İzlediğim filmleri kolay kolay unutmam. Tabi ki detaylar aklımda kalmayabilir, beğenmediğim filmlere hafızada çok fazla yer ayırmayabilirim. Fakat daha önce izlediğim bir filmi hiç izlemediğimi sandığım hiç olmamıştı.
The Post'u 1.5 sene önce izledim. Belki de daha az süre geçmiştir. Benim hafızam için kısa bir aralık. Geçtiğimiz günlerde karşıma çıktığında kendi kendime "Ben bunu izleyecektim. Hatta kız arkadaşımla konuşup 'bir ara izleriz' notunu düşüp başka filmlere geçmiştik" dedim. Sonra fragmanına bakınca parçalar oturdu: Biz bu filmi görmüştük.
Gerçekten de biz bu filmi görmüştük. Gazetecilik temalı filmler güzeldir. Üstelik bu dönemin Türkiye'sinde, daha da değerli ve ilham verici hale geliyor. Fakat bir yerden sonra herhalde hepsi birbirine benziyor. Büyük bir haberin içine düşen gazete çalışanları, zamanla yarışma, verilmesi zor kararlar, karşılaşılan sert ve siyasi engeller ama sonunda mutlaka zafer...
Spotlight bu sayede Oscar aldı. All the President's Men, Oscar'ı Rocky'e kaptırsa da sinema tarihinde çok sağlam izler bıraktı. İkincisinin temposu, gerilimi ve heyecanı çok başka bir seviyedeydi. Diğeri biraz daha ince ince işliyordu, seyircinin sabırlı olması gerekiyordu. Örnekler ve tarzlar çoğaltılabilir ama The Post, biraz daha Spotlight'a yakın.
Zaten ikisinin de senaryosu Josh Singer'ın kaleminden çıkıyor. The Post'un yönetmen koltuğunda Spielberg otursa da, alıştığımız Spielberg filmleri gibi de değil. Temposu yavaş.
Filmin bir konusu daha var. Sadece haberi ve skandalı değil, aynı zamanda 70'lerde gazete patronu olarak kendini kanıtlamaya çalışan Kay Graham'ın hikayesini izliyoruz. Belki de iki ayrı konu, ayrı ayrı irdelense bende daha kalıcı hatıralar bırakabilirdi. Herhalde ikisi birbirine karışınca her şey uçtu gitti.
Aslında iki konu da ilgi çekici. Bir yandan da yerel bir gazete olan Wsshington Post'un 70'lerde başlayan ve ülkenin zirvesine çıkmasını sağlayan yükselişini daha iyi anlamımıza neden oluyor. Çok amaçlı bir film. Kadrosunda da Tom Hanks ve Maryl Streep var. Fakat tüm beklentilerin sonunda karşımıza biraz vasat bir film çıkıyor. Oscar ve Altın Küre'de elde ettiği adaylık sayısı ve kazandığı (!) ödüller de bu konuda bizi destekliyor.
Yine de tüm bunlar, benim filmi izlediğimi unutmamı açıklayamaz. Çok daha kötü, hatta gerçekten kötü filmler izledim ve neredeyse hepsi en azından ismen aklımdalar. The Post, vasatı veya beklentileri aşamamış olabilir ama izlenmeyecek bir film de değil. Hatta ne olursa izlenmesi gerekir. Fakat akıldan çıkmış... Filmin kalitesi için bir gösterge, insanın hafızası olabilir mi?
Belki de ABD siyaseti ve popüler kültürüyle alakalı bir filmi Türkiye'den izlerken, bazı duyguların güçlü olmasını bekliyoruz. Yani ülke içi meseleler bizi çok ilgilendirmiyor. Daha doğrusu detaylara hakim değiliz. Öte yandan insani duygular bizi coşturmaya yeter.
Bir gazetecilik filminde muhabirlerin haber çıkarmak için yaşadıkları mücadeleler ilgimizi daha çok çekebilirdi. Bahsettiğimiz diğer iki filmde o duyguyu çok güçlü bir şekilde hissediyorduk. The Post'un merkezinde ise bir patron var. Onun kaygıları da bizi bir yere kadar götürüyor. Sonuçta bu bir gerçek hikaye ama The Post'un patronunun kadın olması en azından izlenecek bir mücadele alanı yaratmış. Fakat yine de 'emekçi gazeteci' vurgusu aşağılarda kalmış. Hatta habere (belgelere) ulaşma kısmı da çok kısa tutulmuş ve esas olarak "Haberi (belgeleri) yayınlayalım mı?" sorusunu soran yönetim kuruluna odaklanılmış.
Diğer yandan gazetenin peşinden gittiği haber de bizim adalet duygumuza oynamıyor. Evet bir skandal var, hükümete eleştiri getiren, hatta onun koltuk kaybetmesini sağlayan yolu açan bir haber var ama bu skandal ve haber ABD devlet geleneğinin veya toplumunun etik düşüncelerini sorgulamayı düşünmüyor. Vietnam ile ilgili bir haber patlatılıyor ama bu haber "Biz niye Vietnam'a gittik ve o kadar insanın ölümüne sebep olduk?" sorusunu sormak yerine "Biz Vietnam'da neden kaybettik, o kadar asker kaybetmemize değdi mi?"sorusunu soruyor. Bu da bizim için çok kıymetli olmuyor.
Belki de film de ABD'de biraz aceleye getirildi. Ana fikri öne çıkartıp, sinematik ögeleri es geçildi. 2017 yapımı filmin tam da Trump'un zirvede olduğu dönemde çekilmesi kesinlikle tesadüf değil. Basın özgürlüğüne her zaman engel koymaya çalışan ve çoğu zaman medyayı diliyle itibarsız bırakmaya çalışan, cinsiyetçiliği de üzerine basa basa vurgulayan bir adama karşı kısa zamanda yapılacak en iyi film de olabilir..
Fakat yine de bizden çok fazla puan alması mümkün değil. Aslında filme dair daha çok şey hatırlasam, daha eleştirel cümleler kullanabilirdim. Fakat şimdilik burada keselim. Ve izlenilmesinin kayıp olmayacağını belirtelim.
Öte yandan Vietnam Savaşı ile ilgili belgeleri açıklığa kavuşturmaya çalışan gazete, bu işi başardıktan sonra Watergate'e bulaşıyor ve tam o anda film bitiyor. İşte tam da bu nedenle, The Post'u izledikten sonra bir posta da All the President's Men izlenir.
1 yorum:
trump gibi mükemmel bir başkanla esas medya uğraştı aslında neyse.. twitter vs hepsinin maskesi düştü.
Yorum Gönder