı yazıyoruz ya, okuduğumuz şeyleri genelde kendi yazdıklarımızla kıyaslamak refleks olmuş. Lisede kompozisyon dersinde öğretmenimden duyduğum "güzel yazıyorsun" dan bu yana aynı şeyler. Veya ara sıra bu bloga gelen yorumlar. İnsanın hoşuna giden şeyler. Bir de teşvik edici özelliği var.
Yine de yazmak için ısrarcı biri değilim. Çekinmemin nedeni, "söylenmemiş ne kaldı ki?" sorusuna cevap bulamamak.
Ondan sonra; bir kitap okuyorum. Genel olarak çok beğenilen bir kitap oluyor bu. Ve ardından pişman oluyorum: Bunu ben de yazardım. Ne kadar ukalaca. Yaşın ne başın ne. Bazen kıskançlık bile devreye giriyor; benim niye aklıma gelmedi böyle bir hikaye, bu cümleler. Bu daha normal bir dürtü aslında. Sonuç olarak her ikisinde de bana bir şevk ve hırs geliyor. Sonra da geçiyor.
Murat Menteş ve Korkma Ben Varım. Hiç öyle değil. Demin yazdıklarımı unutun. Bir kitap okuyorsun, ondan sonra "bu kadar iyi nasıl yazabilirim ki" diyorsun. Okurken muhteşem haz. Bittikten sonra heveskıranlık.
Bazı kitapların, bazı cümlelerini kalemle çizenler vardır. Bu alışkanlığa sahip olanlar bu kitabı okursa, çizilmedik sayfa, paragraf bırakmazlar. Zaten kitabın adı bile çizilebilir. Daha başlarken mıhlanıyorsun yerine. 400 küsür sayfa, bir sürü karakter. Cümleler, kelimeler. Kitap akıyor. Her cümleyi düşünüyorsun, tartıyorsun, derin anlamlar çıkarıyorsun, sonra arkasından gelen bir cümleyle her şey ters oluyor.
Bir 15 sayfa okuyorsun, düşünüyorsun, tartıyorsun, derin anlamlar çıkarıyorsun, sonra arkadan gelen bir 15 sayfayla her şey ters yüz oluyor.
Dublörün Dilemması'nı okuyanlar, genel olarak bu kitap için "gölgede kalmış" diyorlar. Bu gölgede kalan haliyse, acaba o nasıl? Bir açıdan da çok şanslıyım, Murat Menteş'in yazdığı ve henüz okumadığım cümleleri ve sayfaları var.
Murat Menteş'e, Emrah Serbes'e, İbrahim Tenekeci'ye daha çok zaman ayırmak lazım.... "Ama onlar..." Dağılın...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder