Çarşamba, Eylül 1

Magnolia

Paul Thomas Anderson'un büyük hayranı değilim. Külliyatına da çok hakim olduğumu söyleyemem. En azından henüz, zamanla tamamlarım. Fakat mesela Magnolia gibi kült bir filmi yeni izledim. Bunun en büyük nedeni filmin süresinden doğan erteleme isteğimdi. Üç saatlik bir filme, üstelik de ciddi bir filme doğru zamanı ayırmak kolay değil. Yorucu bir günün sonunda izlenecek film değil. Keyifli bir öğleden sonrada açmak risk. O olmaz, bu olmaz derken geldik 2020'lere...

Oysa film 1999'da çekildi. Anderson'un 99'dan önce çektiği Sydney ve Boogie Nights gibi filmleri düşünüyorum. Sonra 2000'lerde sunulmuş Master ve There Will Be Blood aklıma geliyor. Birbirinden ayrı iki tarz. Ve tam ortasında Magnolia... Hem kronolojik olarak hem de iki sınıfın arasındaki köprü olarak...

Magnolia çok uzun olmasına rağmen çok iyi bir tempoya sahip. Müzikler ve kameranın hareketleri çok iyi. Kullanılan çekim teknikleri, tempoyu ve izleyicide yaratılan gerginliği üst seviyeye çıkarıyor. Arka plandaki müzik zaten devamlı aktif. Çok nadir sessizlik oluyor. Yani filmde bir coşku ve hareket var. Kurgusu aksiyonlu olmasa da ilgiyi yüksek tutuyor. Bu açıdan erken dönem Anderson filmleri gibi.

Bir yandan da, özellikle filmin sonunda, "Biz bu gerginliği niye yaşadık?" diye soruyorsunuz. Zira kurguda öyle gerilecek bir durum da yok. Bu da sonraki süreçte gelen filmlerle benzer gözükebilir.

Filmimiz aslında artık bir klasik haline gelen senaryoya sahip. Daha doğrusu filme bir paragraflık tanıtım yazısı yazsak şunu kullanabilirdik: Birbirinden bağımsız 10'a yakın insanın hayatları bir gün kesişir.

Gerçi klasik haline geldiğini söylesek de 1999'da bu tip filmler herhalde daha nadir bulunuyordu. Yine de Anderson, bu yapıyı kullanarak hem kendinden önce hem de sonra gelenlerden ayrılabilen bir film yapmış.

Zira o tip filmlerde genelde kesişmeye giden yol çok önemlidir. Yani hayatlar nerede kesişecek, karakterler nasıl bir araya gelecek, öykülerinde neler olacak soruları önem kazanır. Bunları yanıtlamak ve seyirciye vermek önem kazandığından, akışlar öne çıkar, neden-sonuç önem kazanır, karakterlerin kendileri de biraz arka planda kalır.

Magnolia tam tersi bir noktada. Bunda filmin süresinin de payı vardır. 3 saat boyunca derdinizi anlatma imkanı bulmak, akışı uzun uzun yaymanıza yardımcı oluyor ve geniş bir sürede karakterlere odaklanabiliyorsunuz. Öyle ki, bu karakterlerin hayatının kesiştiği noktayı bile ıskalamanız mümkün. O kadar değil tabi ama sadece bir ayrıntı olarak kaldığını da inkar edemeyiz. Zira hayatlar aslında kesişmiyor. Zaten kesişmiş bile...

Biri diğerinin oğlu, diğeri öbürünün kızı diye diye ortaya neredeyse birbirinden habersiz ama 'her insana en fazla 7 insan uzaklıktasındır' efsanesini doğrulayacak bir grup çıkıyor. Bu da diğer benzer 'kesişme' filmlerinden ayrılmasına neden oluyor. Birbirlerine yabancı insanlar yerine, birbirini tanıyan insanlar... Fakat bak sen şu işe ki; onlar da birbirine yabancı. Ve hepsinin pişmanlıkları, daha doğrusu miras aldığı günahlar var. Filmin konusunu da bu oluşturuyor. 

Anderson 'herkesin bir pişmanlığı vardır' düşüncesinden ayrılıp, pişmanlıkların kökenine gidiyor. Burada da aile kavramı ortaya çıkıyor. Karakterlerimizin hepsi pişmanlıklarını, üzüntülerini ailelerinden alıyorlar. Film boyunca, ki kurgu bir 24 saati işler, bu sonuçlarını taşıdıkları günahlardan arınmaya, kurtulmaya, onları yok saymaya çalışırlar. Bütün bir ömür kurtulamayan yükten 24 saatte sıyrılmak... Üstelik bunu aynı anda birkaç kişi yapmaya çalışıyor. İnsanlar için oldukça zor, sinema için ilgi çekici.

İşte tam bu anda "Gökten yağmur yağsa bize kurbağa düşer" dercesine, sinema tarihine geçecek bir sekans yaşanır. Üç saat boyunca işlenen aynı anda hem korkuya hem komediye döner. Karakterlerimiz için ise bir arınma yağmuruna dönüşür.

Karakterlerin bolluğu ve hikayelerinin öznelliği sayesinde, üç saatte farklı farklı filmler izler gibi oluyorsunuz. Biraz sıkıldığınızda adeta elinizde kumanda varmış gibi diğerine geçiyorsunuz. Buna iyi ayarlanmış tempo da eklenince ilgiyle izleme şansına erişiyorsunuz. Bu esnada karakterler e derinlemesine inceleniyor. Zaten rivayete göre filmim daha kısa olması planlanıyormuş. Fakat Anderson karakterler üzerinde çok fazla çalışınca iş, içinden çıkılmaz bir hale gelmiş. Aslında böyle olması da daha güzel olmuş. Daha kısa bir film de ne izlediğimizi anlamadan kalkardık yerimizden.

Oyuncular da üstün yetenekleri sayesinde bize çok şey anlatmayı başarıyorlar. Tom Cruise kariyerinin en muhteşem performansını sergiliyor (Zaten Oscar adaylığı ve Altın Küre ödülü kazanıyor). Julianne Moore enfes. Seymour Hoffman'ı gördükçe üzüldük. John Reilly'nin altından kalkamadığı rol yok. Philip Baker Hall sadece sesiyle dursa yeter. William Macy gibi bir usta bile kıyıda köşede kalıyor neredeyse. Bu insanların her birini izlemek zaten yeterince keyif veriyor.

Zor vir film olduğu muhakkak. Herkes sevmeyebilir. Kusursuz da değil. Diğer yandan Anderson'un o sene 29 yaşında olması, övgülerimizi daha sık kullanmamız gerektiğini gösteriyor.

O sene demişken; sene 1999.. Cruise buradan çıkıp Eyes Wide Shut çekiyor. Ayrıca American Beauty (Oscar kazananı), Fight Club, The Talented Mr.Ripley, Man on The Moon, The Green Mile, The Insider, Being John Malkovich, The Sixth Sense çıkıyor. Hollywood'un son bereketli senesi.

Kim bu seneye 29 yaşında bir film bırakmak istemezdi ki...

Hiç yorum yok: