Kungs'u severiz. Her ne kadar şarkı Mind Enterorises'ten çıksa da, bu düzenleme ona ait. Kendisi 1996 doğumlu ama uzun bir süredir, yıllardır güzel işler çıkarıyor.
Ve diyor ki "Never going home..."
Evlere kapatıldığımız berbat bir kışın ardından, imkan bulduğumuz her an sokaktayız. Ve eve dönmeyeceğiz. Dönmemeliyiz.
Bir de; futbol da bu yaz eve dönmedi! Belki de asla dönemeyecek.
Bu yaza daha uygun bir şarkı yok.
Bu arada klip de güzel. Gencinden yaşlısına herkes aynı yerde takılıyor. Tam bir ideal yazlık yer ortamı. Keşke havuz yerine arkadaki denize girselerdi. Deniz varken ne havuzu be kardeşim...
Ghadi güzel bir Lübnan filmi. Eğlenceli, sıcak, samimi...
Fakat diğer yandan da oldukça sinir bozucu.
Ghadi, down sendromlu bir çocuktur. Klasik bir Ortadoğu kentinin, standart bir mahallesinde yaşamaktadır. Dedikoducu, baskıcı, her şeye karışan, herkesi yargılayan, az veya çok ama muhakkak mutsuz, başkalarının birey olarak yaşamasına izin vermeyenlerin yaşadığı bir mahalledir burası. Film için özel olarak kurulmuş bir settir ama bir yandan da tamamen gerçektir. Hepimizin bildiğidir.
Ve bu mahallenin sakinleri, Ghadi'yi de istemezler. Oysa hikaye mahallenin Ghadi'yi istemesiyle başlamıştır.
Ghadi'nin babası (Leba) ve annesi zaten iki çocuk sahibidir. Fakat ikisi de kızdır. Mahalleli inatla onlara erkek çocuk sahibi olmalarını dayatır. En sonunda üçüncü çocukları olarak Ghadi doğar. Fakat yıllar boyunca o rahatsız edici baskıyı kuran mahalleli, bu sefer de kendi kendine bağıran, çok ses çıkaran, gece gündüz camda oturup insanları korkutan Ghadi'yi mahallede istememeye başlar. Hatta ailesine, çocuklarını bakımevine vermelerini önerirler. Hatta bunu zorlarlar.
Filmin hoş tarafı bundan sonra başlar. Ghadi'nin müzik öğretmeni olan babası, mahallenin Ghadi'ye sahip çıkması için bir oyun oynamaya karar verir. Bu oyun, küçük çocuğun ilahi güçlerle donatıldığı yalanıdır. Bu yalan alıcı bulur. Zamanla mahalleli Ghadi'yi sevmeye, daha doğrusu onun 'ışığı'ndan faydalanmaya başlar. O artık 'kutsal' bir varlıktır.Ve kimse onu mahalleden söküp atamaz.
Film güzeldir. Hikaye güzel işlenir. Başroldeki Georges Khabbaz, aynı zamanda senaryonun sahibidir. Yani hem yazmış, hem oynamıştır. Yılmaz Erdoğan filmleri gibi bir tat oluşmasının nedeni veya sonucu bu olabilir. Diğer yandan Reha Erdem filmleri gibi renklidir. Zaten zorlasak başka Türk yönetmenlerin tarzlarıyla da benzerlikler bulabiliriz. Ne de olsa buralara yakın bir filmdir...
Yönetmen Amin Dora'nın ise ilk (ve şu ana kadar tek) uzun metrajlı filmidir. Ve bu film Oscar'da ülkesini temsil eder. Gerçi kısa listeye kalamamış ama olsun. 12'den vurmak budur.
Filmin adı Ghadi'dir ama Ghadi karakteri film boyunca ön planda değildir. Onun yarattığı etkiyle diğer karakterleri daha çok görürüz. En çok babayı ama sık sık mahallenin diğer insanlarını... Onların değişimini fark ederiz. Hatta sadece birkaç karakter değil, toptan bir mahallenin değişimini izleriz.
Her şeyi güzel kurgulanmış, güzel işlenmiş. Beni rahatsız eden tek noktası anlatıcının (Leba) çok fazla konuşuyor olması. Ben filmlerde bu anlatıcı olayını pek sevmiyorum. Gerçi bu da çok büyük bir günah değil. Tek kusur bu olsun.
Böyle hoşuma giden filmlerden sonra senaristlerin ve yönetmenlerin diğer filmlerini bir göz atarım, bazılarını kafama yazarım. Amin Dora'nın başka filmi henüz yok. 2013 yapımı Ghadi'den sonraki dönemi boş geçmiş. Fakat senarist Khabbaz öyle değil. Uzun zamandır aklımda olan, pandemiden hemen önceki dönemde en çok merakımı celbeden, Oscar!da kısa listeye de girip ödüle aday olan Kefernahum da onun kaleminden çıkmış.
Benzer bir iş olmadığı muhakkak ama en yakın zamanda izlemeye çalışacağız...
Galatasaray, PSV ile Avurpa kupalarında daha önce üç kez eşleşti. Bu dördüncü eşleşme...
İlki 1980'lerin sonundaydı. O sezon PSV, Avrupa Kupası kazandı. İkincisi 2000'lerin başındaydı. Galatasaray, UEFA Kupası'nı kazandıktan hemen sonraydı. Üçüncüsü 2000'lerin ortasında, dördüncüsü de 2020'lerin başında...
Dört ayrı dönemde, dört ayrı Galatasaray ve PSV vardı. Galatasaray hiç bir zaman PSV'yi Hollanda'da yenemedi. Yine yenememesi normal. Şaşılacak bir durum değil. PSV ise İstanbul'da sadece bir kere kazanabildi. 1988'de Avrupa şampiyonu olurken tek yenilgisini Galatasaray'dan aldı mesela. Belki yine kazanamaz. Buna da kimse şaşırmaz.
Hollanda, milli takımlar düzeyinde ne kadar farklı bir noktada olsa da kulüpler düzeyinde en azından son 30 yılda Türkiye ile denk kalmış. Bazen biri daha iyi olmuş, bazen diğeri. Rol model Ajax bile birkaç sene önce Avrupa Ligi gruplarında Fenerbahçe'yi yenemiyordu mesela. Ertesinde Avrupa'da finaller oynamayı başardı gerçi ama olsun.
Fakat şu an tablo çok kötü. PSV - Galatasaray maçı bunu net gösterdi. 5-1'lik skor önemli değil. O da bazı maçlarda oluşabilecek futbol işlerinden biri. Fakat önümüzde skordan daha fazlası var artık.
Başta Fatih Terim olmak üzere birçok teknik direktörümüz ve spor insanımız bu son dönemde sık sık "Makas açıldı" deyimini kullandı. Bu makasın bir tarafı, daha çok Real Madrid, PSG, Manchester United, Juventus gibi rakipler için kullanıyor.
Onlar aldı yürüdü, zenginleşti, arayı aştı. Biz ise o kadar hızlı büyüyemedik. Çünkü ekonomik sorunlarımız vardı. Olmasa bile, onlar kadar güçlü değildik.
Peki. Kabul. Ama PSV ile makas neden bu kadar açıldı? Hollanda ile makas neden bu kadar açıldı? Türkiye takımları Avrupa arenasında bu kadar amaçsız kalırken, Çek takımı Slavia Prag nasıl devlere kafa tutuyor. Hırvatistan'dan Dinamo Zagreb nasıl çıkıyor? Sırbistan'dan Kızılyıldız, Şampiyonlar Ligi'nde Liverpool'a nasıl kök söktürüyor? Onların makası açılmıyor mu?
Teşhisleri doğru koymak gerek. Temmuz ayında amaçsız bir Avrupa Kupası maçı oynamak razı gelinecek bir durum değil. Bunu sadece 5 büyük ligin sermaye sahibi kulüpleriyle açıklayamayız. Önce toplumsal olarak bir kabulde buluşmamız lazım.
Geriliyoruz. UEFA sıralamasında da geriliyoruz. Yani somut bir veri de var elimizde. Sadece beş lig ilerlemiyor. İskoçya, Avusturya, Ukrayna önümüzde. Kıbrıs Rum Kesimi, Danimarka hemen arkamızda. Herkes ilerliyor, Türkiye geriliyor. Makasın bir tarafı bile değiliz, kestiği ipiz artık.
Çözümler sıralanıyor. Herkes isteğine uygun reçeteler yazıyor. Fakat buna henüz sıra var. Önce teşhis koymak gerekiyor. Önce sorunu bulmak gerekiyor. Sorun çözmek bir sonraki adım.
Bunun için de İngiltere'ye, İtalya'ya, Almanya'ya bakmak yerine Hollanda'ya, Hırvatistan'a, İskoçya'ya bakmak gerek... Önce kafayı yukarıya kaldırmaktan vazgeçmemiz lazım. Önce kendi seviyemizi görmeliyiz.
Bu akşamki maç da biraz bu açıdan merak uyandırıcı. İngiltere'den, İspanya'dan geçtik; acaba Hollanda takımı ile öyle veya böyle başa baş oynama ihtimalimiz var mı? Büyük ihtimalle yoktur. O nedenle yalanı bir kuş güneşi gibi umutlandırmasın ve fotoğrafı net çeksin.
İlyas Salman'a göre kariyerinde toplumsal sorunlara parmak basan en iyi iki filmden biriymiş. Diğeri Sarı Mercedes; muhteşem bir yazarın müthiş bir romanından uyarlanmıştı.
Talihli Amele'de ise sinemamıza sayıca az katkı veren ama her katkısıyla da nokta atış yapan Başar Sabuncu var. Sabuncu'nun senaryoları daha çok 80'lerden sonra sinemaya uyarlandı. 1980 ise onun sinemaya giriş yılı gibiydi. Önce Tarık Akan'ın oynadığı Adak, ardından Talihli Amele geldi.
Sabuncu dışında bir de Atıf Yılmaz gerçeği var. Onun zengin film listesinde bile ayrı bir yere konulabilecek kalitede bir yapım. Ayrıca yapım yılı da çok önemli.
Sabuncu ve Yılmaz ikilisi 1980 yılının hararetli politik ortamını çok net tasvir etmeyi başarabilmişler. Yani kendi zamanlarına, kendi günlerine sanki dışarıdan bakmışlar gibi; net bir fotoğraf çekmişler ve bu kareyi de oldukça 'zamansız' bir hale çevirerek işlerlik kazandırmışlar.
Oyuncu kadrosu da dolu doludur. Salman dışında: Hümeyra, Metin Serezli, Mustafa Alabora, İsmet Ay, Salih Kalyon gibi isimler yer alıyor. Ayrıca Erdal Özyağcılar, yine doğru bir film tercihinde bulunmuş. Bir insanın hiç mi 'sıradan' filmi olmaz?
Talihli Amele biraz talihsiz bir serüven yaşamış. Sansürlenmiş, kısıtlanmış, kuşa çevrilmiş. Sanırım biz 2020'de sansürsüz haline denk geldik. Zira sansürlenmesine neden olan sahnede Mehmet Ali (İlyas Salman) deli gömleği giyer. Sansürleyenler ise "Anadolu delikanlısı delirmez" diyerek sahneyi kesmiş. Eğer sebep buysa, biz bu sahneyi gördük. Fakat bu sahnenin zamanında kesilmiş olması, aslında filmin anlatmak istediğine uygun ilerliyor.
Sınıf bilincinden yoksun olan inşaat işçisi Mehmet Ali, kapitalist çarkların kendi aralarında girdiği bir çatışma sayesinde, inşaatında çalıştığı apartmandan bir daire kazanır. Fakat bu dairede oturmasına, diğer ev sahipleri karşı çıkar. Zira kimse bir işçi ile aynı yerde yaşamak istemez.
Zamanla sınıfsal farkı bir gazete muhabiri (Hümeyra) sayesinde sorgulamaya başlayan Mehmet Ali, "Bu binanın kumunu ben taşıdım, harcını ben yaptım. Neden burada oturamıyorum?" sorularını sorar. Fakat bu sorgulamanın sonunda önce evi işgal eder, ardından delirir.
Delirmesi, deli gömleği giymesi hoş görülmez. Yani eğer filmin sonunda Mehmet Ali'yi delirmemiş bir şekilde görüyorsak, tüm yaşananlar normalleşiyor. 'İşçi', biraz isyanın ardından eski hayatına devam ediyorsa, sınıfsal dezavantajını ve biçilen rolleri kabul etmiş demektir. Bu ne Sabuncu'nun ne Yılmaz'ın istediği bir durum olsa gerek. Fakat tıpkı filmde "Toprak ekenin, su kullananın" sloganından rahatsız olan patron sınıfı gibi; filmde de ufak oynamalar yapanlar olmuş.
Birçok politik mesaja, derin bir sosyolojik bakışa, ayrıca sıkıcılıkta uzaklaştıran bir mizaha sahip olmasıyla Talihli Amele, her daim izlenecek güçlü filmlerden...
Dünyada sınırlar kalktı. Zaman değişti. Birçok milli takımda, farklı ülkelerde doğan oyuncular oynuyor. Eskiden bu çok azdı ama yeni asırda işler değişti. Artık bunlar olağan durumlar.
Yine de başka bir kıtada doğup Avrupa Şampiyonu olmak (veya tam tersi) bana biraz ilginç geliyor. Kariyerinize başladığınızda, hatta çocukluğunuzda, kendinize bazı hedefler koyarsınız ve büyük ihtimalle o dönemde aklınızda başka bir kıtanın zirvesine çıkmak gelmez. Bir Brezilyalı çocuğun, "Avrupa Şampiyonu olacağım" demesi pek mümkün gelmiyor bana...
Gerçi Fransa ve Portekiz gibi ülkelerde bu örnekleri görmek çok şaşırtıcı değil. Fakat İtalya'da bile üç tane Güney Amerika doğumlu oyuncu olunca listeyi taramak aklıma geldi.
İşte başka bir kıtada doğup Avrupa Şampiyonu olan 15 futbolcu:
Yarısı Fransa ve Portekiz'in şampiyon takımlarında kendine yer bulmuş.
Beş oyuncu Brezilya'da doğup Avrupa Şampiyonu olmuş.
Organizasyonun ilk yedi turnuvasında tek bir örnek çıkmamış. Son 10 turnuvada ise 15 oyuncu çıkmış.
İnternette hakkında çok az bilgi bulunan ama oldukça ilginç ve izlenmeyi hak eden bir film. Daha popüler olsaydı eleştirilerimi sıralardım ama pozitif ayrımcılık yapmam gerekecek. Zira bu kadar gözlerden uzak olmasına da gerek yok.
Cannes'da gösterilen bir film olmasına rağmen IMDB'de sadece 1600 kişi izlemiş. İlginç konusuna rağmen Trivia'da 4 adet bilgi var. Türkçe içerik yok denecek kadar az. Ekşi'de başlığı bile açılmamış.
Oysa konusu çok ilginç. Gerçek bir olaya dayanıyor. Renee Le Roux, Fransa'nın güneyinde (Nice) bir kumarhane işletir. Kumarhane çok iş yapmamasına rağmen satın almak isteyen taliplileri vardır. Renee Hanım ise bu aile yadigarını satmak istemez. Bu noktada da en çok genç avukatına güvense de bir zaman sonra avukat bey ihanet eder. Fakat onun ihaneti normalde tel başına yetmeyeceğinden yanına Renee Hanım'ın kızı ve kumarhanenin varisi olan Agnes'i alır. Bunu yaparken de onu kendisine aşık eder. Hikaye burada bitmez. Hatta filmin henüz girişidir.
Diğer yandan 'gerçek' dediğimiz bu hikaye de henüz bitmemiştir. Olay 1970'lerde geçer ve 2000'lere kadar Fransa'da manşetleri süsleyen ve yargıya aktarılan bir olaya dönüşür. Renee Hanım da olayla ilgili bir kitap yazar, o kitap da 2014'te bu filme dönüşür.
Renee rolünde Catherine Deneuve çok iyi bir performans gösteriyor. 2000'lerin en gözde Fransız oyuncularından Guillaume Canet de avukat Maurice'i canlandırdı. O da çok başarılıdır. Agnes rolü ise Adele Haene'e gider. Oyunculuk bakımından olumsuz söz söylenmez ama hem canlandırdığı karakter hem de sinir bozma potansiyelli bakışlarıyla biraz rahatsız ettiği gerçek.
Filmi izledikten sonra evlat sahibi olma isteği uzun bir süreliğine yok oluyor. Yokluğu dert, acısı dert, sorumsuzluğu dert, dik başlılığı dert... Allah Renee Hanım'a sabırlar versin...
"Mehmet Okur, 2007'de gelip Fatih Solak'ı 'Canımı yakmak istiyor. Bunu bilerek yapıyor' diye şikayet etmişti. Kim? Benim Fatih'im mi? Karıncayı bile incitemez o. Güçlü ama gücünü çok iyi kullanmayı bilmeyen biridir. Mehmet elbette üçlük atacaktı ama esasen pota altında savaşarak takıma liderlik etmeliydi. Bizim içeride bir yıldıza ihtiyacımız vardı. Yoksa şutör bulurum zaten... İbrahim Kutluay, ölene kadar senden daha iyi şut atar. Eğer kaçırırsa o da ribaundu sen alacaksın. Peki sen kaçırırsan ribaundu kim alacak?
Yaşlanmış, çok büyük oyuncu olduğunu düşünen bir gruptan bahsediyoruz. Takım içindeki tartışma hâlâ 'Horoz kim olacak? Ana rol kimin, son topu kim atacak?' seviyesindeydi. Kıskançlık ve korkuyu geride bırakamıyorlardı. 2006'da Hidayet'e 'Sana ihtiyacım yok' demem ona ağır gelmişti. Mehmet, dediğim gibi, milli takım için savaşmıyordu bile. Hido bir süre sonra fikrini değiştirdi . Geri adım attı. Gerçek bir lider oldu."
2010'ların başında sinemaya ara veren Steven Soderbergh, 2017 yılında Logan Lucky ile geri dönmüştü. Logan Lucky bir soygun filmiydi ve bu nedenle Soderberg'hin dönüşünü daha heyecan verici kılıyordu. CV'sinde Ocean's serisi bulunan bir yönetmen için biraz riskli bir tercih de olabilirdi.
Filmin vizyona girmesiyle bu risk, ayağa sıkılan bir kurşuna döndü. Beklentiler çok karşılanmadı. Fakat bu Logan Lucky'i kötü film yapmıyor. Her şeye rağmen gayet hoş bir soygun filmi.
Ocean's serisinden farkı karakterler. Orada karizmatik ve salon adamı karakterler, ihtişamlı mekanlarda soygun yapıyordu. Hatta bir ihtiyaçtan dolayı değil, neredeyse keyif için soygun yapan tiplerdi. Soygunu bir iş ve hobi gibi görerek eylemi gerçekleştiriyorlardı.
Logan Lucky ise tam zıttı. Karakterlerimiz Güneyli, küfürbaz, işsiz, işe yaramaz insanlar. Hatta iki kardeşin fiziksel sakatlıkları da mevcut. Soygun yapma gerekçeleri paraya sıkışmış çulsuzlar olmaları. Soygunu yaptıkları yer, halka açık bir etkinlik. Hatta ABD'de güneylilerin en sevdiği Nascar yarışları...
Yine de filmin ilerleme pratiği diğer soygun filmlerinden farklı değil. Önce hayatta bazı aksilikler olur. Sonra soyguna karar verilir. Ardından ekip oluşturulur. Sonrasında plan yapılır ve en nihayetinde eyleme geçilir.
Bu sıralamaya aşina olduğumuz için film sanki biraz daha kısa olabilirdi. Uzaması, 'klişe' algısına hizmet etmiş. Fakat eğlenceli bir film olduğunu ıskalamamak gerek. Bu tip filmleri ayakta tutan ince mizahıdır. Repliklere sıkıştırılan mizah da gayet yeterli seviyede.
Oyuncular ise filmin iskeleti. Channing Tatum ve Adam Driver ikilisinin kardeş olmasını hiç beklemezdim. Bu filmde biraz Onur Tuna'yı andıran Tatum, sadece fiziksel özelliklerle var olmadığını kanıtlıyor.
Daniel Craig, kariyerinin en 'çılgın' karakterini oynayarak, farklı bir şekilde karımıza çıkıyor. Hatta o da biraz Hopkins'i andırıyor.
Çok az rolleri olan Riley Keough, Hillary Swank ve Katie Holmes az zamanda çok katkı veriyorlar.
Film her detayıyla Soderbergh imzasını hissettiriyor. Fakat önceki filmlerde çıtayı yukarı çekmiş olması kendisine zarar veriyor. İzlediğimiz çoğu soygun filminden daha iyi ama Soderbergh filmlerinin gerisinde kalıyor.
Filmin sonu bize bir devam filmi geleceğini düşündürse de aradan geçen beş senede böyle bir durum yaşanmadı. Belki de bahsettiğimiz hayal kırıklığı buna neden olmuştur.
Çok yakından izlediğimiz 1.Lig'den Süper Lig'e adım atan son isimden; Barış Alper Yılmaz'dan bahsedelim biraz.
Gerçi oyuncu hakkında uzun uzun bir 'gözlem' yazısı yazmaya gerek yok. Transferi gündeme geldiğinden beri bu konu hakkında içerikler üretildi. Zaten ben de oyuncuyu özel olarak izlemedim. Üstelik iki sezon önce Ankara Demirspor'da oynuyordu. O zaman hiç izleme imkanımız olmadı. Maçlarının televizyonda yayınladığı tek sezon geçen seneydi.
1.Lig'deki tek sezonunda fena bir performans göstermedi. Açıkçası benim çok saygı duyarak izlediğim Keçiörengücü'nde sezonun ilk başlarında pek dikkat çekmemişti. Zaten Keçiörengücü de hücum oyuncuları için dikkat çekici bir mecra değil. Sezonu 49 gol atarak tamamladılar. Hatta bir önceki sezonda da 33 golde kaldılar. Her iki sezonda da en etkileyici hücum oyuncusu eski bir Bodrumsporlu Cem Ekinci'ydi.
Barış Alper'in ilk 11'e girmesi de bir ayı buldu. İlk defa 11 oynadığı maçta da gol atıp, takımına maç kazandırdı. O maçtan sonra yerini sağlamlaştırdı ama devamında skor üretme konusunda biraz sıkıntı yaşadı. Şubat ayına kadar sadece iki gol ve bir asisti vardı. Fakat formayı kaptığı için takıma katkı vermeye ve maç tecrübesi edinmeye devam etti.
Şubat ayında 4-0 biten ve kendisinin iki gol attığı Altay maçından sonra, esas çıkışını yaptı. Bu süreçten sonrası zaten biliniyor. Ümit Milli Takım'a da girdi. O nedenle ben konuya biraz daha farklı yerden bakacağım. O da Barış Alper'in Galatasaray'daki rolü ve mevkisi hakkında olacak.
Keçiörengücü, topun arkasında durmayı başaran bir takım. Tüm oyuncular bu konuda dikkatliler. Taktiksel sadakat üst düzeyde. Bu takımın oyuncularını istisnasız bir şekilde ayıran en önemli özellik bu olabilir. Savunmada alanı korumayı çok iyi beceriyorlar. Diğer yandan topa sahip olmayı da seviyorlar. Genelde birinci bölgede oyunu kabul edip, kontralarla ve çok etkili hücum setleriyle pozisyona giriyorlar. Yani bu takımdan gelen bir oyuncunun savunma meziyeti cebe konulabilir.
Öte yandan Süper Lig ile 1.Lig arasında yüksek bir seviye farkı bulunuyor. Son dönemde alt liglerden yukarıya çıkan oyuncu sayısı azaldı. Hatta 2000'lerin başında Gökhan Gönül, Tuncay Şanlı, Burak Yılmaz gibi örneklerin yaptığı gibi İstanbul'a gelip hemen formayı kapan bir oyuncu da olmadı.
Barış Alper'in de Ankara Demirspor'dan Keçiörengücü'ne geçişinde önce kulübede kaldığını gördük. Bu seviye farkına alışması için miydi bilmiyorum ama Süper Lig'de de yine hemen formayı kapamayacaktır. Üstelik hücum oyuncusu olması İstanbul'daki beklentileri daha yukarıya çekecektir.
Galatasaray son dönemde bir Taylan Antalyalı örneği de yaşadı. Kariyerinin başından beri ön tarafta hücum meziyetleriyle dikkat çeken Taylan, Galatasaray'da formayı kapmak için uzun süre bekledi ve en sonunda savunma özelliklerini geliştirerek kendine yer açmak zorunda kaldı. Hatta bu sayede milli takıma yükseldi.
Bu durum aslında dünyada birçok takımda yaşanıyor. Mahalle maçlarında da böyledir ya... Siz kendi yaşıtlarınızla maç yaparken goller atarsınız, maç kazandırırsınız. Mahallenin abileri sizi görür ve "Gel bizimle de oyna" derler. Fakat o maça girdiğinizde sizi arkaya koyarlar.
Profesyonel futbolda da zaman zaman böyle durumlar yaşanıyor. Zinchenko yıldızlar topluluğu Manchester City'de sol bek oynarken, yeteneğin daha kısıtlı olduğu Ukrayna'da oyun kurucu veya orta saha saha olabiliyor. David Alaba Avusturya'da başka, Bayern'de başka rollerde oluyor.
Barış Alper'i Keçiörengücü'nde iyi bir sağ açık olarak izledik. Galatasaray'da da bu mevkide forma giyebilir. Fakat bunun için biraz zamana ihtiyacı olabilir. Kadro tam şekillenmedi ama orası çok daha 'ağır abi'lerle dolabilir. Yani tahminen işi biraz zor olacak.
Fakat ona başka bir rota çizilebilir. O da sağ bek! Omar'ın yakın zamanda dönüşü mümkün değil, Şener gitti, Yedlin istenen seviyeden uzak ve belki de kalmaz bile, Linnes de sorunlara çare olamıyor. Öte yandan Burak Elmas yönetiminin transferde hızlanması gerekiyor ve bu da öncelikle hücum ve orta saha için olacak gibi. Yani sezon başladığında sağ bekte boşluk olabilir.
Barış Alper bu bölgeye evrilebilecek bir oyuncu. Fatih Terim o cesareti gösterebilecek bir hoca. Galatasaray'ın da böyle bir alternatife ihtiyacı olabilir. Herkes için keyifli bir meydan okuma gibi duruyor...
İlginç konusuyla çok şeyler vadeden ama sonunda hayal kırıklığına uğratan bir film.
Gerçi konu ilginç mi ondan da emin olamıyoruz. Hannah (Charlotte Rampling), hapse giren kocasının arkasında durmayı seçen yaşlı bir kadın olarak karşımızda. Ve gerçekten karşımızda. Film boyunca bir tek onu görüyoruz neredeyse. Onun çelişkilerini, hüzünlerini, kararlarını, kararsızlığını, yalnızlığını...
Fakat geri kalan her şey atlanıyor. Biraz dışarıda kalıyoruz. Oldukça yabancıyız. Mesela Hannah'ın kocası neden hapse girdi bilemiyoruz. Filmin önemli bir noktası Hannah ile oğlunun çatışması. Hannah'ın kararını benimsemiyor çocuk. Fakat bunun da nedenini bilemiyoruz. Yani o ilginç konu her geçen dakika bizim için içi boşalan bir meseleye dönüyor.
Üstelik film giderek Hannah'nın suratına odaklanıyor ve bu nedenle tempo çok yavaşlıyor. 90 dakika 3 saatmiş gibi geliyor. Replik zaten yok denecek az...
Ama... Bu filmin bir de 'ama'sı var. O da Charlotte Rampling... Kamera onun karakterine odaklanırken, o da oyunculuk sanatının en başarılı işlerinden birine imza atıyor. Fakat başarısız bir filmde bunu yapması da biraz talihsizlik olmuş.
Festivallerde sık sık gösterilen bir film olmasına rağmen Rampling'in çok fazla ödül alamamış olması da bundan dolayı olabilir.
İngiltere futbolu çok fazla çelişkiyi bir arada tutuyor. Bir yandan inanılmaz muhafazakar ve geleneklerine bağlı bir futbol kültürüne sahip. Bir yandan da futbolun sektör olmasında ilk ve en güçlü adımları atan ülke. Süper Lig projesinde yaşananlar da bunun bir örneği. Projenin yarısı, altı 'sahipli' kulüp oradan çıktı. En geniş katılım Ada'dan geldi. Fakat İtalya'nın Ultras'ları, İspanyolların tutkulu çocukları sessiz kalırken olayı protesto etmek için vakit kaybetmeyen 'romantikler' İngilizler oldu.
Bu çelişkiler de benim her daim kafamı karıştırır. Premier Lig'i, Premier Lig pazarlamasını, Türkiye'deki Premier Lig sevdalıların 'Gerçek futbol bu' dayatmalarını sevmiyorum. Ligden uzaklaşıyorum, soğuyorum. Premier Lig takımlarına da mesafeliyim. Fakat bir yandan da İngiltere'nin futbol kültürüne, İngilizlerin oyuna sadakatine gıptayla bakıyorum.
Bir de milli takım mevzusu var. Yaz turnuvalarında her zaman Akdeniz takımların tutan biri olarak İngiltere benim gönül sıralamamda çok geride kalıyor. Bir de Premier Lig antipatisi, onlardan iyice soğutuyor. Ayrıca yıllardır devam eden bu kupa kazanamama bahtsızlığı da çok komik geliyor. Onun da sürebildiği kadar devam etmesini istiyorum.
Öte yandan İngiltere Milli Takımı ile yıldızı barışmayan tek kişi ben değilim. Dünya halklarının büyük bir kısmı da İngiltere ile yaşadığı kötü anılar nedeniyle takıma mesafeli duruyor. Güneş batmayan imparatorluk yıllarından kalan husumetler, yaz turnuvalarında kendini yeniden hatırlatıyor.
Belki de bu nedenle Euro 96'dan beri hayatımızda olan ve son yıllarda giderek yüksek sesle söylenen "Football's coming home'' şarkısı / sloganı dünyanın geri kalanı tarafından oldukça kibirli bulunuyor.
İngiltere'ye mesafeli biri olmama rağmen bu haksızlığa karşı durmak istiyorum. Zira hem şarkı güzel hem de sanıldığı kadar kibirli değil. Hatta bu kadar kendisiyle dalga geçen bir şarkının nasıl kibirli bulunduğunu da anlamıyorum.
Tabi artık şarkının tamamı kimsenin umurunda değil. "Football's coming home'' bir slogan oldu. Bu tek cümle, tarihinde sadece bir Dünya Kupası kazanabilmiş bir ülke için fazla iddialı duruyor. Haliyle insanlar boş bir müzenin ev sembolünü kaldıramayacağını iddia edebilir.
Fakat ne kadar sevsek de sevmesek de bir gerçek var. Futbol, Britanya topraklarından çıktı ve bizlere sunuldu.
Yani onların bir 'ev'den bahsetmeleri hiç abes değil. Yani gerçekten de İngiltere toprakları meşin yuvarlak için bir ev olabilir. Zaten şarkının çıkış tarihinde düzenlenen Avrupa Şampiyonası da İngiltere topraklarında düzenlendiğine göre slogan haksız sayılmaz.
İngiltere'nin ev olduğunu kabul edebiliriz ama peki İngiltere Milli Takımı bu evin sahibi mi? İşte aslında esas tartışma burada dönüyor. İngiliz taraftarlar, turnuvalarda tur atladıkça bu sloganı söylüyor. Fransa'da, Rusya'da... Aslında onların derdi futbolun eve dönmesi değil, kupanın eve dönmesi... Daha doğrusu bir kupa kazandıkları zaman futbolun esas noktasına ulaşacaklarını iddia ediyorlar. Etmeseler bile dünyanın geri kalanı öyle düşündüklerini iddia ediyor.
Fakat şarkı bunu demiyor. Ben de bu şarkının çok fazla dinlenilmediğini düşünüyorum.
Şarkının klibi bile İngiltere'nin kaçan golleriyle, kaçan gollere ve yılların şanssızlığına sinirlenen oyuncularla, arkadan konuşan spikerin "İngiltere için bir kötü haber daha" repliğiyle başlıyor.
Şarkını ana fikrini de bu oluşturuyor. Yani İngiltere'nin o dönem 30. senesine tekabül eden, şimdi 55 seneye ulaşan uzun kuraklığını anlatıyor.
Tabi ki bir milli takım şarkısı olduğu için umut dolu, güzel mesajlar vermesi gerekiyor. Onu da yapıyor. Eski başarılara (daha doğrusu sadece 1966'ya) atıfta bulunuyor. Fakat 'başarısızlık' imgesi kendini sık sık hissettiriyor.
Şarkının sözlerinde "So many jokes, so many sneers" ifadesi yer alıyor. Rakipleri tarafından sıklıkla alaya maruz kalmış bir ülkenin bunu hatırlatması bile kolay rastlanacak bir durum değil.
Esasında özetle şunu demek lazım. Ne olursa olsun umut aşılayan, öz güven aşılamak isteyen bir şarkıdan bahsediyoruz. Hemen hemen bütün milli takım şarkıları da böyledir zaten. Fakat burada önemli bir fark var. Bu umudu sadece nostaljik başarılardan değil (o da bir tane zaten), başarısız geçen yıllardan beslenerek elde ediyor.
Klibiyle, sözleriyle kendi mizahını yapan bir şarkının, kibirli bulunması büyük haksızlık.
Öte yandan; bir süre daha bu hayalle yaşamaya devam etseler fena olmaz. Son 90 dakikada tarafımız İtalya olacak. Şarkı güzel, futbol evi İngiltere'dir ama futbol eve dönmeyince daha güzel...
IMDB puanı 5.3 olan filme gerçekten haksızlık edilmiş. Biraz şaşırdım. Fakat 95 kullanıcının oy kullanmasına daha da şaşırdım.
Oysa fena film değil. Az sonra öveceğim zaten. Fakat esas olarak, izlenmeyecek bir film hiç değil. Yani neden bu kadar az kişi izlemiş anlamadım. Tam çıtırlık, 85 dakikalık, keyifli bir film.
Bir film izleyiciyi kendine çekmek istiyorsa etkileyici bir ilk sahne sunmalı. Bu filmde o var. Anında hoşunuza gidecek bir şeyler bulacağınızı hissediyorsunuz.
Charles (Koro filminden tanıdığımız François Berleand) , çalıştığı bankadan emekli olur. Film de bu emekli adama yapılan veda partisiyle başlar. Herkes ona hediyelerini sunarken, Charles 30 yılda sakladığı nefreti kusar ve herkesi şok eder. Ve sonra bankadan çıkarak yeni hayatına başları...
Charles ve çocukluk arkadaşı Pierrot, artık başıboş dolaşan 60 yaşında iki adamdır. Ergenliğe geri dönüş yaparlar. Hayattan keyif almayı seven ikili film boyunca eğleniyorlar, şakalar yapıyorlar, o yaşta koşu yarışı yapıyorlar, başlarını belaya sokup nezarete atılıyorlar, sarhoş oluyorlar. Yani hayatı biraz hafife alıyorlar.
Tabi bu gevşeklik çevrelerindeki kadınların da bunalmasına neden oluyor. Charles evli ve ona katlanan bir eşi var. Pierrot'a ise kime katlanamamış ama o da bir maceraya yelken açmanın peşinde..
Biz bu iki emekli adamın yeni hayatına gülerek dahil oluyoruz. Sonrasında bazı dramatik gelişmeler de yaşanıyor. Hem güldürüyor, hem üzüyor. Sonuç olarak ortaya hoş bir film çıkıyor.
En güzel tarafı ise müzikleri. Her sahnenin hakkını veren, doğru yerde çıkan ve uyumlu müzikler çıkıyor. Bunlar çok önemli detaylar. 5.3 cidden haksızlık...
Louis Sarno, ABD'li bir müzikolog. 1980'lerde Afrika'ya gidiyor ve orada çalışmalarda bulunuyor. Film de onun Afrika'daki yaşamını anlatıyor. Gerçek bir hikaye yani. Bir beyaz Batılı adam, Afrika'da bir kabilenin içinde yaşıyor. Üstelik bunu yaparken bir hastalığı bulunuyor. Tedavisi için ABD'de kalmasını tavsiye eden doktorları dinlemiyor. Afrika'yı o kadar çok seviyor. Fakat Afrika onu koşulsuz sevmiyor. Burada birçok siyasi, kültürel ve toplumsal sorunun içinde kalıyor. Bir yandan da hastalığı etkisini gösteriyor.
Aslında ilginç ve farklı bir hikaye anlatılıyor. İnsan böyle bir deneyimi (hasta olmadan) yaşamak istiyor. Fakat hikayenin sinemaya aktarımı biraz başarısız olmuş sanki. Kurgu mu belgesel mi belli değil. Biyografik yanı ağır bastığı için belgesel havası var ama oyuncular Flash TV'nin 'Canlandırma' konseptinden daha güçlü olamayınca kurgu izlenimi maalesef kötü anlamda öne çıkıyor.
Ayrıca iyilerin çok iyi, kötülerin çok iyi olarak anlatılması da biraz sıkıcı. Fakat Sarno'nun kendi kitabından uyarlandığı için de buna çok fazla söz söylemek mümkün değil. Belki gerçekten öyledir. Oradaki insanlarla yaşayan kendisi...
Sonuç olarak hoş film değil. IMDB puanı da düşük. Fakat Sarno'nun anıları ve hayatı ilgimi de çekti. Belki bir göz atılır.