Pazar, Mart 27

Herkesin Tercih Ettiği Bir Ölüm



Japonya'dan Suriye'ye taşındığımızda on iki yaşındaydım. Arapça öğrenmemek için elimden geleni yaptım. Ama yine de sarmaşık gibi dilime dolandı. Arap'ı ve Bedevi'yi T. E. Lawrence'tan öğrenmiştim. Ve Arap yarımadasında var olabilmek için ya ibne ya da silah kaçakçısı olmak gerektiğini anladım. Ben ikisi de değildim. Ama adına çöl denilen, küreğin batmadığı denizde yaşayan insanların hiç de hak etmedikleri bir tarihleri vardı. Bir zamanlar dünyaya hükmeden esmer savaşçıların düştükleri durumu görünce zamanın ne kadar nankör olduğunu anladım. Geçmiş hiçbir şeydi. Kuma kendini gömüp yeniden Arap medeniyetinin hüküm süreceği günleri beklemek ve o gün gelene kadar birbirlerini öldürmek yapabilecekleri tek işti. Ben de onları seyrediyordum. On altı yaşıma kadar hep seyrettim zaten. Hep iyi bir izleyici oldum. On altımda bozuk Arapça, pokerde kazanılmış bir hançer ve bronz bir tenle Avrupa'ya geldim.

Eski kıta beni bekliyordu. Bir dejenere sürüsünden başka bir dejenere sürüsünün içine düşmüştüm. Burada silah kaçakçısı da yoktu. Hepsi ilk gruba dahildi. Ve daha yakınlaşmadan hiçbirine, nefret etmiştim hepsinden de. İki dünya savaşını da bu gerizekâlıların başlatmış olmasına hiç şaşırmamak gerekiyordu. Birbirlerinden o kadar korkuyorlardı ki aynı metroda beş yüz kişi yolculuk yaparken duyulan tek ses makine gürültüsüydü. Halkı aptal ama azınlıkları var olma çabası içinde yarı tanrılar yaratmış bir toplum. Bu yarı tanrılar bugün üstünde yaşadığımız dünyanın edebiyatını, müziğini, resmini, politikasını belirlemiş olanlardı. Ve ben onları sokakta göremiyordum. Kapalı kapılar arkasındaydı Avrupa'yı yönetenler. Halkın karşısına çıktıkları anda çiğ çiğ yeneceklerini bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür maskesini sadece birbirlerine gösteriyorlardı. Sömürmeye ve sömürülmeye hayatın amacı olarak bakan bu açık tenli ırk, belki de doğanın en büyük hatasıydı... Atom bombası oraya atılmalıymış. Deniz olmalıymış oralarda, balıklar bile daha iyi geçinirmiş birbirleriyle!

Ama bütün bunların ne önemi var? Entelektüel sapkınlıklarıyla ve dünyanın diğer bütün kıtalarına karşı hissettikleri korku ve nefret kokteyli duygularıyla, son olarak da yeryüzünün görüp görebileceği en salak turistleri olma unvanlarıyla Avrupa halkı kendini öldürmek ya da öldürtmek için bütün nedenlere sahiptir. Sosyal devlet dedikleri, bana kalırsa Gestapo düzeninden başka bir şey olmayan sistemleri, sokakta biri düştüğünde ambulans gelene kadar, yerde yatanın kendileri olmadığı için şükretmelerinden ibarettir. Arap hiçbir sakınca görmeden hiç tanımadığı, kendinden geçmiş yerde yatan bir adamı sırtlayıp en yakın hastaneye koştururken Avrupa insanı aynı adama, adını yeni öğrendiği bininci mikrobu kapmamak için bir metreden fazla yaklaşamaz bile. Çünkü Avrupalının altına yapacak kadar korkması için bir şeyin ismini bilmesi yeter, isimsiz canavarlar sadece Arap'ı korkutur. Herkesin kendine göre bir paranoyası var. iklimden, saç renklerinden, el parmaklan uzunluğundan ya da her neden kaynaklanıyorsa! Herkesin tercih ettiği bir ölüm var...

Her neyse, zaten üzerinde yaşadıkları çirkin kara parçasına sıkışmış, birbirini yiyen, Ortaçağ'dan beri gelen eş değiştirerek yaptıkları salon danslarından grup sekse kadar ahlak anlayışlarını değiştirmemiş Avrupalıları hayatımın geri kalan kısmında da çok iyi tanıma fırsatım oldu.



Kinyas ve Kayra

Cumartesi, Mart 26

Dondurmayı Hiç Beğenmedik



Bilmiyorum ya çok normal ya da kapatılmalıyız.

"Ulan Tolunay amma yaşlanmış yaaa" ya da "Bana doktor değil Hakan Kutlu'yu getirin" temalı yazılar yazmaya niyetleniyorum. Konuya giriş şeklim hep eskilerden. Birden kendimi nostalji yaparken buluyorum. Yine öyle oldu. Derbi-erteleme-dostluk-yarı yarıya oynansın- tarihi fırsat tarzı bir şeyler planlıyordum, yine bilinçaltımızı dipsiz bir kuyuda bulduk.

Ev telefonlarını aktif bir şekilde kullandığımız, ezberden numara çevirdiğimiz, telefonların 'acı acı' titrediği değil 'çaldığı' Altın Rehber'li yıllar...

'Medya' kelimesi yerine 'Basın' daha sık kullanılıyor, gazete adresleri 'Towers' değil 'Cağaloğlu/İstanbul' olarak diye geçiyor falan filan..

Basın emekçileri de "X kent, Z konakları, Y City"  gibi 20 yıl önce şehir dışı olan, şimdi ise Tem'e/3.köprüye/Hacıosman Metrosu'na 5 dakika mesafede olan, eski orman, yeni atın cinsel organına konmuş Kelebek Konutları'nda oturmuyorlardı.

Pazar günleri de berberlerin en kalabalık olduğu günlerdi. Pazartesi günleri saçlar 3 numara, pırıl pırıl okula gitmemiz gerekiyordu çünkü. Öztürk Pekin'in sesinin fon müziği oluşturduğu dükkana birden ünlü bir gazeteci girdi. Semte yakın olduğunu duyardık ama şehir efsanesi gibi gelirdi. Sırada bekleyenler vardı ama Herşey Güzel Çok Güzel Olacak filminde ki "Size sıra olur mu Tolga Bey" repliği misali tüm bebelerin sırası kaymıştı otomatikman. Hani bankada beklerken, o altın renkli kartla gelip 20938 sıra öne geçen değerli/hatırlı müşteriler gibi.

"Estağfurullah" diyip "Çocuklar traşını olsun, ödevleri vardır" gibilerinden bir mütevazı cümle kullandı. Amaç çok netti, biraz goygoy yapıp, halkın nabzını ölçmek. Büyük-küçük tansiyon misali.

Futbol muhabbeti başladı sonra, çocuğun yanında küfürlü konuşmalar falan. O zamanın küfürleri de yaratıcı ve daha az ana-avrat içeriyordu. organa koymak bugünkü gibi ünlem-şaşırma cümlesi haline gelmemişti.

Bir akil adam şunu sormuştu: "Hocam siz bu kadar büyük bir üstadsınız, kitaplarınız, yazılarınız, açık oturumlarda izliyoruz, böyle ortamlarda hiç umutsuzluğa düşmüyor musunuz?"

O gün verdiği cevabı düşüneyim diye mavi ekran verdi bilinçaltım. "Bizler de buradan besleniyoruz" gibilerinden bir sosyal mesaj vermişti.

İçinde ara ara benim de dahil olup, çıktığım bir güruh var. Trajedilerin, futbolun bu vahşi ve kör fanatik ortamının dağılması için önayak olacağına inanan romantikler.

"Derbi yarıya yarıya oynansın"
"Karışık oturulsun"
"İki takımda milli takım formasıyla çıksın"
"Son maçta boğazlarını kesme hareketi yapan iki oyuncu orta sahada çifte kurbanlar keserek helalleşsin, kavurması taraftara dağıtılsın"
"Maça sadece çocuklar alınsın"
"Maça sadece şehit çocukları alınsın"
"Maça sadece Suriyeli çocuklar alınsın"
"Maça sadece mülteciler alınsın"
....
....

Abarttım ama başlarda kulağa çok hoş geliyor. "Ulan harbi olur mu" falan diye gaza geliyor insan. 2 gün ya sadece 2 gün. Sonra yine eskiye dönüyoruz.

İnce görüyoruz , "Şuraya keşke şunun adını verseler", "Bugün şunun ölüm yıldönümü keşke zorlama pankartlar yerine O'na ithaf edilse bu maç ", "TFF 87.Dönem Saymanı için saygı duruşu" yerine "Merhum Tribün Liderleri" için saygı duruşları yapılsa... 

Dj Tiesto yerine Hakan Peker çalsa.  Gomez ile Kuntz yan yana fotoğraf çektirse..

"Kadıköy'e ineyim , Socrates'i de oradan alırım"lar minik şımarıklık kalıyor "Aziz Yıldırım maçı erteletmiş" tartışmaları yanında..




Görselde bulunan alıntıdan yola çıkıp bitirelim. Grange, imza için Erenköy D&R'a gelir Türkiye'de kitapları Top 10'da iken. Kurtlar Vadisi'nin ortalığı yıkıp geçtiği yıllar, "Kurtlar İmparatorluğu" kitabı yeni çıkmış. Arabadan biraz geride inmek ister. Hem atmosferi koklayacak hem de haftasonu kronik Cadde trafiğinden biraz kurtulacaktır. Yolda korsan kitap tezgahında kendi kitaplarını görür. Çok etkilenir. "Müthiş bir görüntü, sokaklarda bile kitap satılıyor, ne güzel okumayı seven bir toplum" der yayınevi yetkilisine.

Semt mini etek gibidir...(Emk.Alb. Ali Ferdison - Ethem Efendi Caddesi İstikrar Apt. Yöneticisi)


Yazan: Refet


Cuma, Mart 25

Sanki Ölmeyecekti



Şimdi tam bugünlerde Johan Cruyff güzellemeleri dolacak. O nedenle bu yazıyı da görünce "Of be kardeşim burada da mı'' demeniz normal. Açıkçası ben de olsam ben de öyle derdim. 

Benim aklıma gelen adamın futbolcu meziyetleri veya futbol fikirleri değil. Bu adamın ölüm haberini aldıktan saatler sonra beynimde oluşan düşünce çok daha farklıydı.

Ölüm, hepimizin bildiği tek gerçek. Ünlüler için ise iki gerçek. Bir bildiğimiz ölüm var, bir de bütün o üretimden ve tüketimden uzaklaştıkları dönem var. Michael Jackson, 25 Haziran 2009'dan çok daha önce ölmüştü benim için. Şarkılarını dinliyordum ama o playlist yılladır aynıydı. Şimdi de aynı. Aralarına yeni bir şey gelmiyordu. Hayatımda herhangi bir değişiklik olmadı onun ölümüyle. Jackson zaten çoktan ölmüştü. Mesela David Bowie ise daha büyük şok oldu. 

Cruyff için ik etapta şunu düşündüm: Bu adam zaten yıllardır top oynamıyor. Hocalık yapmıyor. Ara sıra konuşuyordu ama çok da ilham vermiyordu. Futbol içinde yavaş yavaş ölüyordu. Yok oluyordu.

Ama gerçek anlamda ölünce... İlk birkaç saatin sonrasında fark ettim ki; bu beklenmedik bir şeydi.

Bütün o sigara geyiklerine, düzensiz yaşama, sıska vücuduna rağmen Cruyff ölecek gibi değildi. Ölümsüz bir insan gibi duruyordu. Best'in öleceği kesindi, Maradona defalarca ölümden döndü. Gerd Müller ölmüş bile olabilir! Bazıları için Pele'nin beyin ölümü gerçekleşti zaten. Cruyff ise futbol sonlanmadan, bu oyun gezegende sona ermeden ölmez gibi duruyordu. Beckenbauer de öyle. Bu ikisi çok farklı yerde. Jackson'dan önce de müzik vardı. Mozart ölmüşken Jackson da ölecekti; ve tabi müzik de devam edecekti.

Cruyff var olduğu alanın, futbolun başlangıç noktalarından biriydi. Futbol dediğin neredeyse 100 yıllık bir şey. Bu adam da 69 yaşında. Evet; ölecekti ama sanki ''Futbolu ben yarattım, ben değiştirdim, ne zaman futbol sona  erer, ne zaman parti biter ben de o zaman ölürüm'' der gibiydi. Yukardaki foto gibi. Sahanın dışındaydı belki ama oyunu izliyordu. Yarattığı eserin ve evrenin her zaman takipçisiydi ve o sahnede olmasa bile son üflemeyi o yapacaktı. Bu paragrafın devamı şirk koşmaya kadar bile gidebilir!

İşin trajik tarafı; bizim bu algılarımız neden böyle? Nasıl böyle bir bulanıklığa sahip olduk? İzlemediğimiz bir adamdan bu kadar etkilenmemiz normal mi? Buralar futbolun konusu değil. O nedenle yazı burada sona erecek. Devamı için uzun uzun düşünmek gerek. 

Perşembe, Mart 24

Barcelona, nit d'estiu



Artık eskiye oranla daha az film izliyorum. Buraya da az yazıyorum. İkisinin bir ilgisi yok ama bir zaman sonra şu oluyor: 3 ay önce izlediğim film hakkında bir şey yazmaya karar verdiğimde filme dair çok bir şey hatırlamadığımı, buna rağmen filmi izlediğim günü daha net anımsadığımı fark ediyorum. Boyhood'da da aynısı olmuştu ve bazı arkadaşlar bu durumla dalga geçmişti.

Şimdi yine aynısı olacak. İnsanlar yılbaşına çok fazla değer veriyor. 31 Aralık, bir kutlama. Çünkü o gün insanlık için beraber olma gecesi. Haklılar da. "Kapitalizmin dayatması" veya "Müslüman kutlamaz'' ideolojilerinden uzağım. İnsan ölümüne yaklaştığı için, bir yılın sonunda da ayakta kaldığı için sevinebilir. Sevinmeli de.

Fakat bütün bu düşünceme rağmen, son dört yılbaşında da evde tek başıma oturup film izlemeyi tercih ettim. Bunun kendi açımdan -burada yazma istemediğim- manevi nedenleri de vardı ve bu nedenler her defasında sonuç verdi.

Sonuç olarak; insanların gruplar halinde evlerinde veya sokaklarda olduğu bir günde; aynı anda hem lapa lapa kar yağarken hem de havai fişekler patlarken ben bir yaz günü Barselona'da geçen, üstelik IMDB puanı 6.2 olan bir film izledim.

Puana karşı değilim çünkü çok güzel bir film değil. Puanı o kadar olurdu zaten. Ama yine de o anda, öyle bir günde izleyince insanın kafası karışıyor. Aslında bir açıdan yıllar önce izlediğim Gente di Roma adlı filme izliyor. Film değil bunlar, şehir belgeseli sanki. Bazı şehirler bunları hak ediyor. Gente di Roma çok daha iyiydi o ayrı...

Günün sonunda, gecenin sonunda, hatta yılın sonunda içimize biraz olsun sıcak iklime gitme isteği geldiyse o da yeter. Belki de daha kutlayacağımız bir sürü yılbaşı vardır ve hepsini aynı yerde aynı şekilde kutlamamıza gerek yoktur.

Cuma, Mart 18

Umutlarım Bulutlanır....



Her hayatın bir "lale devri" vardır ya. Bizim neslin de işte bu 90'lar denen meretin son yarısı falandır herhalde. Aslına bakarsan gündem bugünkü ile aynıydı. Yine bok yoluna gitmeler vardı, yine saçma sapan kısır tartışmalar. O günlerin sıcaklığı ise komşuya giden tabakların kısırla dolarak gelmesi gibi basit ve küçük detaylarda gizliydi. Bir Karadenizli şairin dediği gibi; "Bu senede şampiyonluğa oynuyoruz , değişen bir şey yok"

O zamanlar bir Akdeniz esintisi esmişti üzerimize. Yaşar, Bora Öztoprak, Ege, Onur Mete, Ümit Sayın, Ayna, Athena, Soner Arıca... O dönem peşinden gittiğimiz, kasetlerini aldığımız, şarkılarını ezbere bildiğimiz adamların şu an "ya sahi bi X vardı , ne oldu ona" deyip İlhan İrem ile birlikte satış listelerine konmasını görmek "bir yılı opsiyonlu olarak boş mukaveleye imza atarak yaşlandığını kabul etti" tadında.

Bir siyah beyaz resim , bir anektodun içinde buldum kendimi. Kendi geç kalmışlığımı gördüm. Kanayan yaralar birden "tuzum, tuzum, tuzum" diye kontraya girdi bilinçaltında bulunan 100 kişilik tribünden. Kendisine ayrılan yeri dolduran, tek ses-tek pankart-tek renk. Plakası 90 küsür olduğu için "61.dakika showu" yapamayan yeni iller gibiydik hep. Bizim için iller 67'de kalmıştı zaten.

Bir siyah beyaz resim, bir anektodun içinde buldum kendimi. Biz hep sevdiklerimize uzaktan baktık. Sevdiğimiz kızlara diyemedik, sevdiğimiz takımlara güvenip 3-0 iken uyuduk 3-3 sabahlarına uyandık. Sergen'i sevdik gitti, Tümer'i sevdik gitti, Feyyaz soğanımızı çaldı. Altan-Nuri Çamlı kardeşler gibi keyifli bir "beyaz toros" yolculuğunda kasetler koyduk kasetçalara "güzel söylüyor çocuk" dedik, ya karbeyaz bir ölümde kaybettik, ya da şarkılarla geçtiler aramızdan.

Bir siyah beyaz resim, bir anektodun içinde buldum kendimi. "Baboli ile Pazar Keyfi..." diye paylaşımlar yapamadık biz hiç. Hep içten sevdik. Tıpkı ben işte. Ben futbolcu olsam, otelde kalsam. Kesin böyle bir resim çektirirdim. Otel odasından "baba arıyor" telefon ekranını hemen cevaplayıp "geldim geldim indim şimdi lobiye" deyip inerdim. O da maçtan sonra "gideyim ben şimdi kalabalık olur" diye giderdi. 

Bir anektodun içinde buldum kendimi. "Bu benim oğlum" diye gaz vermediler mi yıllarca etrafta. "Zehir, bilgisayar mühendisi, böyle bilgisayarda neler neler yapıyor" diye anlatılmadık mı dost sohbetlerinde. 'Öğretmen İstanbul Valisi'ni sormuş , tek bizimki bilmiş' Oysa it gibi korkardım Hayri Kozakçıoğlu'ndan. Bilinçaltımızı zedeleyen figürlerdendi. Bilmemiz ondan.


"Ölümlere alıştık , alıştırıldık" deniyor şimdi.  Oysa alışamadık. Sudan çıkmış balık gibiyiz. Aklıma hâlâ gittiğim bir maçtan (eskiden maçlara da gidiyormuşuz) bir kare geliyor. Sesli ve altyazılı ve 5+1 surround oynuyor kafamda. Bir Beşiktaş-Trabzonspor maçı. Hami Mandıralı hafta içi babasını kaybettiği için tribüne çağrılır ve "seninle üzüldük başın sağolsun" diye bağrılır. 

Çoğu zaman sorgularken buluyorum kendimi , neden eskisi kadar ilgim yok futbola diye. Sahadaki topçular bizden büyük, bizden kat kat zengin. Ha; bir de hayatta daha önemli şeyler var. Ölüm gibi.

Sevip de söyleyemediklerimiz, sevip de gösteremediklerimiz birer birer yağmura ve buluta karışıyor. Bir gün elbet Maçka'da buluşacağız yağmur ve bulut ama..Oralarda çocuklar ve babaları da görüşebilecek mi acaba. O kadar kalabalıkta. Bizim ki umut işte. Mahşerde buluşmak. Binlerce bulut. Bundan sonra senin adın Kemal Bulut olsun karışmasın diğer umut bulutlarıyla, kolay kavuşulsun.


Perşembe, Mart 17

Medeniyet Kavgası



Bilginin hızla yayılması, olanın çok çabuk bir şekilde sınırları aşıp evrenselleşmesi iyi bir şey mi? Bazı toplumlar için olabilir. Bizim için değil. Buralarda olayın kendisini öğrenmek, yorumlamak, bir şeyler çıkarmak pek önemli değil. Aslolan ait olunan kimlik üzerinden taraf tutmak. PSV taraftarlarının Madrid'de yaptıkları gibi..

Olayın savunulacak hiçbir tarafı yok. Savunmak bir yana, tepki koymak gerekiyor. Ama bunun da bir piramidi var. Küçümsenen medeniyet bu refleksi gösteriyor. Önce Madrid halkı ayaklanıyor zaten. Sonra Madrid polisi. Ardından Madrid valisi. PSV kulübü, taraftar dernekleri. Belki bunun yaptırımları da olacak. Bunlar medeniyet tartışmalarına girenlerin atladığı bir şey; medeniyet tam olarak bu.

Batı hayranlığı başka bir durum. İnsan hakkının yasalarla korunmaya sağlanması, bir adalet mekanizması geliştirmek ve bunu örnek almaya çalışmak bambaşka. Bu olay Türkiye'de olmaz diyebilme cesaretine sahip olmanın iki ihtimali var. Bunu dile getiren ya ülkeyi bilmiyordur ya da karşısındakini salak yerine koyuyordur. Hepimiz ergenlik döneminde derbiler öncesi bedava biletler için koşturduk. Koşturanlar öz be öz bu toprakların çocuklarıydı. Siyasi partilerin yardımlarında yaşanan manzaralar ortada. 

İnsan her yerde insan. Aynı zayıflıklar, kötü niyetler her toplumda var. Önemli olan kurumların, toplumun ve yasaların bu olaylara ne kadar izin verdiği, nasıl cezalandırdığı.

Avrupa devletlerinin emperyalist olması, kurdukları medeniyetin sahip olduğu zenginliğin katliamlarla kıtaya akması bir başka konu. Fakat yakın geçmişe kadar iki kanlı savaş geçirmiş, hakları için mücadele etmiş, kavramları ortaya çıkarmış bir halkın; vergi verdikleri devletlerle aralarındaki ilişki bambaşka bir pencere. Devletin tebaası olmayı tercih edenlerle, devleti kendi haklarına göre şekillendirmeye çalışanlar; medeniyet çatışmasına girmemeli.

Bunu niye konuşuyoruz ondan da emin değilim. Bu derin analizlere nasıl geldik? Madrid'in en ünlü meydanında yaşanan bir olayın bu ülke gündemine çatışma oluşturacak kadar girmesi biraz acayip değil mi? Cumhurbaşkanının bu konuyla ilgili konuşma yapması, buradan çıkarım yapması... Bir üst paragrafı aynı konuşmada, ben gidersem devlet yıkılır mealindeki cümleleri daha net açıklıyor. Medeniyetler arasındaki farkları az çok anlamamıza neden oluyor.

İspanyol sivil toplum kuruluşları, PSV taraftarına savcılığın soruşturma açması için baskı yaparken; burada cinsel istismar davasına yayın yasağı getirildi. Medeniyet suç yarıştırmakla belirlenmiyor. Suçu, haksızlığın, adaletsizliğin üzerine korkmadan gitmekle, caydırıcı cezalar üretmekle, sağlam bir toplum için gerekli eğitim sistemi oluşturmakla güçleniyor.

Dünyanın her yerinde siyahilere muz gösteriyorlar. Bazıları bunu kınar, cezalandırır, bazıları 'midem ağrıyordu' diyerek üstünü örter.

Buraların tadı kaçıyor. İnsan doğduğu yerden gitmek istiyorsa, başka alternatifler arıyorsa bireysel huzuru yerinde değildir. Demek ki tarihsel birikimle gelen, ataların kurduğu o şanlı medeniyet huzur veren bir düzen sağlayamamıştır. Madrid'deki olayda aşağılananlar, Erdoğan'ın dediği gibi mülteciler değil; Balkanlardan gelen dilenciler. Ama farketmez; velev ki mülteciler... Sonuçta son yıllarda Avrupa'ya giden mülteciler çoğunlukta, somut bir gerçek. 

Yanımızdaki yangından çıkıp kendilerine yer arayan mültecilere sorsak (ki çoğu hala bizimle beraber), tercih hakkı versek hangi medeniyeti seçerler sizce? Sanırım buradaki sahillerden bindikleri botların yönü doğru cevabı gösteriyor. İnsanların ölümü göze alarak gittikleri yerde kusursuz bir medeniyet olmayabilir. O zaman daha da kötü. Demek ki oldukları yerde ölümü göze aldıkları kaçtıkları bir medeniyet(!) var demektir.

Salı, Mart 15

Yedeği Daha İyiydi



Fernandao, Süper Lig kariyerinde ilk kez penaltı kaçırdı. Bu onun için oldukça önemli. Çünkü onu Fenerbahçe'ye taşıyan, attığı penaltılar oldu!

Kesinlikle kötü bir forvet değil. Faydalı, golünü de atan, iyi bir oyuncu. Bursaspor için iyi. Fenerbahçe için? Aslında böyle bir sezonda bunu tartışmak da yersiz. İki santrforla mücadele eden bir takımdan bahsediyoruz. Fernandao ise Van Persie ile rekabet halinde. Ne desek ayıp olur. Saygı duymak lazım çabasına. Fakat en başa dönmek lazım. 28 yaşında Fenerbahçe'ye transfer olan bu Brezilyalı neden bu kadar gözde oldu.

Ülke futbolunda her şey haberlerle, fısıltılarla yürüyor, büyüyor. Sol açık Tarık Çamdal'ın bir anda aranan sağ bek olmasının nedeni de buydu. Fernandao, Bursaspor'da gol attıkça değeri arttı. Zaten normali de buydu. Fakat 'süper forvet' attığı gollerin bir kısmını penaltıdan kaydetmişti. İlk penaltısını kaçırınca akla o günler geldi. Yazının başında Bakambu fotoğrafı olmasının da sebebi bu.

Fernandao 22 golle gol kralı olurken, gollerin 6'sını penaltıdan kaydetmişti. 22 gol onu göz önüne çıkardı, 6 gol dikkate alınmadı. Bakambu ise 'yedek forvet' gibi kaldı. Türkiye'de dikkate alınmadı. Fernandao, 2840 dakikada 22 gol kaydetti. Penaltıları çıkarınca 16'ya düştü. Bakambu penaltısız 13 gol attı. 1844 dakika oynadı. Üstelik kupa maçlarında Fernandao'dan üç gol fazla atarak sezon genelinde o açığı da kapamış oldu.

Fakat Fernandao, Galatasaray ile Fenerbahçe arasında ufak çaplı  bir savaşa neden olurken, manşetlerden düşmezken, Bakambu sessiz sedasız Villarreal'a gitti. Sessiz sedasız ama 7.5 milyona gitti, Fernandao ise 5 milyon.

Bu yazının ana fikri 'Penaltı kaçıran Fernandao'nun yetersizliği' değil. Fakat, onun değerinin yükselmesine neden olan penaltılardan biri kaçarken Bakambu La Liga'da esmeye devam ediyordu. İlginç bir tesadüf oldu. Leverkusen'e iki gol attı, döndü Sevilla deplasmanında da iki tane attı. La Liga'daki ilk sezonunda gol sayısı 10'a yükseldi. Tüm sezon resmi maçlarda 17... Oyuna bakışın, daha doğrusu Anadolu'ya bakışın sadece rakamlar üzerinde kalmasının sonucu.

Pazar, Mart 13

Felix et Meira



Az sayıda izlediğim Kanada filmlerinin hepsini sevmiştim ama buna ısınamadım. Katı din kuralları içinde yaşayan bir kadının hikayesini anlatıyor. Bir de Felix var tabi ama en önemli karakter -bence Meira-.. Meira'nın yaşadığı buhranı, darlanmayı, kapanmayı hissettirmek için kullanılan teknikler var. Senaryo da buna uygun olarak yavaş ilerliyor. Hızı seven biri değilim ama bazen, bu filmlerde izleyici olarak benim biraz rahatsız olmam bekleniyor ama benim tam tersine uykum geliyor. Genel olarak tavsiye etmeyeceğim, çok zorda kalmadıkça (yani "illa film izlemem lazım ve elimde bu var" demedikçe) izlemenize gerek yok sanki. Büyük bir sorumluluk bu da... IMDB puanı 6.6'ymış gerçi, sorumluluğu onlara da atabilirim.

Neyse ki Hadas Yaron güzel... Aslında çok güzel de değil ama izlettiriyor. Henüz 1990'lıymış; gerçi o da 26 eder. 

Cumartesi, Mart 12

Ekranda "Ptt"



Bazı sektörler kendini inanılmaz bir şekilde yeniliyor ve bu yenileme nasıl hızlı gerçekleşiyor ben hayret ediyorum. "Mahalle maçı kurallarının Edirne'den Kars'a aynı olması" gibi bir şey. Biri bir şey çıkardı mı ülkenin her yerinde aynı taklitler, aynı asıllar, aynı suretler, aynı torna tezgahları... "Örnek ver lan it" sözü kulağımı çınlata dursun ağızdaki baklayı çıkarıyorum. Restauranlar, cafeler, dönerciler, köfteciler... Fast-food kültürü hayatımıza girdi gireli hepsi kabuk değiştirir oldu. Peçetelikler Ikea'dan, ekranlar plazma, garsonların sol memesinin altındaki isimler, kağıttan Amerikan servisleri, organik tatlar, İngilizce harf oyunlu konulmuş mekan isimleri...

Bu plazmalarda genelde dönen müzik kanalları... Eurosport, Lig Tv, D-Smart, yanan şömine (kışlık), deniz-derya-dalgalar (yazlık)...

Semtte açılan yeni bir pideci var. Renkler konsept. Yeşil-beyaz. Giresunspor'a gönderme. Plazmalar şık, lüküs. Döşeme ahşap. "Görele'de bir kır evi" tadında sanki. 

Since 1997 demişler ama ben since 1990'dan beri semtteyim, burada böyle bir mekan hiç olmadı o da ayrı bir sinsilik.

Mekanda açık duran plazmada oynayan, genelde mekanın bilinçaltını yansıtmıştır benim için. Yükünü almış mekanda şekil yapacağım diye Eurosport'tan kriket açan işletmeciye ne demeli?

Sahi bu mekanlarda kumanda kimde durur? En kıdemli şef garsonda mı askerlik hesabı ya da kasada duran dayıda mı? Veya kapıda karşılama yapan selamınaleykümcü kız da mı? (greeter)

Bu mekan genelde PTT 1.Lig maçlarını açıyor hafta sonları. Herkes sevip beklediğinden, ilgi gösterdiğinden değil.

Sadece Lig Tv - DSmart alamadıklarından ( Katarlılar aldı deniyor, hele bi ligler başlasın da, elimizde kalmasın dekoder; Teleon gibi)...

Haber kanalı açmadıklarından (Siyasete bulaşılmaz, dakika başı açılış-grup toplantısı oluyor millet birbirine girer)

Müzik kanalı açmadıklarından ("Biranın yanına ne alalım, cips ya seç işte bir şey farketmez" dendikten sonra Tekel önünde yaşanan binbir türlü tilki dolaşmaları gibi tilki dolaşır kafada. Yabancı açsan cıbıl hatun çıkar, Türkçe açsan "aa arabesk çalıyor" derler)

Belgesel açamadıklarından (Yeri geliyo sümüklü böcek çıkıyor, fare çıkıyor, sevişen aslan falan müşteriye karşı ayıp)

Kimsenin de izlediği yok ama en azından orada gürültülü bir temaşa var, alttan bantlar geçiyor (Sistem oynayanlara Levante:1 Getafe:1 gibi önemli bilgiler)

Ne biliyim köşede saat var, son dakika haberi oldu mu kırmızı olarak çıkıyor alttan falan...

90'lara dilenmekte haklı olduğumuz yine tescilleniyor. Cem Uzan'lar, Ahmet San'lar, Erol Köse'ler bu konuya bir çare bulurdu. Ritz Carlton'un tepesinden kamera koyup, İnönü'den beleş maç izleten, o günlerin "link var mı" kafasını yaşatan Kent Tv diye bir kanal vardı.

Devreye yine futbol giriyor tabi. Herkesi kucaklıyor. Sanat var, bale var, opera var, müzik var, estetik var, Kral Tv var, Funda Arar klibi var, hem de aynı anda.

"Ya nereye gitsek , böyle salaş bir yer olsun"  diye başlayan hafif plaza samimiyetsizliği içeren diyaloglarımıza kulak verin. Lüks olsun ama samimi de olsun.

Stad Dj'ine "Yak geli aç abi, 'şu yalan dünyada'dan sonra sesi kıs" deme pratikliği, genç çotanaklığı.



Yazan: Refet

Cuma, Mart 11

Kayıp Yılların Mirası



Bu blog en çok içerik ürettiği zamanlarda sene 2009, 2010'du. Harry Kewell Galatasaray'daydı. Galatasaray çok iyi top oynuyor, en azından yüksek potansiyelini gösteriyor ama en sonunda hedeflerine ulaşamıyordu. Bunun nedeni olarak yerli ve yabancı oyuncular arasındaki çatışma görülüyordu. Biz de öyle gördük. Olayların içinde değildik ama dışında da sayılmazdık. Tribündeydik ve verilmeyen her pasa bir alt metin arıyorduk. Gol sevinçlerinden anlam çıkarıyorduk ki şimdi dönüp bakında çok da haksız olmadığımızı anlıyoruz.

Harry Kewell, Socrates'e verdiği röportajda o günleri anlatıyor. Soru çok net; yerli ve yabancı oyuncular arasında gruplaşma var mıydı? Kewell, birçok futbolcunun sığındığı kaçamaktan güç almadı, "Biz çok iyi arkadaştık, sadece yenildik" vs. gibi cevapları kullanmadı. Hiçbir arkadaşının ismini de vermedi ve varolan bir sorunu kişilerden bağımsız kalarak analiz ettiğini gösterdi:

"Problem , yerli oyuncuların çoğunun bir sezon olsun  yurt dışında forma giymemiş olması. Başka bir ülkede oynamanın getirdiği tecrübeye sahip değiller. Ben de yurt dışına ilk gittiğimde çok zorlandım ama alışmam gerektiğini biliyordum. Avrupa'da her şeyin bir düzeni var, Türkiye'de ise işler farklı yürüyor. Avrupa'dan gelen oyuncular üst seviyelere ulaşmak için neler yapılması gerektiğinin daha çok farkında. En iyi ligler arasında Premier Lig'i, Serie A'yı, Bundesliga'yı, La Liga'yı sayabilirsiniz ve bu liglerde oynayan oyuncular belli bir standarda sahiptir. Ama saygısızlık olarak algılamayın, diğerleri bu açıdan biraz daha rahat olabiliyor. Biz Türkiye'deyken kendimizi zorluyorduk ve kariyerlerinin tamamını orada geçiren tecrübeli yerli futbolcular bundan hoşnut değildi. Genç oyuncular ise benimle çalışmayı, neler yaptığımı görmeyi çok seviyordu. Futbolda egoların ne kadar yüksek olduğunu biliyorsunuz, bazen anlaşmazlıklar yaşanabiliyor. Yabancıların fazladan çalıştığını gören bazı yerli oyuncular o ekstra çalışmayı yapmak istemezken bazıları size katılabiliyor. Bunun basit bir farklılık olarak görüyorum. Biraz da profesyonellik seviyesiyle ilgilidir belki."

Bu Galatasaray için önemli bir paranoya ve depresyondur. Öyle ki taraftar refleksi hâlâ bundan kurtulamadı. Nasıl ki ülke genelinde, ''Dış mihrakların bize oynadığı oyunlar'' Kurtuluş Savaşı'ndan beri yaşanan sorunların tek gerçek nedeni olarak görülüyorsa, Galatasaray'da da yaşanan her şey dönüp dolaşıp bir zamanlar çok güçlü olan yerli hanedanlığına bağlanıyor. Yıllar önce büyük hezeyanlarla gruplaşmanın yıkılması gerektiğini savunan ben ise şimdilerde durumun öyle olmadığını varsayıyorum. İşin daha da ilginci belki de kritik bir eşik seviyesine kadar yerli futbolcuların takıma hakim olması gerektiğini savunuyorum. Tüm bunların yanında olaylara hakim de değilim. Tribünde yokum. Bloga da pek yazmıyorum. Ben değiştim, dünya değişti, seneler değişti. Tahminim Galatasaray da değişmiştir.


Perşembe, Mart 10

Ülke Rekabeti



İngiltere'de gerçek bir ezeli rekabet için Liverpool ile Manchester United arasındaki tarihe bakmak gerekiyor. Evet aynı şehrin takımı değiller. Belki bu açıdan derbi diyemeyiz, olsun. Ama birbirlerini iyi olmaya zorlayan bir rekabetten bahsediyorsak bu iki kulüp bunun en iyi örneği.

Unutulmaz kahramanlar, tüyler ürperten atmosferler, şampiyonluklar, kupalar... Ne Arsenal ile Tottenham da, ne de West Ham ile Milwall arasında aynıları var. Birinde ya tutku az, ya da kupa...

Bu gece Avrupa'da ilk kez karşılaşacak olmaları heyecan verici ama bir o kadar da şaşırtıcı. Avrupa'ya çok defa çıkmış iki takımın yollarının ilk kez kesişmesi enteresan. Üstelik hiçbir zaman bir "Real-Barca finali olsun" çalışması gibi ayrı yollardan da yürümediler. 

Daha kötüsü oldu. Biri iyiyken diğeri kötüydü. Biri Şampiyonlar Ligi'nde müdavimken diğeri Avrupa'ya çıkamıyordu. Şimdi ikisi de aynı yolda. 

1994'teki maç güzel bir örnek. 3-0'dan 3-3'e dönmek iki takımın tarihi için uygun bir metafor. United'ın şampiyonluk sayısında Liverpool'u yakalaması gibi, Liverpool'ın İstanbul'da 3-0'dan dönmesi gibi...

Maçın 12 dakikalık özeti, İngiliz futbolunun kısa tarihi. Dolu bir Kop var mesela. Maçın kahramanı; Brian Clough'un oğlu Nigel. Cantona Fransız usulü katıyor sahaya (yakalar inik). Giggs'in boş kaleye kaçırdığı bir golü çok fazla göremezsiniz; burada var. Souness, Galatasaray'ın öncesinde, Ferguson Sami Yen'in hemen sonrasında (sene 1994 Ocak), Schmeichel'in muhteşem kurtarışinı 100 metre uzaktan alkışlayan 36 yaşındaki Bruce Grobbelaar

Çarşamba, Mart 9

Boyhood



Gündüz vakti film izleme alışkanlığım hiç yok. Üstelik hafta sonu; pek görülmüş şey değil. Bir cumartesi günü öğleden sonrası Boyhood'u izlemeye karar vermem benim açımdan oldukça radikaldi. Film hakkında duyduklarım, onu izlemem için biraz daha aceleci davranmama neden oldu. Öğleden sonra demiştim ama dışardaki hava geceyi aratmayacak kadar karanlıktı. Karanlıkta; sokağa çıkmayı engelleyen yağmurun da payı vardı. Sanırım milli maç arasıydı ve televizyonda o saatte izlenecek maç da yoktu. 30 yaşımı doldurmayı bekliyordum, sokağa çıkmamı sağlayacak herhangi bir şey/kişi yoktu ve evde yalnızdım.

İzleyebileceğim herhangi bir film beni derinden etkileyebilirdi. Zaten o öğleden sonra biraz etkilenmek de istiyordum. Ama Boyhood'u okuyunca beklediğim etkiye kapılamadım. Fiili de yanlış yazmadım. Tamam, İngilizce'min çok iyi olmaması benim eksikliğim ama çok iyi olsaydı bile filmleri altyazılı izlemeyi tercih ederdim. Yani her halükarda bu filmi okumak zorunda kalacaktım. Bu kadar çok replik gerekli mi? Linklater'in özelliği bu, karşı çıkmaya gerek yok ama bir yerden sonra artık filmi takip etmek zora giriyor. Bu ürünü değersizleştiriyor mu? Hayır; ama izlenen şey de bir sinemadan çok bir kitaba benziyor.

Yine de asıl sorun bu değil. Diyaloglarla dolu Before Sunrise'ı hangimiz sevmedik ki? Ama o film 1995'te çekilmişti, karakterler 20'li yaşlarının başındaydı ve biz de ilk izlediğimizde 20'nin civarlarında geziniyorduk. İlham vericiydi, heyecan vericiydi, coşku doluydu.

30 yaşında evde yalnız otururken, bir çocuğun 6-17 yaş arası kaygılarını izlemek aynı etkiyi veremezdi. Vermedi de. Hiçbir sinemacı da tek bir izleyecinin şartlarına uygun bir film çekmek zorunda değil. Her izleyici de her 'iyi' film ile temas yakalamak zorunda değil. Bu filmi Before Sunrise'ı izlediğim yaşlarda izlemiş olsaydım; hatta ikisini arka arkaya izlemiş olsaydım çok farklı olurdu. Bazı filmler böyledir. Mesela Billy Elliot'u vizyona ilk girdiğinde izleseydim çok daha iyi olurdu benim için. Ben Billy Elliot'u fırtınalı ve değişikliklerle dolu 14 senenin ardından izlemeyi tercih ettim. Kaçırılmış bir fırsatmış. Boyhood'da da benzer bir geç kalmışlık var ama bu sefer geç kalan ben değil; filmi tamamlamak için 12 sene bekleyen Linklater.

Birçok yerde ''Filmin olayı 12 senede çekilmesi'' gibi cümleler duydum. Bir kesim bunu övgü olarak, bir kesim de küçümseme maksatlı kullandı. Gerçekten bu tip bilgiler çok mu önemli? IMDB'nin trivia'sından bilgiler bulup Ekşi Sözlük'e yapıştırmayı kültürel birikim sanan bir nesil bu tip tartışmalara takılmayı çok seviyor. Açıkçası filmi izlerken; filmin 12 senede çekilmiş olması ilginç ayrıntıların oluşmasına neden olması dışında beni çok etkilemedi. Bir dönem hayran hayran izlediğimiz Ethan Hawke'ın her sene yaşlandığını görmek biraz daha üzdü sadece. Gençlerin büyümesini görmek, fiziksel değişimlerini yakalamak da ergenlik yaşayan her insan gibi hafif tebessüm ettirdi. Linklater riskli bir şey denemiş ama denediği şey onu yarı yolda bırakmamış. Filmin düşük seviyedeki akıcılığına da pozitif katkısı olmuş. Bunda daha fazlasını dile getirmek, hatta filmin ilk etiketi olarak sunmak çok gereksiz kalıyor.

Filmin kahramnı Mason Jr; o da kendi dünyasında zor bir hayat yaşıyor ama üç saate yakın bir sürede ancak 18'e geliyor. Ben film bittiğinde hala 30 yaş civarındaydım. Başrolle ortak noktada buluşamadık. Neyseki annesi ile babası vardı. Filmde biraz olsun içimi kıpırdatan bir şeyler varsa o da anne ve babaların sahneleriydi. Daha doğrusu replikleri... Bu açıdan filmin son 10 dakikası oldukça doyurucuydu. Bundan sonrası Spoiler içerir diyebilirim ama spoiler duymanın filme çok etkisi olmayacak zaten.

Mason ve Mason Jr'ın; eski dostları Jimmy'i dinlemeye geldikleri barda konuştukları sahne çok özel. Güzel bir metafor da var aslında. Dünyaya aynı yerden ama farklı noktalardan bakan iki göz. Mason'un hayat tecrübesini, kendi geçmişiyle hesaplaşarak oğluna anlatması güzeldi. Sahnenin en sonundaki diyalog da...

- Bütün bu her şeyin ne anlamı var?
+Ne bileyim lan ben.... Kimse sebebini bilmiyor, hepimiz doğaçlama yapıyoruz.

Ve ardından elinde gitarıyla Jimmy seslenir; "Sıradaki şarkı şuradaki genç adam için geliyor. Onu ilk gördüğümde kücücük bir çocuktu. Şimdi ise liseden mezun oılup kendimi yaşlı hissetmemi sağladı"

Filmi anlatabilecek en iyi kısa özetlerden biri. Biz Mason Jr'ı ilk olarak 150 dakika önce görmüştük ama yine de tam o anda yaşlanmaya başladığımızı hissetmiştim. Öldürücü darbe ise anneden geldi. True Romance (1993) yıllarında hasta olduğumuz Patricia Arquertte'nin güzel bir kadından şişman bir yaşlıya dönüşmesini görmek yeterince yorucuydu. Filmin son kısmında ise sazı eline alır. Önce çocuklarıyla yemek yediği bir restoranda, yıllar önce üniversiteye gitmesine ön ayak olduğu tesisatçının restoran müdürü olduğunu görür. Ve sonrasında oğlunu üniversiteye yollayan annenin sinir krizi gelir.

Ne düşünüyorum biliyor musun? Hayatım da öylece gidecekmiş gibi. Bunlar önemli anlar... Evlenmek, çocuk sahibi olmak, boşanmak; disleksi olduğunu sandığımız zaman, sana bisiklete binmeyi öğrettiğim zaman... Tekrar boşanmak, yüksek lisansımı almam, sonunda istediğim işe sahip olmak... Samantha'yı üniversiteye yollamak, seni üniversiteye yollamak. Sıradaki ne biliyor musun? Benim sikik cenazem... Sadece daha fazlası olur diye düşünmüştüm.

Sahne orada biter. Arquette'i bir daha görmeyeceğiz. Ardından ABD'yi simgeleyen uzun bir otoyol ve en iyi kadın oyuncu oscarı...

Film kötü değil. İyi. Ama bizim yaş grubu bu filmin baş rolünde değil. Son sahnede de yok. Sadece uzun yıllar sonra sinir krizi geçireceğimiz bir ana hazırlıyor.

Perşembe, Mart 3

Birlikten Kuvvet Doğar



İngiltere'de pankartlar az ama olunca da iyisi çıkıyor.

Çarşamba, Mart 2

Dünyamız Bu Kadar!



"Arkadaş, bir oyuncu düşünün! Adam PTT 1.Lig'e gitmek istiyor. Dünyası bu kadar. Televizyonda Süper Lig maçı var, PTT 1.Lig maçı kadrolarına bakıyor..."

Ümit Özat, 2-0 biten Mersin İdman Yurdu - Konyaspor maçı sonrasında basın toplantısında dedi bunları...

Bu genelde ortaokul-lise dönemlerinde olurdu. Biri bir bok yerdi, hoca genel bir fırça konuşması yapardı. "Ulan ben yoktum orada ama bana diyor galiba" diye ufakta olsa korkardık yine. Kim bu futbolcu bilinmez ama bir an üzerime alındım sanki.

Herkes Real-Atletico'yu izlerken  "PTT'de sponsorların ne firması olduklarına bakarken" birden Ümit Özat'ın sözleri çalındı kulağıma.

Semtte bir pideci açıldı. Son modaya uydu o da. Menü - konsept - plazma - 4440444'lü paket servis numarası - kolonyalı mendil logolu - tuvaleti sensörlü/oturmalı. Geçerken göz ucuyla baktım Karşıyaka-Gaziantep BBSK maçını açmışlar .Kimsenin ilgilendiği yoktu. Yine Eurosport ve Fashion Tv açılmasından iyidir. 1-2 senede kendilerini amorti ettikten sonra belki Lig Tv alırlarsa Süper Lig ya da şömineli radyo kanalını açarlar.

Millet kedi-köpek, twerk yapan kız, sosyal medyayı sallayan Ahmet Kaya şarkısı okuyan Acun yarışmacılarını izlerken "Ümit Özat-Kalp Krizi Anı - Mondragon'un Gözyaşları" ya da "Ümit Özat-Isırgan Otu" veya veya "Tuncay Şanlı'nın Ümit Özat'a köpek tutturması" izleyen tüm "Dünyası bu kadar" lara selam olsun..

Hiç bilmediğimiz bir umudumuz var hâlâ.


Yazan: Refet

Salı, Mart 1

Takım: Mahalle Aşkına



Bundan dört ay önce; hayatımda ilk defa bir filmin galasına gittim. Bu filmin futbol temalı olması çok şaşırtmadı. Hem fragmanıyla hem afişiyle hem de ismiyle bir futbol filmi gibi duruyor. Ama filmin belki de asıl dikkat çekmek istediği yer kentsel dönüşüm mevzusu. Bu da benim gibi kentsel dönüşümden muzdarip olan İstanbullu için ekstra artı oldu. Her ne kadar film bu ciddi konuyu yeterli düzeyde doyuracak kadar ‘sıkı’ anlatmadı ama olsun.

Filmin yönetmeni Emre Şahin, senaryoya da el atıyor ama o konuda yalnız değil. İnan Temelkuran, filmin senaryosunda yer alıyor ve Emre Şahin’e destek veriyor. Temelkuran, daha önce Bornova Bornova ile iyi bir işe imza atmıştı. (2009 – Altın Portakal). Emre Şahin de Los Angeles de yetişen Emmy ödülü kazanmış biri. Bu potansiyele rağmen filmin bazı zorluklar yaşadığını görüyoruz. Müzik tercihleri filmin notunu düşürüyor. Müziklerin kullanımı bazen rahatsız edici boyuta ulaşıyor. Özellikle futbol sahneleri mini bir klibe dönüyor. Futbol sahneleri de olabilecek en kötü şekilde önümüze geliyor.

Sinemada teknik yetersizlikler aşıldı. Artık uzay filmleri yapan teknolojiler mevcut. Ama iş futbola gelince sıkıntılar aynen devam ediyor. Oyuncuların futbola uzak olması önemli bir etken oluyor. O nedenle bu filmde Pascal Nouma’nın olması büyük bir katkı. Öyküye sonradan dahil olan Puma karakterini canlandıran Nouma, oyunculuk kısmında da çok büyük sıkıntılar yaşamıyor. Futbolu bıraktıktan sonra Türkiye’nin popüler kültür sahnesinden düşmeyen; yarışmalar, programlar ve reklamlarla adından söz ettiren Nouma, belki de seneler sonra ilk defa olumlu bir referansla karşımızda yer alıyor. 

Takım: Mahalle Aşkına; genel anlamda eksikler barındırsa da Türkiye sinemasını son dönemde esir alan üçüncü sınıf komedi filmlerinin yanında izlenebilecek bir film olarak duruyor.