Perşembe, Eylül 28

Geçmişi Öldürmek

Siz bu satırları okuduğunuzda ben çok uzaklarda olacağım...

Bir intihar mektubu gibi başladığımın farkındayım. Tabi ki intihar etmiyorum. Benim gibi yaşamayı; daha doğrusu var olmayı çok seven biri için intihar gerçekçi bir seçenek olmadı hiçbir zaman. Fakat bugüne kadar ömrümde intihar kavramını hiç düşünmediğimi de inkar edemem.

Sevgili eşimle tanıştığımdan beri de bu tip bir düşünceler pek kafamda değil zaten. Hatta ölüm korkum bile çok daha kontrol edilebilir hale geldi.

Fakat özellikle, kendi ayaklarımın üzerinde durmaya başladığım ve duramadığım (veya duramadığımı sandığım) yıllarda bu tip düşünceler ara sıra uğrardı bana. Hatta eskiler hatırlar; o zamanlar blog da aktif olduğu için zaman zaman melankolik yazılar yazardım. Zaten o yıllar blog'ların okunduğu zamanlardı; ne yazsan gidiyordu... 

İşte o yazıları okuyan birçok arkadaşımla sık sık yüz yüze gelip, bu tip konuları tartıştığımız muhabbetlere girmiştik.

Hiç unutmuyorum, şimdilerde uzaklarda olan bir başka arkadaşım ile "zengin olsak (piyango falan çıksa) ne yaparız" temalı bir muhabbet gerçekleştirmiştik. Uzlaştığımız nokta, ikimizin de o zamanki hayat tarzına ve heyecanına uygundu. Milyonlarımız olduğunda ilk yapacağımız; beş parasız bir şekilde ülke veya Avrupa turuna çıkmaktı. Herhangi bir para kazanma kaygısı olmadan, parasız ve özgürce yaşama miti, ideali. Yoksulluğun kaygılarını yaşamışken, artık onun keyfini çıkarmak. En azından bir süreliğine... Zenginliğin tadını çıkarmak için, önce sefaletin tadını çıkarmak.

İntihara bulduğum alternatif de böyle bir şeydi. Her şeyi geride bırakıp, kimsenin seni tanımadığı yerlerde yokluğu yaşamak. Son bir ihtimali denemek. Yavaş yavaş yok olurken bile önce yeni bir 'ben' yaratmak. Gidebilirse öyle devam etmek, gidemiyorsa sonrasında yok olmak...Zaten geçmişini çoktan kaybettiği için de; çok daha acısız olacak bir yok oluş...

Büyük ihtimalle birçok kişi benzer, benzer olmasa da birtakım sonuçlar çıkarmıştır bu tip düşüncelerle baş başa kaldığında. Çok farklı bir şey düşündüğümü iddia etmiyorum. Fakat bu alternatifin çok az denendiğini var sayarak şaşırıyordum. İnsan kendini öldürecekse bile, önce başka bir şekilde var olmayı denemeli, onu da beceremiyorsa yavaş yavaş yok olmalı. Bu yavaş yavaş yok olma anında da geçmişini unutmalı, onunla vedalaşmalı... Bana uygulanabilir bir strateji gibi geliyordu.

Biraz melankolik bir girişle başladığımın farkındayım. Yine tekrarlamakta fayda var ki; hayatımın son beş yılında çok daha huzurlu ve daha az kaygılı olduğumu hissediyorum. Fakat bu değil ki; Türkiye'de yaşayan herhangi biri olarak tamamen rahat bir kafaya sahibim. Her geçen yılda daha çok şeye üzülerek, yeni yeni şeylerden korkarak ve kendimizi yıpratarak hayatımıza devam ediyorduk.

Benim için en kötüsü, en azından iyi hatırladığım birçok detayın geçmişte kalması ve hatta yok olmasıydı. Yeni kötülere razıydım, kabullenebilirdim ama en azından eski iyiler benimle kalsaydı... Bu kaybı fark ettikçe daha da hüzünleniyor, hatta öfkeleniyordum.

Birkaç ay önce hayatımızda radikal bir değişiklik yapma fırsatı çıktı. Milyonların hayali olan yurtdışı tecrübesi bize de sunuldu. Çok fazla düşünmeden kabul ettik. Zaten kariyerinde hızla yükselen eşime gelen bu teklifin karşısında, ona sunacak bir alternatifim de yoktu. Zaten öyle bir seçenek olsaydı bile en doğrusu, yine Türkiye'den biraz da olsa uzaklaşmaktı. O nedenle çok hızlı bir karar verdik.

Fakat kararın kendisini almaktan daha zor bir şey vardı. Büyük ihtimalle kararı uygulamak, onu pratiğe geçireceğimiz ilk günler çok daha zor olacak. O günler kadar zor olmayan ama karar almaktan daha zor olan şey ise tam ikisinin arasında kalan dönemdi. Yaşanacak değişikliğin büyüklüğünü fark ettiğiniz o geçiş dönemi... Henüz gideceğiniz yeni ülkeye adım atmamışsınız. Ayrıca artık arkadaş sohbetlerinde "Ah bir fırsat çıksa" naraları atacak uzaklıkta da değilsiniz.

Ana vatanınızı terk edeceğinizi bilerek hem içinde bulunduğunuz anı yaşayıp hem de oralarda geçirdiğiniz geçmişinize bakıyorsunuz. "Bu iş nasıl buraya geldi?" sorusuna cevaplar arıyorsunuz. Olay sadece bir iş imkanı, şartların olgunlaşması, yasal prosedürlerden ibaret değil. Çok daha fazlası. İnsan, ne zaman evinden uzaklaşmayı göze almaya başlar? Buna neden ihtiyaç duyar? Nedeni önemli mi bilmiyorum ama şartlar başka olsaydı sonuçlar da değişebilirdi. "Başka bir dünya mümkün müydü?" diye sorguladığını o dönem. Ve çıkan cevaplar... Sürecin en zor kısımlarından biri burası.

Ayrıca, taşınmak gibi somut bir gerçeklik de mevcut. Yükleri, hatta yük olmayanları bile atmak zorunda kalıyorsunuz. Eşyalarla bile bağ kurmuş biri olarak; birçok parçayı, anıyı bir çırpıda atıyorsunuz. Birçok yerle, manzarayla, okuyla vedalaşıyorsunuz. Tüm bunların bir sebebi var tabi. Başka bir ülkeye göç etmek, bu tip eylemleri zorunlu kılıyor. Bu iş böyle yapılır. Fakat bu iş yapılmak zorunda mıydı? 

Türkiye'de birçok kişinin uğruna çabaladığı, bedeller ödediği, hatta o bedellere rağmen bir kısmının başaramadığı, birçok kişinin sadece hayali olarak kalan şeyi, isteyerek içimizden gelerek ve olabildiğince yumuşak bir şekilde gerçekleştireceğiz. Bunun ne büyük şans olduğunun farkındayken, Türkiye'deki son iki ayımda bunun mutluluğunu yaşamaktan ziyade, üzerime bir yenilgi hissi düştü.

Kendi evimizde maçı kaybetmiştik. Burada, en iyi bildiğimiz yerde olmamıştı.... En azından benim için.

İnsan değişik kültürler tanıma ihtiyacı hissedebilir, zaman zaman şansını başka yerlerde deneyebilir. Hele sonunda dönebileceği bir evi varsa çok rahattır. Evden ayrılan üniversiteli genç, baba ocağının kapısının açık olduğunu bilince daha güvenli hisseder kendini. Bisikletin frenleri sağlamsa pedala daha hızlı basılır. 

Bazı yolculuklar ise 'bir arkadaşa bakıp çıkacağım'dan daha fazlasıdır. Her ne kadar kendi isteğimizle bu kararı almış olsak da, aslında belki de düşlediğimiz senaryo bu değildi.

Kendi çocukluğumun geçtiği sokaklarda, kendi dilimi konuştuğum yerde, sevdiklerimle beraber yaşamak... Çok büyük talepler değildi bunlar. Fakat bunu sürdürebilmeyi başaramamıştım.

Şimdi birçok kişi "Ulan bu çukurdan kurtuluyorsun, daha ne şikayet ediyorsun" diyebilir. Haklıdır da. Fakat benimki tam olarak şöyle bir his: Bir maçı 5-0 kaybediyorsunuz. Dakika 80. Bir oyuncu oyundan çıkıyor, birileri sahada kalıyor. İşte o çıkan oyuncu benim.

Sahada kalanlar o acıyı yaşamaya devam ediyor. Sahanın içinde acı çekiyorlar. Değiştiremeyeceği skoru değiştirebileceğini sanarak devam ediyor maça. Fakat nabız, tansiyon o kadar yüksek ki, halen bir uğraşın içinde devam edebiliyor. Kendini halen 'yenik' saymıyor. Hatta öfkesini yöneltebileceği adresler bile var. Sinirden rakip futbolcuya tekme atabilir, takımdaki kalecisine kızabilir, onu ıslıklayan tribünlere hareket çekebilir.

Oyundan çıkanın rahatlığı, bu eziyetten kurtulmuş olması. Artık kalan sürede yok. Kulübeye ulaştıktan sonra taraftar onu ıslıklamayacak. Onun da artık koşmasına, değişmez skoru değiştirme çabasına gerek kalmadı. Fakat nabız yavaş yavaş düşerken, "yenik futbolcu" olduğunu ilk o anlayacak. Hesaplaşmaya ilk önce o başlayacak. Sahadakiler için bu durum henüz mevcut değilken, kulübeye gelen kendini yenik hissetmeye çoktan başlamış olacak. Hatta olmaz ya; oradan maç dönerse "sorun bendeymiş" diyecek, o galibiyette payı da olmayacak.

Hangisi daha iyi? Bilemem. Fakat sonuçta günün sonunda, stadyum dışındaki otobüse binildiğinde tüm takım yenik sayılacak. Hatta oyundan çıkanın ufak bir şansı var. Stadı terk edip, taksiyle eve dönebilir ve tesislerdeki taraftar saldırısından kaçınabilir! Sahada kalanlar ise maç sonunda da beraber hareket etmeye devam edecek.

Bana geri dönersek, yenilgi hissi zamanla öfkeye de dönüştü. Zira yenilginin tek sebebi ben değildim. Ülkede olan birçok şeye kızgındım. Sanmayın ki sadece iktidar merkezli bir kızgınlıktı bu. Tabi ki ülke yönetme sorumluluğuna sahip oldukları için onlar da payını almıştı benden. Fakat sonrasında düşündüm ki; aslında "benim gibi olanlar" beni daha çok yormuştu. Kaybetmemde onların da büyük payı vardı. Örnek verelim. Hatta siyasetle başlayalım:

Bu kararı aldığımız zamanlarda 14 Mayıs seçimleri henüz gerçekleşmemişti mesela. Politik bir dönemdi. Herkes siyaset konuşuyordu. Aylar sonra anladım ki, konuştuğumuz ve tartıştığımız insanlar, bize daha yakın duran isimlerdi. Yani mesela bir AKP'liyi ikna etmeye çalışmıyorduk. Ülkenin yarısı ile tartışacak noktaya bir türlü gelemiyorduk. İnceciler ile, ulusalcılarla, TİP'lilerle tartışıyorduk devamlı. Bir çizgi vardı. biz de onun bir tarafındaydık. Hepimiz aynı yerdeydik. Fakat enerjimizi o tarafın içinde harcıyorduk. Yorulmuştum. Hatta bunu daha sonra, yazın, daha net anladım

Veya 6 Şubat'tan bahsedelim. Maraş depremi, İstanbul'da yaşayan herkeste bir korkuya neden oldu. Bende zaten 1999'dan bu yana bir deprem korkusu vardı. Onun üzerine ekstra bir yüklenme olduğunu söyleyemem ama tabi ki daha canlı tuttu. Birçok korkan insanı ise paniğe sürükledi adeta.

Zaman zaman yurt dışı kararı aldığımızı söylediğimiz dostlarımız, "Deprem de etkilemiştir" dedi mesela. Düşündüm. Alakası yoktu. Yani bağlantısı vardı ama depremin bire bir kendisi, karar gerekçelerinden biri değildi.

İstanbul'dan soğumaya başlamıştım. Neden? Sebebi deprem miydi? Hayır, deprem korkusu nedeniyle şehrin son 15 senede yaşadığı dönüşüm beni boğmaya başlamıştı artık. Depremden korkan herkes aynı taraftaydı, ben de oradaydım. Fakat çizginin o tarafında duranlar, bir yandan 'şehirleşme, çevre' gibi kavramları kullanırken, bir yandan yaşadıkları mahallerini evlerini inşaat şirketlerine peşkeş çekiyordu. Yaşadığım şehir değişmişti. Daha çirkin evlerde, daha pahalı kiralar ödeyerek depremden korunduğumuzu sanıyorduk. Artık o şehir, o mahalle benim değildi. Bunun kavgasını da veriyorduk ama her defasında deprem kartı önümüze sunularak susturuluyorduk. Yani; depremi düşünmeden inşaat yapanlarla, deprem korkusu olmadan şehirde yaşayanlarla tartışamıyorduk. Bizim gibi olan (depremden korkan) insanlar karşımızdaydı. 

Çalıştığım sektör... Yıllardır aynı kavga vardır basında. Eskilerin vasıfsızlığı ve onlara karşı bir duruş geliştiren idealist gençler. Ben kendimi 'idealist' olarak nitelendirmek istemezdim ama sonuçta ikinci taraftaydım. Hatta eskiye ve eskilere de,  içinde bulunduğum gruba nazaran daha çok saygım vardı.

Biz çok kalabalıktık. Bir anda sayımız artmış ve sesimiz yükselmişti. Hepimiz bir şekilde işin ucundan tuttuk. Bir şeyler yaptık. Fakat sonrasında geldiğimiz noktada en büyük başarımız; eleştirdiğimiz eskilerden daha vasıfsız bir ortam ve sektör yaratmak oldu. Ondan sonra 'eskiler' ile tartışmaktan çok, 'bizim' gibi olduğunu iddia edenlere nefesimizi tükettik, onun da bir karşılığı olmadı. İşin açıkçası, koca bir sektörü de son kullanma tarihine yaklaştırdık. Herkes son parsayı toplama derdindeyken, bize de çok bir ganimet kalmadı zaten.

Yine iş dünyasından bahsedelim. 15 yıldır birçok iş yerinde çalıştım. Çeşit çeşit patronum, çeşit çeşit iş ortamım oldu. Bu patron sınıfının bir kısmı iktidara yakındı ve ne yapsa yanına kâr kalıyordu. Bir kısmı emekten yanaydı ve ortamlarda emek sömürüsünden şikayet ediyordu. Fakat 15 yıl sonra e-devlet'e baktığımda halen yetersiz prim günüm ve asgariden ödenmiş maaşlarım vardı. Bir kesimin bunu yapmasını anlayabiliyordum. Onların ezberi buydu. Bana aksini de vadetmemişlerdi. Fakat emekten yana olduğunu her platformda dile getirenler güzel zaman harcamıştı. Onların da beni yorduğunu fark ettim artık. Bir gün şartların düzeleceğine inanarak, onlara güvenmekten, onlarla saf tutmaktan, diğerlerine isyan edecek noktaya dahi gelememiştik. Zira, yakın gördüklerimiz tarafından normalleştirilmişti tüm usulsüzlükler...

Daha fazla uzatmayalım örnekleri. Bir yorgunluk, bir yenilgi, kabaran bir öfke... Bunlar şimdi şimdi su yüzüne daha çok çıksa da, geride kalacak artık. Kalmalı...

Mekan değişikliğinde ferahlık vardır. Kararımızı verdik. Fakat alışma süreci zor olacak. Geçmişine bağlı, yaşadığı ülkeyi en azından yakın bir zamana kadar çok seven, kültürünü seven biri olarak kopmak zor olacak. Bu zorluğu yenmem lazım. Zorlukların en azından bir kısmını, elimden geldiği kadarını kaldırmam lazım. Kendime yeni zorluklar çıkaramam.

Zaman zaman uzaklarda bir Türk filmi, bir Doğu ezgisi denk gelince gözler yaşarır; bundan kaçış yok. Veya akla Türk yemeklerinin tadı düşer. Bunları engellemek kolay değil. Fakat bu melankoliye bir sınır çekersek, onun da tadı güzel olur.

Öte yandan yeni bir hayat kurmanın en önemli detayı eskileri atmaktan geçiyor. Bir yandan yenilere sahip çıkacağız. Gittiğimiz yerin dilini öğreneceğiz, kültürüne uyum sağlayacağız. Oranın şarkılarını dinleyeceğiz, yemeklerini yiyeceğiz. İçimize işlemiş bazı duygulardan ve zevklerden kaçamayacağımız kesin. Hatta bir süre daha Türkiye'ye çalışmaya devam edeceğimiz için, perdeyi tamamen kapatmayacağız. Sınırı geçtikten sonra 'Ne hailiniz varsa görün' demeyeceğiz. Zaten ne de olsa sevdiklerimiz halen burada, onlar maçı çevirmeye devam ediyorlar. O maça göz ucuyla bakıp skor öğrenmeye devam edeceğiz.

Fakat bazı yüklerden de kurtulabiliriz. Çeşitli planlarım var. Mesela Süper Lig izlememek. Sadece Galatasaray maçları ile sınırlı kalmayı planlıyorum. Türkiye'deki haberleri, Türkiye'deki Twitter hesaplarını azaltmak da bunlardan biri. Bunlar dışında birkaç plan daha var.

Yani aslında yazının en başında bahsetmeye çalıştığım gibi; geçmişle yaşamamak için, geçmişi öldürmek gerektiğine ikna oldum. Kendini öldürme düşüncesine ikna olmayan biri için bence en makul ve doğru karardı. Böyle bir radikal değişiklik esnasında da bunu uygulamak çok daha kolay olabilir.

Ayrıca öbür tarafa  uyum sağlamak da biraz çaba isteyen bir durum. Zaman harcamak gerekecek. Bu nedenle bazı alışkanlıkları noktalamak lazım ki, uyum için gereken zaman bana kalsın.

Sözün özü blog da biraz kenarda dursun artık. Tamamen kapatacağımı iddia edemem. Belki iki ay sonra, sıla özlemi hissinden dolayı yeniden yazma ihtiyacına düşerim. Fakat şimdilik yeni bir kültürle yoğunlaşırken gelip burada yazı yazmama gerek yok Türkiye'de geçirdiğim yıllarda yoğunluktan bazen bir süre yazı yazamadığımda aklıma düşen "Blog'u da boşladık' baskısını, tekrar yaşamak istemiyorum.

O nedenle hem bir ara vermeye hem de o verilen arayı duyurmaya karar verdim.

Zaten bu tarz duygularımızı çok defa yazdık buraya. Yine o duyguları dökecek adres burası olmalıydı. 

Kilidi koyalım. Anahtar hâlâ cebimizde ama... Kendimize gelince belki açarız yine dükkanı. Belki bir ay sonra, belki bir sene sonra...

Cuma, Eylül 15

Moby Dick


Moby Dick, adını yıllarca popüler kültürde duyduğum bir romandı. Bir klasik olduğunu biliyor, daha çok ergenlikte tavsiye edildiğini duyuyordum. Belki de bu nedenden dolayı okumayı ertelemiştim. Geçtiğimiz ay elime geçince okudum.

Hem romanı hem de ardından roman hakkındaki yorumları okuduktan sonra çok şaşırdım. Hatta romanın kendisi beni yorumlardaki zıtlıklar kadar şaşırtmadı. Oysa 1800'lü yıllarda yazılan ve okyanus (doğa) arka planlı birçok roman gibiydi. Heyecanlı, hayal kurduran ama günümüzle kıyaslayınca roman türünün emekleme dönemi olduğu için basit... Zaten beklediğim de az çok buydu.

Fakat yorumlar beni çok şaşırttı. Aslında ABD tarihinde çok sevildiğini biliyordum. Adına şarkılar bile yapılmıştı. Eh; ABD'liler de böylesine sahiplendikleri işleri çok parlatırlar. Bir de mesela, orada her okul çağı çocuğa okutuluyorsa, insanların zihninde ve geleceğinde romanın ve satırların yer etmesi doğaldır.

Bunlar şaşırdığım noktalar değildi. Fakat sanki romana gerekenden fazla övgü düzebilmek adına birçok alt metinden bahsedilmiş. Metaforlar, aslında yazarın ne anlatmak istediği, kapitalizm, diktatörlük gibi kavramlarla doldurulmuş yorumlara denk geldim. Normalde bu tip okumaları severim. Aklıma yatmasa da ilgiyle okurum. Hatta bazen sonrasında kitaba veya filme bir daha dönerim. Fakat bu seferkiler çok zorlama geldi.

Melville bu amaçları kast ederek mi yazdı bilmiyorum. Fakat eğer öyleyse de bu amaç bana hiç ulaşmadı. Bu kadar gizli saklı olması gerekir miydi?

Zaten bence amaç da o kavramlar üzerinden bir olay kurgulamak değildi. Tabi ki metnin içinde dini motifler, bazı göndermeler, ırkçılık detayı, belki eşcinsellik gibi unsurlar bulunabilir. Fakat bunlar da çok gizli kapaklı değildi zaten. Yani; metafor düzeyine indirgenip görülmeyeni incelemek gibi çabalar bana biraz zorlama geldi.

Öte yandan denizciliği, balıkçılığı, doğayı, insan psikolojisi, hırsı, rekabeti iyi anlatan bir eser olduğunu kabul ediyorum. Aklıma Victor Hugo'nun Deniz İşçileri geldi. Tabi ki ustanın romanı çok üst seviyedeydi. Fakat Moby Dick de okul çağı çocuklarına okutmak için ideal bir romandı. 

Öte yandan Moby Dick'in bu kadar övülmesini ve abartılı misyonlar yüklenmene anlam veremezken bir yandan da negatif yorumlar çıktı karşıma. Birçok Türk okuyucu, kitabı zor okuduğundan, hatta yarıda bıraktığından bahsediyordu. Çok şaşırdım. Tam aksine, benim en kolay okuduğum kitaplardan biriydi. Yine bir Hugo benzetmesi yapayım; yazarın zaman zaman olay akışından çıkıp denizcilik ve balıkçılıkla ilgili teknik bilgiler vermesi insanları sıkmış olabilir. Bence tam tersiydi ama yine de oralar biraz kopukluk yaratmış olabilir. Ama Hugo'nun kitaplarında olay akışına verilen bu 'ara'lar 15-20 sayfa sürerken, burada 2-3 sayfada hikayeye geri dönüyorduk. Yani daha makuldü. Öte yandan dil de ağdalı değildi. İnsanların böyle bir kitabı, zor okuduğunu iddia etmesi beni biraz şaşırttı.

Tabi kitabın ne şartlarda okunduğu da önemli. Zira ABD'de olduğu gibi Türkiye'de de zaman zaman okullarda ödev olarak veriliyor. Zamanında ben de Çalıkuşu ile böyle bir deneyim yaşamış ve zor bitirdiği romanın ardından uzun bir süre (yıllarca) bir daha kitap okumamıştım. Belki Moby Dick'e de böyle bir ortamda dek gelindiyse, soğukluk kapılmış olabilir.

Sonuç olarak sanırım Moby Dick; tam bir ABD! Seveni çok seviyor, sevmeyeni hiç sevmiyor. Ben ise ortada kaldım. Daha iyileri var ama bu da kötü değil. Bir de ben genel olarak hırs, rekabet, intikam gibi duyguların başrolde olduğu eserleri severim. Mesela Ezel... Tabi Ahab, bir Ezel değil. Zira akıl oyunları çok az. Zaten Melville de Hugo değil...

Neyse en azından ABD dizilerindeki bazı göndermeleri artık daha net anlayabileceğim...

Perşembe, Eylül 14

Tarihe İmza

Günlerden 21 Nisan 2001...

İstanbul'da ılık bir bahar günü. Fakat güneş yüzünü göstermemekte ısrarcı. Sabah saatlerinde sıkı bir yağmur da yağmış. Belki yine yağabilirdi. Mahallede top oynamak için uygun ekibi ve zamanı bekliyoruz ama aynı zamanda da vaktimiz sınırlı. Zira akşam lig maçları var...

Tam o sırada arkadaşlarımızdan biri mahalleye girdi. Bağıra bağıra "Oğlum, Cadde'de Maxim Romaschenko'yu gördüm. Yanında da Ramazan Tunç vardı" dedi.

Şimdi geriye dönüp bakınca o anın ne kadar saçma olduğunu hissedebiliyorum. Sivil kıyafetli Romaschenko'yu tanımak herkesin harcı değildi. Fakat bizim mahallenin Süper Lig ilgisi ve atmosferi bir başkaydı. Bizim için o anda ilginç olan, bu insanların Bağdat Caddesi'nde yürüyüşe çıkmış olmasıydı. Zira akşam onların maçı vardı. Ligde üçüncü sıradaki Gaziantepspor'un futbolcularıydı, akşam Fenerbahçe ile Kadıköy'de karşılaşacaklardı ve Kadıköy sokaklarında gezintiye çıkmışlardı. 

Yok olmuyor; 2023 yılında bu cümlelerin hepsi sürrealizmin doruklarında dolaşıyor. O zaman bize ilginç gelen sadece konaklama yerini bize yakın bir yer olarak seçmeleriydi. Geri kalan her şey normaldi...

Yine de bu haberin bizde bir etkisi olacaktı tabi. Mahallenin Galatasaraylılardan ikisi olarak ben ve benden dört yaş küçük olan Mahir; hemen toparlandık. Belli ki Gaziantepspor, Suadiye Hotel'de kalıyordu. Biz de otelin önüne gidecektik. 1993'te büyüklerimizin United kafilesine yaptığı 'uyutmama" operasyonunun tersini icra edecek ve şampiyonluktaki rakibimizin rakibine moral verecektik. İki üç topçuya yalnız olmadıklarını hissetirsek, onlar da maçta o motivasyonla sahaya çıkarsa, sonrasında da maçı kazansalar... 

Yıllar sonra "O sonuçta bizim de payımız vardı" derdik...

Hemen otelin önüne gittik. Oraları bilenler bilir. Otelin olduğu sokak biraz hareketlidir. Hele bir cumartesi gününde oldukça canlıdır. Şu anda da öyle. Tabi o dönem İstanbul'un nüfusu şu ankinin yarısıydı ama yine de o zaman bile aynı sokakta dürümcüler, sinema salonları, kafeler ve dükkanlar mevcuttu. Haliyle orada durup, bir futbol takımını beklemek fark edilecek bir durum değildi. Kimse bizi kovamazdı.

Fakat öte yandan gelen giden de yoktu. Madem bu adamların bir kısmı caddede gezmeye çıkmıştı, o zaman otele giriş çıkışları olmalıydı. Fakat bir hareket yoktu. Çıkıp tezahürat yapacak ve ilgi çekecek kadar da delirmiş değildik. En sonunda Mahir ile muhabbet ederek, biraz daha beklemeye ve sonrasında dağılmaya karar verdik. Sonuçta Gaziantepspor da kendi bacağından asılabilirdi. İlla bizden destek almak zorunda değildi. Zaten onlar da; her ne kadar altı puan geride kalmış olsalar da, şampiyonluk yarışındaydı. 

Derken bir futbolcu geldi otelin önüne. Fakat bu futbolcu Gaziantepsporlu değildi. Hatta bölgenin takımı Fenerbahçeli de değildi. Bu oyuncu Beşiktaşlı'ydı! Gelen isim, Ahmet Dursun'du. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama sanırım motosikletle gelmişti, zira bundan sonra yaşanan tüm gelişmeler bir motorun civarında gerçekleşmişti. 

Ahmet Dursun otelin önünde durdu. Görevlilerle bir şey konuştu. Ve karşı kaldırıma geçip, bizim yanımızda beklemeye başladı.

Beşiktaş, yarışa havlu atmıştı aslında ama o durum pek kabullenilmemişti. Fakat son noktayı bir gün önce koymuştu. Samsunspor ile İnönü'de 0-0 berabere kalmıştı. Taraftarların çok büyük tepkisi vardı o gece. Mehmet Özdilek penaltı kaçırmıştı. Buna rağmen tepkilerin adresi Şifo değil, o sezon bekleneni veremeyen Ahmet Dursun'du.

Hatta Ahmet Dursun bizim yanımızda beklerken de karşı kaldırımdan tepkiler gelmeye devam etti. Tabi muhitin rengi belliydi. Fenerbahçeliler çoğunluktaydı. Tepkiler de onlardan geliyordu. Ve daha çok dalga geçer nitelikteydi...

15 yaşındaki ben; 11 yaşındaki Mahir ve yanımızda rakip taraftarların dalga geçtiği milli futbolcu Ahmet Dursun.... Muhteşem bir üçlüydük...

Adam sinirlenip hıncını bizden çıkarmasın diye düşünürken, üçlü grubumuzun sayısı dörde çıktı. Tabi diğer ikili bizi grubun bir parçası olarak görmüyordu muhtemelen. Fakat fiziksel olarak çok yakındık. Uzaktan görenler bizi de ekibin bir parçası hissedebilirdi.

Gruba eklenen dördüncü ise Erhan Albayrak'tı! Gaziantepspor'un sol kanat oyuncusu. Yanımızda duran iki futbolcu, iki sene önce Kocaelispor'da beraber oynamışlardı. Ayrıca iki gurbetçi oyuncuydu. Belki de Almanya'dan tanışıyorlardı. Neyse ne; sonuç olarak Ahmet Dursun, Erhan Albayrak ile hasret gidermeye gelmişti.

Aslında bakınca o da bizim gibiydi. Biz de Ahmet de, Gaziantepsporlu oyunculara maç öncesi başarı dileğinde bulunmak için oradaydık. Biz çok sansasyonel bir iş yapacağımızı düşünerek hareket etmiştik ama karşımıza sadece Erhan Albayrak çıkmıştı. O da Ahmet Dursun sayesindeydi...

İkili Almanca muhabbete başladılar. Ben o dönem okulda Almanca öğrenmeye başladığım için biraz anlayabiliyordum konuşulanları. Büyük ihtimalle onlar iki ufaklığın (zaten ergendim ama ayrıca o dönem yaşıma göre de ufak gösterirdim) kendilerini anlamadığını düşünüyorlardı. Kadıköy sokaklarında hayattan ve kadınlardan bahsettiler ama Kaybedenler Kulübü kadar karizmatik bir muhabbet değildi sanırım! 

Yine de günahlarını alamayayım, ne de olsa Almanca dönem notum iki ay sonra güç bela 3 olacaktı.

Ortamda kendimizi fazlalık olarak hissetmiştik. Artık gitme vaktiydi. İşler planladığımız gibi gitmemişti. Ama boş yere gelmiş olmak da istemedik. Nedendir bilinmez; o gün Mahir'in çantasında defter vardı. Hatta neden çanta vardı onu da hatırlamıyorum. İki oyuncudan imza istedik. Normalde öyle imza koleksiyonu yapan çocuklardan değildik. Fakat mahalleye de boş dönmek istemiyorduk.

Onlar da sağ olsunlar, defterden kopardığımız sayfaları imzaladılar.


Ahmet Dursun'un az önceki tepkilerden dolayı üzüldüğünü, yüzünün düştüğünü hissetmiştik. Ona "Üzülme ağabey, sen iyi futbolcusun" dedik.

Erhan Albayrak'a ise "Abi inanıyoruz sana, bu akşam golün var. Bir şey yok bunlarda; yenersiniz" dedik.

Kötü günler geçiren ve bizi kırmayan Ahmet'e biraz gönlü olsun diye söylemiştik o cümleleri ama Erhan'a gerçekten inanıyorduk.


İnandığımız da gerçekleşti aslında. Akşam saat 19.00'da maç başladı. Erhan, 40. dakikada golünü attı. 0-2 yapmıştı skoru. Devre biterken de 0-3 olmuştu. Gerçekten Fenerbahçe'de bir şey yoktu. Gaziantepspor yeniyordu... Galatasaray da şampiyon olabilirdi.

Fakat ikinci yarıda her şey değişti... Geri kalan 45 dakika tarih oldu. Süper Lig tarihinin en unutulmaz maçlarından biri oynandı.

Bize de o günden yadigar ikişer tane kağıt parçası kaldı.. 

Çarşamba, Eylül 13

Son Şeyler Ülkesinde


Distopyalar da ütopyalar da bilimkurgular da her zaman yaşadığımız gerçekliğin izlerinden ilerler. Ne kadar uç ve farklı olsalar da okuduğumuz veya izlediğimiz o eserler sona erdiğinde bir kıyas yapmanız gerekir. Elinizdeki tek referans da gerçektir. Sadece izleyici için değil, yazar yola çıkarken de buralardan esinlenir. El mahkumdur; gerçeğe bağlı kalmasa bile gerçekle arasında ince veya kalın bir bağ vardır...

Dünyadaki tüm canlıların yok olduğu distopik bir mekanda bile o yok oluşa neden olan olaylar yaşadığımız dünyadan mirastır. Ütopik kurgular ve en büyük rüyalar da daha önce attığımız hazlardan esinlenmiştir. Hatta zaten bu benzerlikleri yakalamamız gerekir ki, izlediğimiz şeyin ileride gerçeğe dönüşme ihtimali bizi korkutsun veya umutlandırsın.

Şimdi tüm bunları kabullenip, distopik bir eser hakkında, "gerçekle bağlantısı var" dememiz abes kaçabilir. Zaten olan bu. Fakat bu sefer o benzerlik o kadar paralel ki; tam da bu yüzden Paul Auster'în Son Şeyler Ülkesinde'si, çok korkutucu ve çok hüzünlü.

Children of Men veya I am Legend... Veya diğerleri ve daha fazlası... Bunlar muhteşemdir. Sizleri şaşırtabilir, korkutabilir, endişelendirebilir. Fakat film bitip ışıkları açtığınızda karşılaştığınız manzara, sizi ayıltır. Rahatlatır. Dünya halen devam etmektedir.

Son Şeyler Ülkesinde'yi okuduktan sonra ise etkisinden kurtulmak zor oluyor. En azından ben çıkamadım halen. Zira ışıkları açtığınızda kitap devam ediyor gözlerinizin önünde...

Yoksullar, evsizler, sokaklarda koşanlar, yozlaşan insanlar, yaşananları sona erdirmeye gücü yetmediğini kabul edip akışına bırakan bürokrasi, buna rağmen halkı bir savaş tehlikesine inandırıp yapımı 100 yıl sürecek bir duvar yapıp inşa eden hükümet, intihar edenler, sevgililer, dünya batarken dahi bilgi peşinde koşarak hayata tutunan entelektüeller, cinselliği arka plana atarak sadece piramidin en altıyla ilgilenmek zorunda kalanlar, buna rağmen artan tecavüzler ve tabi ki yıkık binalar... 

Kitabın her bir sayfasında bunlar var. Peki şu an yaşadığınız şehrin hangisinde bunlar yok? Bu kitabın adı "Son Şeyler Ülkesinde" ise, sizin yaşadığınız yerin bir son şeyler yeri olmadığını nasıl anlatabilirsiniz?

"İnsanlar burada her şey hakkında konuşurlar, özellikle de hakkında hiçbir şey bilmedikleri şeyler hakkında. Beni en çok etkileyen her şeyin yok olması değil, var olmaya devam eden bu kadar fazla şey. Bir dünyanın yok olması uzun zaman alıyor, sandığından çok daha fazla... Yaşamlar yaşanmaya devam ediyor ve her birimiz kendi küçük acıklı hikayemizin tanığı olarak kalıyoruz. Artık okulların olmadığı doğru; en son sinemanın 5 sene önce gösterildiği doğru; şarap o kadar azaldı ki artık sadece zenginlerin ulaşabildiği de doğru."

Kitabın anlatıcısı Anna Blume adındaki 19 yaşındaki bir kız. Onun 19 yaşındaki bir genç kız olduğunu anlamamız mümkün değildi, eğer kendisi belirtmeseydi. Belli ki yaşadıkları ve gördükleri onu fazlasıyla yaşlandırmış ve olgunlaştırmıştı. Geçmişinden bahsederken, çok uzak yılları anlatırmış gibiydi, asi ve hoyrat olduğu o eski güzel günlerden bahsediyor mesela. Büyük ihtimalle 4-5 sene öncesi ama onun için çok daha fazlası. Normalden çok daha bulanık...

Blume, kaybolan erkek kardeşini bulmak için bir şehre geliyor ve devamında o da şehirde tutsak kalıyor. İşte Son Şeyler Ülkesi böyle bir yer. Anna Blume, sanırım çok yakın bir arkadaşına (veya başka bir kardeşi de olabilir) yazdığı mektuplarla bize o ülkeyi tasvir ediyor. Adı hiç geçmiyor ama o kadar New York ki... Biraz da İstanbul. Biraz da başka şehirler, başka metropoller.

Hatta belki de Oslo. Kitapta yukarıdaki alıntı gibi çok fazla vurgu varken, insanın aklına ister istemez Verdens Verste Menneske geliyor.  Ne diyordu Aksel orada Julie'ye:

"Benim büyüdüğüm dünya yok olup gitti....

....Ve şimdi elimde bir tek bunlar kaldı. Kimsenin umurunda olmayan aptalca ve boş şeyler hakkında bir yığın bilgi ve anı... Geçmişe tapmaya başladım… Çünkü artık geleceğim yok, bu hissettiğim nostalji bile değil… Sadece ölüm korkusu…"

Dünyanın her yerinde aynı hisler var son 40 senedir. 

Yazarın daha önce bazı kitaplarını okumuştum. Sene 2011-2012 civarıydı. Hangileriydi acaba? Unuttum gitti. Onun iyi bir yazar olduğunu çok net hatırlıyordum. Biraz da umut aşılayan biriydi sanki. Son Şeyler Ülkesinde de isminden ve muhteşem kapağından dolayı ağır bir karanlığı okuyacağımı biliyordum ama aklımda kalan Auster algısı nedeniyle ardından ışığı göreceğimizi tahmin etmiştim. Fakat öyle olmadı. Yavaş yavaş kaybolan her şey ve kaybolan kent gibi, kitap da Blume'un mektupları da aynı bulantıyla sona erdi.

"Şimdi her şey öyle hızlı olup bitiyor ki ayak uyduramıyorum. Senin anlamanı beklemiyorum. Sen bunları görmedin, istesen de düşleyemezsin. Son şeyler bunlar. Bir gün bir ev görüyorsun, ertesi gün bir bakıyorsun o ev yok olmuş. Bir gün önce geçtiğin sokak da yok oluyor bir gün sonra. Hava bile sürekli değişiklik gösteriyor. Günlük güneşlik bir günün ardından yağmur bastırıyor, karlı bir günün arkasından sisli bir gün yaşanıyor, bir sıcak, bir soğuk, bir gün rüzgarlı bir gün sakin, derken birkaç gün korkunç ayaz oluyor.... Bir an için gözünü yumsan, arkana donup başka bir yana baksan, önünde duran şeyin ansızın kaybolduğunu görüyorsun. Hiçbir şey kalıcı değil; kafalardaki düşünceler bile. Kaybolanı aramaya kalkışarak boşuna zaman harcamamak gerek. herhangi bir şey bir kere kayboldu mu, gitti gider. "

"Azalarak bitmek" deyiminin yazıya dökülmüş hali gibiydi. Bir 21. yüzyıl tasviri diyebilir miyiz? Öyle olsa da olmasa da yazarın bu kitabı 1987 yılında yazması ilginç geliyor. İnsanın aklına 1984 düşüyor. Bence 1984 distopik bir kitap değil, tam olarak bir tasvirdi. Neyse o ayrı konu. Fakat iyi bir fotoğraf çekmişti Orwell yıllar öncesinden. İşte tam da bu noktada; 1984 ve Son Şeyler Ülkesinde sanki bir bayrak yarışı atletleri gibi sıralanıyorlar.

Orwell, 1984'ü 1949'da yazmıştı.  Esas 1984 geldiğinde oluşan tablo, 1949'da tahmin edilene çok yakındı. En azından dünyanın bir tarafında. Fakat artık yeni bir çağ, yeni bir dünya bizi bekliyordu. Sanki bu nedenle 1984'e yakın bir zamanda da Auster bu kitabı yazmıştı. Yeni bir fotoğraf ihtiyacı vardı. Fakat onun 1984'ü ne zaman bilemiyoruz? 2023 benziyor ama tam değil. 2053, 2073... Hangisi?

Önemli mi? Bilemiyorum. Sanırım değil. O zamanı bilmekten ve görmekten daha önemli bir şey var, o da bu zamanı yaşamak:

"Fakat bizim yaşamdan kastımız bu mudur? Her şeyin birer birer yok olmasına izin vermek, sonra da ne olacak diye bakmak. Belki de bu soruların en ilginci: Hiçbir şey olmadığı zaman ne olacağını görmek; ve bu durumda hayatta kalıp kalamayacağımızı..."

Ben bilmiyorum yukarıdaki sorunun doğru cevabını. Yaşamdan kastımız nedir? Yaşıyoruz işte... Kaybolan bir dünyanın içinde yaşıyoruz.

Yukarıdaki alıntı, henüz kitabın ilk sayfalarındaydı. Sonrasında Anna, aşkı da buldu o karanlık kentte. Gerçi o da kayboldu trajik bir şekilde. Fakat romanın en beyaz sayfalarıydı onlar. Anna, aşkını koruyabilseydi (onun bir hatası yoktu), belki de o mektupları daha farklı yazacaktı. Belki de karşımıza pembe kapaklı romantik bir roman çıkacaktı. Bugün raflarda olanlar gibi...

Öyleyse, tekrar yukarıdaki soruya dönüyorum. Zaten sık sık sık dönüyorum son günlerde. Zira hayatımda bu kadar etkileyen çok az roman olmuştur. Haliyle devamlı döndürüyor beni bu soruya. Ve en sonunda şöyle diyorum:

Bizim yaşamdan kastımız sadece aşktan ibarettir. Aşkla anlam kazanır. Her şeyin birer birer yok olurken, sonra ne olacağını düşünmeden yaşamak. Belki de bu soruların en korkuncu: Aşk bittiği zaman ne olacağını görmek ve bu durumda hayatta kalabilecek güce sahip olup olamayacağımız...

Ey Aksel; acaba okudun mu sen bu romanı? Bence okudun:

"Aklın karışıyor, beynin bir batağa saplanıp kalıyor. Çevrendeki her şey peş peşe değişiyor, her gün yeni bir çalkantıya karışıyor, eski görüşler, eski inançlar geçerliliğini kaybediyor. Açmazımız bu. İnsan bir yandan sağ kalmak, uyum sağlamak, içinde bulunduğu koşullar altında olabildiğince iyi yaşamak istiyor, öte yandan bunu başarmak için bir zamanlar kendine insan adını layık görmesini sağlayan niteliklerin tümünden sıyrılması gerektiğini görüyor. Yaşayabilmek için benliğini öldürmek zorundasın. Pes edenlerin sayısının böylesine yüksek olmasının nedeni bu. Biliyorlar, çünkü ne kadar çabalarsa çabalasınlar, kaybetmeye mahkûmlar. İş o noktaya gelince çabalamanın da anlamı kalmıyor elbette"



Bir dip not. Kitabın tüm kaotik yapısında beni güldüren bir tasvir vardı. Koşu gruplarından bahsediyordu Auster. Şehir yok olurken, kendilerini hırpalarcasına koşuıp, önlerine çıkan her şeyi görmezden gelerek devam eden koşucular. Adeta western filmlerindeki bufalo sürüleri gibi tasvir etmişti Auster. Demek ki New York da böyleymiş. Son yıllarda Caddebostan gibi yerlerde yaşayanlar bunları çok yakından görüyor. Ben bir Umut Sarıkaya karikatürü gibi görüyordum onları. Paul Auster romanında çıktılar. Bu da, içeriğinden bağımsız (distopik bir romanın ürkütücü grubu), onlar için gurur verici olsa gerek...

Cumartesi, Eylül 2

Kazananı Dövmek

 

Türk futbol kamuoyundaki tahammülsüzlük ve tatminsizlik kendi rekorlarını kırmaya devam ediyor. Eşik her geçen sene biraz daha yukarı çıkıyor. 

İşte örnek Galatasaray! 2023 yılı içinde sadece iki maçta yenildi ama buna rağmen taraftarı memnun değil, medyadakiler de taraftardan alkış almak için oyuncuya ve teknik heyete karşı kılıç kuşanmaya devam ediyor.

Son olarak Galatasaray, Molde ile iki maç oynadı. Çok mu iyiydi? Değildi. Hatta Molde daha iyiydi. Bunlarda bir sorun yok; tartışmayacağız. Kabulleniyoruz. Fakat günün sonunda Galatasaray kazandı mı? Kazandı. Üstelik iki maçı da kazandı. Kalitesi, işi kotarmaya yetti. Önemli olan da buydu.

Geçen sezon şampiyon olan takımın ağustos ayındaki durumunu hatırladıkça, bu sene daha iyi bir Galatasaray olduğunu da söylemek mümkün. Tabi ki sabır beklemek hayalcilikle eş değer artık. Fakat keşke en azından kazanılmış kredinin bir değeri olsa...

Aslında problemin kilit noktası basın. Zira taraftar, hoşumuza gitse de gitmese de takımından en iyisini isteme hakkına sahip. Karşısında bir Alman, Fransız, PSV, Benfica değil de Norveç Ligi şampiyonunu görünce, yaz boyunca yıldız oyuncuların adı da manşetleri süsleyince içeride dışarda rahat maçlar izlemek istiyor. Zaten taraftar oturup Norveç Ligi izleyecek, oradaki takımların analizini yapacak değil. Molde’nin nasıl bir takım olduğunu bilme sorumluluğuna sahip değil. Fakat bu eşleşmenin gideceği noktayı insanlara hazırlama ve açıklama misyonu da birilerine ait. 

Tabi ki günde 25 saat tweet atıp, dijitalde muhabbet edenler...

Kısa bir özet geçelim. Molde zaten bahsedildiği kadar kötü takım değil. Neden öyle bahsedildiğini de bilmiyorum. Gerçi artık "kötü takım" olarak da vurgulanmıyor. Ne kadar iyi takım olduğundan bahsediliyor. Fakat bunun da sorumlusu Galatasaray kadrosu oluyor. Yani konuşmalar, atılan tweet'ler, eleştiriler özetle şuraya geliyor: 

"Molde, aslında kötü takım değilmiş. Biz kötü sandık ve sizden dışarıda üç, içeride beş atmanızı bekledik. Fakat fena takım değilmiş. Gayet iyiymiş. Fakat nasıl olur da siz yine de beklediğimizi gerçekleştirmez ve dışarıda beş, içeride üç atmazsınız"

Bodo ve Molde, Norveç Ligi’nde standartların üzerinde olan iki takım. Bodo, 2020 ve 2021’de Norveç’te şampiyon olmuştu. Bu şampiyonluklar çok anlamlı durmayabilir. Fakat bu esnada Avrupa kupalarında mücadele etmiş ve Avrupa’nın devlerine kafa tutmuştu. Mesela 2020’de Milan ile oynadıkları tek maçlık turda, rakibe ecel terleri dökmüştü. Esas bombayı da ertesi sezon Roma’ya altı atarak patlatmıştı. Geçen sezon Bodo sallantılıydı ama yine de fena değildi. Molde de işte bu Bodo’nun 18 puan önünde şampiyon oldu.

Molde de yakın dönemde Fenerbahçe’yi Kadıköy’de 3-1 yenmiş, Trabzonspor ile penaltılara kalan bir tur oynamıştı. Yani aslında bu takımları az çok izlemiştik.

Tabi ki bu takımları turnuvaların başaltı ekiplerı arasında göstermeyeceğiz. Fakat bunlar da bir Zalgiris, bir Tirana, bir Zimbru da değil. Haaland’ın, Benfica’nın en sevilen oyuncusu haline gelen Aursnes’in bir zamanlar oynadığı takımlar. Chelsea'ye, Milan'a oyuncu yolluyorlar. Şimdi de Emil Brevik gibi isimleri piyasaya sürmeye hazırlanıyorlar. Yani topu bilen ekipler. Rakip kalenin yolunu bulabilecek, oraya ulaşınca da topu kaleye sokabilecek takımlar. Özellikle sezonun bu zamanlarında onlarla kıran kırana maçlar oynamak zorunda kalabilirsiniz. Bunu Milan da Roma da yaşadı; bizim onlardan farkımız, ayrıcalığımız ne?

Bazı yorumcular Molde’den 11’ini sayamadığından bahsediyor. Muhakkak bu vurgunun nedeni, kadrosunda yıldız oyuncu bulunmamasından. Oysa pratikte yanlış bir cümle. Zira Molde, kadro istikrarı ile öne çıkıyor. 2018’den beri aynı teknik direktör çalışıyor. İki sene önce Trabzonspor’a karşı oynayan kadronun neredeyse yarısı, bu sefer Galatasaray’a da rakip oldu. Galatasaray’da ise Muslera ve Kerem dışında üç sezonu tamamlamış oyuncu yok. Şimdi bunlara hiç değinmeden, sadece piyasa değerlerine bakıp Galatasaray'dan rahat galibiyet mi bekleyeceğiz? Neden ki?

Üstelik yakın tarih bu tip maçlarda yaşanan kazalarla doluyken. Galatasaray yola devam etmiş, üç eleme grubunu aşmış ve kendini gruplara atmış. Bu neticenin ardından suların biraz durulması gerekmez mi? Önemli olan sizin tatmin seviyeniz mi? "Ben fikrim ve bilgim olmadan rakibi küçümsedim. Bu doğru değilmiş. Ama yine de benim beklediğim gibi olmalıydı" şımarıklığı biraz terk mi etse artık bizi?

Oysa tam tersi olmaya devam ediyor. Mesela şimdi de Beşiktaş, Bodo ile eşleşti. Bir de Brugge var aynı grupta. C.Brugge’u yenebilen sadece tek bir Türk takımı var tarihte, o da Başakşehir... Bodo da tehlikeli bir takım, hatta bu sezon bence Molde’den daha iyi oynuyor. Buna rağmen konuşmayı çok seven arkadaşlarımız Bodo maçlarından en az dört puan yazmaya başladılar bile. İnşallah haklı çıkarlar. Fakat o dört puan da zor bela gelirse, onlara bir şey olmaz, fatura yine hocalara ve futbolculara çıkar. 

Gerçi kim takar onlara çıkan faturayı… Türk futbol ortamı deniz, yemeyen domuz… 

Cuma, Eylül 1

Tek Kanatlı Bir Kuş

 


"Ben hep korkudan korktum. Korkudan çok korktum. Roman yazdığım zaman içimde bir korku istemezdim. O yüzden bu kitapta da korkuyu anlattım. Kayseri'de askerlik yaptığım kasabanın üzerinde büyük bir taş vardı ve bütün kasaba bu taşın üzerlerine düşeceğinden korkuyor, düşmesin diye taşı demir zincirlerle bağlıyorlardı. 'Madem korkuyorsunuz o zaman çekin gidin' derdim. Seneler senesi bu korkuyu yazmak istedim"

Yaşar Kemal / 2013

Salı, Ağustos 29

Eyyamı Futbol Sıcakları

Bu hafta, Avrupa’da ülkemizi temsil eden dört takımın oynayacağı maçlar ertelendi. Çok ilginç bir şekilde, bu karar kamuoyundan büyük bir alkış aldı. Karar henüz açıklanmadan önce basına sızmıştı zaten. O esnada kendi aramızda, “Bu saçma kararı kim sundu” acaba diye tartışırken, Uğur Meleke gibi birkaç kişi Bu öneriyi haftalar önce ilk ben yazdım bile dedi. O kadar büyük bir sevinçle karşılandı ki yani, herkes kararın altında bir imzası olduğundan bahsetti.

Oysa bundan birkaç sene önce, Avrupa kupaları için maç ertelemeler büyük bir günah olarak sunuluyordu. Maçı ertelenen takımın kollandığı düşüncesi genel bir kabuldü. Sırf bu yüzden, uzun süre maç ertelenmesi olmadı.

Türkçe’yi yeni öğrenen yabancı arkadaşlarınıza veya konuşmaya başlayan çocuklarınıza “Eyyam” kelimesinin anlamını anlatmak çok zor olabilir. Neyse ki Türk futbolu bu konuda yardımınıza her zaman yetişir. Her defasında kelimenin hakkını veren güçlü örnekler çıkarıyor karşımıza. Böylece bu ay içinde de imdadımıza yetişti.

Bu tip ciddi kararların günlük alınması her zaman sıkıntıdır. Yıllardır bu alışkanlıktan vazgeçemedik. Kararın doğruluğu, faydası önceliğimiz olmuyor. Bir ilke üzerinden karar alınmıyor. Önce şartlara bakılır, şartlar uygunsa karar alınır. 

Yani ülkemizi Avrupa’da temsil eden dört takımın da mücadelesine devam etmesi, kararın alınmasında önemliydi. Bu takımlardan biri, önceki turlarda elenmiş olsaydı bu karar alınmazdı. Hatta lobisi daha zayıf Adana Demirspor da elenmiş olsaydı bu karar alınmazdı.

Oysa mesela sezon başında böyle bir karar alınabileceği vurgulansa, o zaman içimiz daha rahat olurdu. Fakat işlerin bu noktaya geleceğini kimse ön görmemiş demek ki?

Üstelik neden bu sezon böyle bir karar alındı ki? Ülke puanının çok değerli olduğu vurgusu yapılıyor da önceki sezonlarda değil miydi? Trabzonspor, geçen sezon son yılların ön eleme oynamak zorunda kalan ilk şampiyonu oldu. Yıllardır şampiyonumuz ön eleme oynamadan gruplara kalıyordu. Geçen sezon böyle bir durum varken neden Trabzonspor için aynı karar alınmadı? Geçen sezon ülke puanımız çok mu yüksekti de şimdi çok kıymetli hale geldi.

Trabzonspor, iki Kopenhag maçı arasında Antalyaspor deplasmanına gitti ve beş gol yedi. O beş golün yarattığı yıkımla çıktığı Kopenhag maçında bir gol atsa maçı uzatmaya götürecekti, ama 90 dakika 0-0 sona erdi. Üstelik bir de bu sezonun başında oynamayan Süper Kupa maçına çıkmışlardı. O maçta da Hamsik sakatlanmıştı. Şimdi o Trabzonspor – Kopenhag eşleşmesini, mesela bu seneki Fenerbahçe – Twente eşleşmesinden daha önemsiz kılan nedir?

Rakiplerimizin, Portekiz, Belçika, Norveç, Hollanda gibi ülkelerin bu tip kararlar alındığından bahsediliyor. Doğru da. Fakat zaten bu ülkeler bu ertelemeleri sık sık yapıyor. Hatta ne zaman yapacakları haftalar öncesinden belirleniyor. Biz ise kararı bir anda ve duruma göre bakarak alıyoruz. Sezon başında; fikstür çekildiğinde, “sezonun üçüncü haftasında Avrupa’da devam eden takımları maçları ertelenecek” denilebilirdi mesela. Ne beklendi ki? Cevap belli. Yukarıda bahsettik neyi beklediklerinden…

Türk futbolu, kendi ayaklarının altına dinamit koymayı çok seviyor. Gereksiz gündemlerle başını ağrıtmak, polemikler yaratmak ve onları çözememek en büyük hobimiz. Bu hafta da o hobiye alet olduk.

Gelen her yeni sezonda; bir zamanlar tüm vasatlığına rağmen katlanarak sevdiğimiz ligimizden uzaklaşıyoruz. Biz uzaklaşıyorsak, bu ligle yeni yeni tanışan genç kuşaklar nasıl bağlanacak merak ediyorum.


Pazartesi, Ağustos 28

Hırsızın Günlüğü


Uzun zamandır yeraltı edebiyatı okumuyordum. Önce bunun nedenini düşündüm. Zira zamanında çok fazla ilgim vardı ve her kitabı severek, her satırı heyecan duyarak okuyordum. Sonra o geç ergenlik de sona erince, hayat gailesi daha realist ve güvenlikçi olmayı mecbur kılınca rota değişti herhalde. Ya da yeraltı edebiyatındaki karakterler kadar sert ve cesur olamayacağımı fark ettiğim için o satırlardan bir arayış, bir yönlendirme bulamayacağıma ikna oldum.

Cevabı tam olarak bilmiyorum. Sonuç olarak aramıza bir mesafe girmişti. Fakat kütüphanede bir tane örneğine denk gelince, aklıma o eski günler geldi. 2023’ün de hepimiz için zor, hatta zordan da öte dibe vurduğumuz bir yıl olduğunu düşününce, belki bu ekolün yeniden bana bir rehber olabileceğini, uyuşukluğumu bir reddiye haline dönüştürebileceğini düşündüm.

Jean Genet ismini daha önce duymamıştım. Fakat hakkında söylenen sözler çok olumluydu. Çok güçlü referanslara sahipti. Mesela zamanında Sartre da çok fazla övmüş kendisi. Öyleyse, onun yazdığı bir romana zaman ayırabilirdim.

Fakat kendi hayat hikayesinden esinlenerek yazdığı Hırsızın Günlüğü bana hiç haz vermedi. Yaşlılık belirtisi mi acaba bu? Artık daha tutucu, daha muhafazakar biri mi oluyorum? Yoksa belki de gerçekten de yazar ve eseri zayıftır.

Yazar eşcinsel bir hırsızın (yani kendisinin) hikayesini anlatıyor. Eşcinsel olması benim için çok önemli değildi ama kitabın neredeyse tamamını aşkları, ilişkileri, tutkuları üzerine kurması beni biraz sıktı. Kitabın üçte ikilik bölümü bu şekilde ilerliyor. “Hırsızlık” veya toplum dışında kalma durumu çok az vurgulanıyor. O ilk üçte ikilik bölümde, Endülüs’e yaptığı ve kendisiyle yalnız kaldığı gezi en elle tutulur kısımdı. İspanya’nın güneyinde, sıcağın altında ve ıssızlığın ortasında kendisine bulma çabası, o esnada oradaki şehirleri, insanları anlatması çok hoştu. Fakat bu da 25-30 sayfadan fazlası değildi.

Kitabın son bölümü ise çok daha farklıydı. Orada biraz daha eleştirel, biraz daha sertti. Daha çok durumlardan bahsediyordu. Fakat o da yer altı edebiyatında aradığımız bir durum değildi. Fazlasıyla şiirseldi, ağır felsefi bir tavrı vardı. Yine de oraları okumak, romana vereceğimiz puanı sürpriz bir şekilde yukarıya çekti.

Oysa son bölüme kadar daha çok olayları anlatan, neler hissettiğinden çok neler yaşadığına vurgu yapan bir yazar vardı. Hatta biraz bodoslama anlatması bana yıllar sonra yazılacak Yolda’yı anımsattı. Belki de Sartre’ın bu kadar övmesi, Genet’nin birçok yerde övgüyle bahsedilmesi bundandır. Evet; 2023 yılında okuyunca bizi pek tatmine etmedi. Bu ekolün çok daha iyi örneklerine denk gelmiştik. Fakat diğer yandan, yazıldığı çağa göre (1948; yani savaş sonrası tüm değerleri yeniden sorgulayan Avrupa’nın yeniden doğmaya ve yeni şeyler aradığı bir yılda) oldukça riskli, tartışmalı, yaratıcı, yenilikçi bir romandı. Kendisinden sonra gelenlere ışık vermiş olabilirdi. Bu açıdan düşününce saygı duydum.

Yine de günün sonunda ben bir okuyucuyum. Edebiyat eleştirmeni veya külliyatı tasnifleyen biri değilim. Sabah mesaim var, akşam eve dönüyorum, yoruluyorum, zamanım kısıtlı, ama kısıtlı zamanımı değerlendirecek alternatiflerimin sayısı bol.  Bazen metrobüste ayakta işe giderken, bazen tuvallette, bazen sahil kenarında 10-15 dakikayı kitap okumaya ayırıyorum. İşte o esnada, birilerine öncü olmuş bir eserden ziyade, bana şimşek çaktıranı tercih etmek istiyorum. Maalesef Hırsızın Günlüğü o şimşeği çaktıramadı. “Bitse de gitsek” hissini uzun süredir herhangi bir kitapta yakalayamamıştım, buraya denk geldi.

Fakat Genet’nin hayat hikayesi halen ilgi çekici. Bu da yazarlığından bağımsız bir durum. Yetimhanelerde büyüyen, hırsızlık yapan, eşcinselliğin şimdikinden 100 kat daha tabu olduğu bir dönemde bunu ifade eden, Kara Panter’e destek veren, Filistin mücadelesinden bahseden (buradaki görüşleri Sartre ile çelişince ikilinin araları bozulmuş) öldüğünde (1986) oy kullanma hakkı olmayan, kitapları sayesinde idam cezasından kurtulan bir Fransız… Gayet ilgi çekici...

Otobiyografik öğelerle yazdığı romanı sevmedim ama biyografisi merak uyandırırdı. 

Perşembe, Ağustos 3

Süper Dergi



Son 30 yılda Türkiye'de çıkan spor dergilerinin büyük kısmını her sayısıyla satın almışımdır. Hatta bazılarında çalıştım bile. Hiçbiri hakkında kötü eleştiri yapmak istemem, zira okunacak bir şeyin bulmanın zor olduğu yıllarda ortaya bir ürün koyan herkes baş tacıydı. En azından baş ucuydu...

Fakat yine de aralarından bir tanesini ayırmam gerekiyor. Belki benim çocukluğuma denk geldiği için nostaljik subjektiflik söz konusu olabilir. Fakat yine de dönüp tekrar bakınca bile halen "Yapılmış en iyi dergi" diyorum buna. O nedenle de buraya taşıyalım kendisini.

Süper Futbol, Sabah grubunun çıkardığı bir dergiydi. Sabah grubu o zamanlar, şimdiki gibi kaliteyi düşürebildiği kadar düşürüp, sadece 'taraf' olmayı seçerek sırtını dayayan bir grup değildi. Çok daha iyiydi. Gerçi o haliyle bile bizim tercih ettiğimiz ilk grup olmazdı ama şimdiki haliyle kıyaslayınca hiç fena değildi.

İşte onlar, 1997-98 sezonunun başında bir karar aldılar ve haftalık bir spor dergisi çıkarmaya karar verdiler. Yukarıda fotoğrafa gördüğünüz derginin kapağında 1 yazsa da esas ilk sayı bu değil.

Önce haftalık ve daha ince çıkıyordu. Daha çok, o haftanın almanağı şeklindeydi. Yanlış hatırlamıyorsam salı günleri çıkıyordu. Çok güzel ve çok kısa bir şekilde haftayı özetliyordu. Zaten internetin olmadığı ve özellikle Avrupa futboluna biraz uzak kaldığımız dönemde çöldeki vaha gibiydi. Öte yandan içimizdeki Süper Lig sevgisini ateşe döndürmeyi de başarmıştı. 

Üstelik haftalık derginin tarzı da bugünlere çok uygundu. Tüm bilgilerin anında düştüğü ve hemen uçarak kaybolduğu bu zamanda, haftanın olaylarını toparlayan bir ürün çok değerli olabilirdi.

Tabi şimdilerde insanların okuma alışkanlığı iyice düştü. Zaten o zaman da pek yüksek değildi. Haliyle dergi de rağbet görmedi. Ardından dergi ekibi bir karar aldı. Şubat ayında, dergi haftalıktan aylığa döndü. Artık 1998 Dünya Kupası da yaklaşıyordu. İçerikler biraz daha Fransa 98 ağırlıklı olmaya başlamıştı.

İçeride hem çok güzel yazılar, hem de tartışma yaratan yazılar vardı. Mehmet Aktop'un yazdığı bir Liverpool yazısı beni Liverpool'a bağlamıştı mesela. Hıncal Uluç'un Terim'e "Şehir kırosu' dediği yazıyı da orada okumuştum ama Uluç belki önce Sabah'a da yazmış olabilir. Uğur Vardan'ın da "Artık Avrupa hedefi için Terim uygun değil" yazısı durur aklımda ve hatırladıkça tebessüm ederim.

Çok değişik araştırma konuları vardı. Futbolcularla yapılan röportajlar, şartların uygunluğu nedeniyle çok daha açık ve şeffaftı. Yani futbolcular bam güm konuşabiliyordu. Kapakları, sayfalardaki fotoğrafları da .çok güzel ve canlıydı. Aylığa geçtiği ilk sayısında verdiği Galatasaray deodorantının kokusu bile halen burnumdadır. 

Fakat aylık derginin ömrü de çok uzun süremedi. Sadece dört sayı çıkabildi. Kupaya hazırlanan dergi, Fransa 98'i göremedi. Yine de dergi ekibinde yer alan birçok kişi yıllar içinde daima karşımızda oldu.

Hatta aynı grup 2001-02 sezonun başında yine benzer bir haftalık çıkardı. Bu sefer biraz daha magazinden beslendi. Ümit Karan'ın Tuğba Özay ile poz verdiği, Rüştü Reçber'in eşi Işıl Reçber ile röportaj verdiği içerikleri vardı. Tabi, bu eklemelere rağmen o dergi de çok uzun sürmedi... Ama neyse ki aynı dönemde çıkan Radikal Futbol biraz daha uzun soluklu olabildi.

Süper Futbol'un genel yayın yönetmeni Alp Can'ın ise trajik bir hikayesi vardır. Onu da yad edelim. İstanbul Üniversitesi sosyoloji bölümü mezunu olduğunu öğrendiğimde, hiç tanımadığım bu adama yakınlık hissetmiştim. Zaten çok da güzel bir dergi çıkarmıştı. Fakat mesleki kariyeri istediği gibi gitmedi. 2000'lerin ortasından itibaren uzun süre işsiz kalınca, biraz derbeder bir hayata karışmış. Bunun sonucunda da 2010 yılında, henüz 49 yaşında kalp krizinden vefat etti.

Süper Futbol'un aylık olanlarını yıllarca, yani 25 sene boyunca saklamıştım. Artık onların da geri dönüşme gitme zamanı geldi. Ara ara açıp okuyordum ama artık belli başlı sayfaları, taranmış haliyle PC'den okunacak. Aynı tadı vermez tabi ama 25 yıllık dergiyi de; 10 farklı eve taşıdıktan sonra artık 11.'ye götürmek evlilikte zararlara yol açabilir.

Keşke ayrılık nedeni yenilere yer açmak olsaydı ama o konuda umudumuz yok...


Çarşamba, Ağustos 2

Sırça Köşk


Öykü kitabı okumak gerçekten çok işlevsel. Şimdilerde herkesin peşinden koştuğu "Hap içerik" kavramının en kaliteli hali. Tabi yazınsal olarak. Yoksa görsel açıdan kısa filmler de var. Metrobüste bir öykü, metroda bir öykü, yemek yerken iki öykü falan derken hop; iki günde kitap bitiyor. Romanı her yerde okuyabilmek, kaldığın yerden devam etmek bu kadar kolay olmuyor. "Şimdi bölünmesin" diye diye erteliyoruz devamlı.

Kalemini çok sevdiğim ve okuduğum ilk günden itibaren geleceğe (yani bu zamana) uygun bir dille yazmasına şaşırdığım Sabahattin Ali, bir kez daha yanıltmıyor.

Daha önce Değirmen'i de okumuştum. O biraz daha gençlik dönemi hikayelerinin toplandığı kitaptı. Açıkçası o, bana daha coşkulu gelmişti. Sırça Köşk ise biraz ağır ilerledi. O nedenle eğer mecbur kalırsam tercihim Değirmen olurdu. Fakat Ali'nin Değirmen'i çok sevmediğini ve Sırça Köşk'ü öldürülmesinin hemen öncesinde yazdığı (1944-1947 arası) öykülerden olduğunu biliyoruz. Yani daha içine sinerek yazmış. Aslında buradaki öykülerin daha akılda kalıcı olduğunu kabul etmeli....

Sırça Köşk kitabının içinde 17 tane öykü var. Yazı dilinin günümüze yakınlığı bir yana; işlenen konular bile bugünün geçerliliğine uygun.

Hastanede rehin kalan gebe kadınlar, tıp dünyası tarafından dolandırılanlar, köşklerde yaşayıp halkın huzurunu bozanlar, koyunlar, çobanlar, namı yürüsün diye katil olanlar, erkek zulmü nedeniyle pavyona düşen parlak öğrenciler... Bugün bu öyküler muhalif bir gazetede yayınlansa, Facebook'ta paylaşım rekorları kırardı.

Beni en çok şaşırtan ise Çirkince hikayesi oldu. Aslında hikaye de sayılmaz. Yani pek bir kurgu öne çıkmıyor. Yazarın İzmir'in bir kasabasına dair yorumları ve kıyaslarını okuyoruz. O kasabanın ise şimdilerde insanların peşinden koştuğu Şirince olduğunu öğrenince işin boyutu değişiyor. Keşke usta yaşasaydı da, 2000 sonrası Şirince üzerine bir değerlendirme daha yazaydı. Belki şu anki hali (bir de ülke geneli düşününce) onu biraz daha tatmin eder.

Salı, Temmuz 25

Sakar Casus

Diyarbakır doğumlu ama Trabzon'da yaşıyor.

Adı Hakan, soyadı Yeşil.

Resmi kayıtlara göre 1 Ocak doğumlu. Günahını almayalım ama yaş küçültme furyasına kapılmış olabilir.

Tüm bu bilgiler, eğitimli bir istihbarat elemanını andırıyor. Fakat o bir futbolcu... Ve idmanda Trabzonspor'un en büyük transfer hamlesi Orsic'in sakatlığına sebep oldu. Tesadüf mü?

Tabi ki tesadüf. Ve hatta çok talihsiz. Keşke rakip olsalardı. Aynı takımdan birinin bu kadar uzun sakatlığına sebep olmak çok zorlayıcı bir durum olsa gerek. Fakat işin hafif mizahi yönüne bakınca da elimizdeki bilgiler bunlar. Kendisi ajan gibi. Hiç dikkat çekmeden kampa sızmış ve işi bitirmiş.

Bu arada kendisi milli takımlarda da sık sık oynamış. Buna rağmen bugüne kadar dikkatimi çekmemişti. Bu kısım benim eksikliğim. Fakat geçen sezon Bodrumspor'a kiralanmış ama sadece 5 maç ve 65 dakika süre alınca hiç farkında olmamışım. Bu da Hakan'ın eksikliği...

Yine de kariyerinin bu döneminde böyle bir olaya adının karışması talihsizlik. Videoyu da izledim. Aslında o kadar sert bir hamlesi de yokmuş. Birçok şeyin arka arkaya ters denk gelmesi, bu sonucu doğurmuş gibi. Fakat yine de bir hatası var Hakan'ın. İdman maçı da olsa; sırtını kaleye dönmüş ve taç çizgisine doğru şekil almış bir forvete ceza sahası içinde öyle girmenin hiçbir mantığı yok. Bu girişler bazen penaltılara bazen de böyle sakatlıklara neden oluyor. Pozisyon devam etse hiçbir şey olmayacaktı. Gol bile...

Yine de idmanlarda bu tip olaylar olabiliyor. Nasıl olduğunu bilmesek de Orsic'ten bir gün sonra Atletico idmanında Gimenez'in ayağı kırıldı. O da sezonun ilk yarısını kaçıracak gibi. Çağlar için avantajlı bir durum tabi...

Orsic sevdiğimiz bir oyuncuydu. Dinamo Zagreb'de coşmuş, özellikle Atalanta ve Tottenham'a yaptığı hat-trick'lerle gündeme oturmuştu. O dönemlerde neden Premier Lig'e gitmediğini sorguluyorduk. Geçen sezon 30'a gelince Southampton'a gitti. Geç kalınca da işler yürümedi istendiği gibi. Oradan sekip Süper Lig'e düşmesi ise heyecan vericiydi.

Fakat hazırlık maçlarında Trabzon medyası yerden yere vuruyordu. Ben izlemedim maçlarını. Hoca ile aynı memleketten olunca da satırlar kan doğradı adeta. Bu açıdan bakınca belki her işte bir hayır vardır. Southampton tecrübesi tatsız bitmiş moralsiz bir Orsic, oynasa ve bekleneni veremese Bjelica'nın işini zora sokabilirdi. Şimdi Bjelica'nın bir bahanesi oldu.

Sene sonunda çıkacak sonuca göre bu tatsız kazanın anlamı değişebilir.

Pazartesi, Temmuz 24

KAP Heyecanı Öldürüyor

Wilfried Zaha'nın transfer süreci ve Galatasaray'a getireceği faydalar (ve zararlar) başka bir konu. Hiç oraya girmeden başka bir konudan bahsetmek istiyorum. Üstelik o konu Zaha ve Galatasaray'dan daha fazla bir çevreyi ilgilendiriyor.

Günümüzde transfer videoları çok değerli. Taraftarlar bunlardan çok keyif alıyor. İçerik üretmekte zorlanan medyanın da işine yarıyor. Yaratıcı olanları zaten yıllarca unutulmuyor. Yaratıcılığın en güzel tarafı ise aslında videonun heyecan yaratmasından kaynaklanıyor. Yani kulüp bir video yayınlıyor ve siz onu izlerken bazen o oyuncunun kim olduğunu bile bilmiyorsunuz. Zaten yaratıcılar da senaryoyu ona göre çiziyor. Son ana kadar merak edilen bir kısa film tadında. Oyuncu son sahnede karşımıza çıkıyor ve yaratılan o şok sayesinde video, hızlıca yayılıyor.

En azından Avrupa'da bu işler böyle. Tabi bazen transferler çok beklendiği için, öncesinde isimler medyada çok tartışıldığı için, o an hangi oyuncunun videosunu izlediğinizi tahmin etmeniz de kolaylaşıyor. Fakat bizdeki sorun daha başka...

Bizde her şeyden önce kuru bir KAP açıklaması geliyor. "Oyuncuyla görüşmelere başlanmıştır" yazan iki satırlık resmi bir açıklama, aslında transfere ait en resmi ve ilk açıklama oluyor. Herkes biliyor ki, o "görüşmelere başlandı" ifadesi aslında görüşmeler tamamlandı ve oyuncu geliyor demek. Benim hatırladığım Reyes ve Forlan dışında KAP'a bildirilip de gerçekleşemeyen transfer pek yok. Varsa da onlar da 1-2 tanedir.

Bir pazar günü sıcaktan baygın bir şekilde evde oturuyorsunuz. Ezeli rakibinizin gündeminde bir transfer var. Gelecek mi gelmeyecek mi? Her an açıklanabilir. O sırada kulübünüz sosyal medya hesaplarından bir açıklama yayınlıyor. "Wilfried Zaha ile görüşmelere başlanmıştır"...

Tabi ki ortalık yine alev alev oluyor. Galatasaraylılar, ezeli rakibe attıkları gol nedeniyle mutlu, Fenerbahçeliler öfkeli.  Sosyal medya toz duman. Üstelik bu 1-2 saat de sürmüyor. Geceye kadar etkisi devam ediyor. Gece de zaten oyuncu Türkiye'ye geliyor. Fakat ortada bir video yok henüz. Zira resmi sözleşme imzalanmadı. Sağlık kontrolleri gibi detaylar da var. Yani görüşmeler devam ediyor!

İşin prosedür kısmını anlamak mümkün. Kulüpler o kurallara uymak zorunda. Fakat yine de yayınlanacak olan videonun etkisi, KAP açıklamasından daha etkili olmuyor. Daha doğrusu, KAP açıklamasının düştüğü saatlerde yayınlanacak bir videonun etkisi, normal sıralamada sona kalan bir videodan daha etkili olacakken; o fırsat kaçıyor.

Çok büyük bir sorun mu? Yani dünyanın sonu değil. Fakat futbolun "sportif" alandan çıkıp "eğlence sektörü"ne en çok yaklaştığı dönem olan transfer mevsiminde bence önemli bir ayrıntı. 

Zaten bu borsa, sportif A.Ş, sahipli yatırımcı ve benzeri durumlar beni hiç hoşnut etmedi. Bu da aynı ekolün bir diğer ayağı...

Çarşamba, Temmuz 19

San

"O turnuva için Sevilla ile bir sözleşme imzaladım. Fakat Sevilla başkanı bana, 'Maradona ayrı bir konu. Onunla ayrı bir anlaşma yapmalısın' dedi. Sevilla'nın La Coruna'da oynadığı maçın ardına gelen bir randevu ayarlandı ve deniz kenarında güzel bir restorana gittik. Güneş batarken Atlantik Okyanusu'na bakan bir kulüpte oturduk. Sonra lobiye geçtik ve Maradona ile sözleşme imzaladık.

Maç öncesi Maradona'ya ilave yüz bin dolar ödemem gerekiyordu. Benim gelirlerimden bir tanesi de televizyon haklarıydı ama Galatasaraylılığımdan dolayı sesimi çıkartamadım. Bir diğer gelirim de bilet satışlarıydı. O zamanlar bilet satışlarında Biletix gibi bir sistem yoktu. Kapıda maç öncesi satılıyor, nakit olarak hasılat alınıyordu. Soğuk bir akşam olduğu için maça istediğim kadar ilgi olmamıştı ve gişelerde 30 bin dolara denk gelecek bir para toplanmıştı. Bu arada (iptal olan) Michael Jackson konseri nakit akışımı ve para durumumu çok kötü etkilemişti. Finansal anlamda zor bir süreç yaşıyordum. Herhangi bir yerden yetmiş bin dolar daha bulmam gerekiyordu. Maç Türkiye ve İspanya'da naklen yayınlanacaktı. Sevilla ısınıyor ama Maradona'nın menajeri beni devamlı sıkıştırıyordu. Adamın derdi paraydı. Sonra aşağıdan haber geldi: "Maradona içeri girdi, maça çıkmıyor!"

Yayın başlayacak ama hâlâ Maradona yoktu; çünkü parayı hemen istiyordu. Faizle para aldığım bir arkadaşım vardı., onu aradım. Hilton'un kumarhanesinden para getireceğini söyledi. Bu arada maç başlamıyordu, çünkü Arjantinli sahaya çıkmıyordu. Sinyal sorunu diye bir şey uydurdum, maçı geç başlattık. Para da bu sırada geldi ve menajerine verdik."


Ahmet San'ın yeni çıkan ve hayatını anlattığı kitabını okudum en son. İnanılmaz bir hayat hikayesi var. Yüzlerce ünlünün adı geçiyor. Tabi ki 93 yazı başrolde. Fakat dahası da var.

Yine de kitap için anı yüklü dememiz kolay değil. Daha çok kişisel gelişim kitabı gibi. Gençlere öğütler  merkezde. Biz bu tip anıları, ülke tarihine geçen olayların arka planlarında yaşananları merak etmiştik. Keşke daha sihirli bir dokusu olsaydı. Yine de kitap hevesle okunuyor. Muhakkak eğlence ve organizasyon sektörünün içinde yer almak isteyenler temin etmeli.

Bu arada Ronaldo & Galatasaray transferi de gerçekten direkten dönmüş galiba....

Salı, Temmuz 18

Çöldeki Vaha



Kadın voleybol milli takımının şampiyonluğunu kutlayalım öncelikle. Tabi ki her şampiyonluk güzeldir. Ayrıca Türkiye'de kadınların bir araya gelip, uluslararası arenada başarılı olması da sadece bu kapsamıyla bile çok değerlidir. Bunu da küçümseyecek değiliz.

Fakat, başkasını dövmek için voleybolun kullanılmasından rahatsız olmamak elde değil. Futbolu, iktidarı, toplumu dövmek için "Bakın kadın voleybolcular ne kadar güzel işler yapıyorlar" demek pek gerçekçi bir anlatı değil. 

Aslında bugün voleybolu kullananlar başka zaman basketbolu da kullanır. Üstelik bunu her kesim yapar. Fenerbahçe futbol takımı kötüyken erkek basketbol takımı, dünyanın en güzel takımıydı. Futbol takımı iyi olsaydı, yani dövülecek bir lokomotif olmasaydı o kadar rağbet görmeyecekti bu söz. Veya Galatasaray erkek basketbol takımının yeniden "Yenilmez Armada"ya dönüşmesi, futbol takımının kötü olduğu 2010-11 sezonuna denk gelir. Ne zaman futbol toparladı, erkek basketbolunun misyonu ortadan kalktı.

Bugün voleybol milli takımını övmek (ve rahatsız olduğu her şeyi dövmek) için sıraya girenlerin, voleybolu pek önemsemediğini sonbaharda başlayacak Sultanlar Ligi'nin rayting rakamlarından anlamak mümkün olacaktır. Gece ABD'de oynanan maç için sıcak yatağından kalkıp heyecan yapmış gibi tweet atanların, gündüz saatinde açık kanaldan yayınlanan bir Galatasaray - THY maçını izlemediğini biliyoruz.

Çok da önemli değil. Herkes istediğini istediği zaman izler. Bir sınıf oluşturma derdinde değilim. Fakat bu başarıda sandığınız kadar büyük payınız yok. O kısmı geçelim.

Peki gerçekten kadın milli takımı başarılı mı?

Eğer anlatıyı zor şartlarda spor yapan gençler üzerinden kuracaksak belki öyle olurdu. Oysa değil. Yani Türkiye'nin kendine has zorlukları muhakkak bu toplumun fertleri olarak voleybolcuları da etkilemiştir. Fakat öte yandan Türk voleybolu, yaptığı yatırımın karşılığını bugüne kadar pek alamamıştı. Bu açıdan kabul etmek gerekir ki, kadın milli takımımız biraz başarısızdı. Bunu değerlendirmek için, önce sakin düşünmek sponsorların gazına gelememek, etkileşim peşinden koşan mesajlar atmamak gerek. 

Daha sonra da oyunun kendine ait gerçeğine bakalım.

Türkiye voleybolda Avrupa'nın en çok para harcayan ülkelerinden. Yani öyle fakir bir ülkenin yoktan var olmuş bir hikayesi yok. VakıfBank, Eczacıbaşı ve hatta son dönemde küçülen Fenerbahçe bile; Avrupa'nın sayılı kulüplerinden. Avrupa'da bizim kulüplerimiz kadar para harcayan bir Rusya vardı, malum sebeplerden artık o da yok! Zaten, yabancı oyuncularla dolu kulüp takımları Avrupa'da kupaları kaldırıyor.

Fakat milli takım aynı başarıyı yakalayamıyordu. Bu kötü bir şey de değildi. Eleştirmek için de belirtmiyorum. Sadece kafanızda kurduğunuz voleybol anlatısı gerçekle pek örtüşmüyor.

Ben bizim kadın voleybol takımımızı biraz İngiltere Milli Takımı'na benzetiyorum. En azından 1986 sonrası İngiltere'ye...

Nasıl bir İngiltere? Dünyanın en iyi futbolcularını liginde toplar, Avrupa kupalarında kafaya oynar, zaman zaman kupa da kazanır, yaz şampiyonlarında da milli takımı en iyi kadrolarından birine sahip olur, kupayı alacağını düşünür ve fiyaskoyla evine döner.

Aslında Türkiye gibi, spora ve sporcuya değer vermeyen bir ülke için bu da gayet iyi bir hikaye. Keşke tüm branşlarımız İngiltere futbolu gibi olsa. Üstelik voleybolu icat etmedik ve toplumumuz bunu kibiri altında ezilmedi. Yani kupa kaldırmamak  bizim için utanılacak bir durum değil.

Fakat nasıl Avrupa futbolunda İngiltere, "Loser" kavramı ile eş tutuluyorsa, kadın voleybol takımımızda da benzer bir durum var.

Neyse ki Milletler Ligi ile bu kırıldı. Tabi tam bu noktada bu sefer Milletler Ligi'nin ne kadar önemli bir organizasyon olduğu masaya yatırılabilir ama sanırım güçlü sponsorlar buna pek izin vermeyecek gibi. Daha çok Dünya Kupası veya olimpiyat madalyası kazanılmış gibi anlatılacak. Hatta toplumun birçok kesimi öyle olduğunu zannederek hayatına ve iktidar karşıtı Facebook paylaşımlarına devam edecek.

Aslında bu düşüncelere uzun zamandır sahibim. Fakat kaybedilen turnuvalardan sonra yazmak  fırsatçılık gibi dururdu. Bir de yamyam futbol tayfasının kıskançlığı ile bir tutmak istemezdim kendimi. O nedenle kazanırken söylemek daha doğruydu. Bir de zaten milli takım kaybedince biz de üzülüyoruz. Çıkıp "Bak yine kaybettiler" demek içimden gelmezdi.

En azından şeytanın bacağını kırdığımız ve gerisini geleceğine inandığımız bir dönemde bunları söylememiz daha uygun. Voleybol milli takımı saha içinde potansiyelinin altında kalan bir takımdı ve bu altta kalmanın altından kalkmak için önünde fırsatlar silsilesi önünde duruyor.

Öte yandan şunu da kabul etmek lazım. Kadın voleybolcular, ülkedeki diğer kadınlar daha avantajlılar. Zira onların rekabet ettikleri de kadınlar. Yani sadece voleybolcular değil, sporcular... Mesela bir kadın yönetmenin film sektöründe, bir kadın siyasetçinin siyasi arenada, bir kadın reklamcının Maslak plazalarında tutunması çok daha zor. Zira rekabet ettiği binlerce erkek ve erkek egemen sistem var. Oysa sporcunun karşısındaki de kadın. Ve Batı ülkelerini çıkarırsak, kadına verilen değer zaten üç aşağı beş yukarı benzer oluyor.

Buna bir de voleybolun özel avantajları eklenebilir. Tabi voleybol o avantajları altın tepsiyle almadı, biraz da kendi yarattı. Mesela federasyon her yere saha yaptı. Kızların voleybolcu olması kolaylaştı. Aslında sanılanın aksine futbol oynayan erkek çocuklardan daha fazla fırsatları oldu. Bir yandan da Avrupa'daki rakip ülkeler için voleybol o kadar da önemsenen bir branş değil. Komünizm mirası ve rekabetçi DNA ile Slav ülkelerini, top olduktan sonra her oyunu oynayan Brezilya'yı ve biraz da her spora asgari yatırım yapan ABD'yi çıkardığınızda; geriye pek bir ülke kalmıyor.

Oysa futbola, tenise, basketbola baktığınızda birçok ülkenin hevesli olduğunu ve rekabet çıtasını yukarıya çektiğini görürsünüz. Yani kadın voleyboluna koyulan 1 milyon, erkek futbolu için harcanan 50 milyondan daha büyük olabilir. Bu ikisini kıyasladığınızda, 1 milyonu görüp "işte azıcık desteğe rağmen..." ile başlayan cümleler kurmak pek doğru matematik olmayabilir.

Öte yandan kadın voleybolculara yaşatılan psikolojik zulmü de es geçmeyelim. Bu konuyu tartıştığımızda, sevgili eşim bu kısma çok dikkat çekti. O da haklıydı. Fakat bu kadın voleybolculara haiz bir durum değil. Türkiye, kendisinden başka herkesten nefret eden bireylerin oluşturduğu bir toplum olduğu için sene 500 maça çıkan ve gdevamlı görünür olan voleybolcu da zulme uğruyor. Tabi voleybol halkımız tarafından teknik anlamda pek bilinen bir spor olmadığı için, voleybolcuyu sportif açıdan eleştirmek kolay değil. O yüzden iş biraz "kadınsı özellikler"e kalıyor. Ama mesela futbolu herkes çok iyi bildiğini sandığı için Arda Güler'in imza törenindeki top sektirmesine bile burnunu sokup "Ben daha iyisini yapardım" diyebiliyor. 

Bu işin bir de kadın futbol ayağı var. Birkaç gün sonra Kadınlar Dünya Kupası başlayacak. Tabi ki izleyeceğiz fırsat oldukça. Sonra lig başlayacak. Onu da izleyeceğiz. Birileri ise izlemeyecek. Fakat sonra kadınların medyada yer bulamamasından şikayet edecekler, başka branşları dövecekler, "ah kadınlara ilgi gösterilse" diyecekler.

Peki bu ilgi nasıl gösterilecek? Oyunu oynayanların oyunu nasıl oynadıkları anlatmadan oyunun değeri artar mı? "Biz kadın futboluna ilgi gösteriyoruz" diyenlerin, ligimizden 10 tane kadın futbolcu sayamadığı ortamda hangi ilgiden bahsedebiliriz?

Bu işin özü sporcunun performansıdır. Yeteneği, kabiliyeti, iyiliği, kötülüğü, vurduğu smacı, kaçırdığı golü, sakatlığı, boyunun kısalığı, sol ayağının muhteşemliği.... Bunları konuşarak bir değer elde edersiniz. Bu hikayeleri yazarak ilgi çekersiniz. Biz çocukken futbola ve basketbola, toplumsal bir misyondan dolayı ilgi göstermedik. Gördüğümüz sportif manzaralar ilgimizi çektiği için heyecan duyduk. O manzaraları da önümüze koyan, o hikayeleri anlatan bir basın vardı. Ulaşmak kolaydı. Eğer kadın futbolcuların maçını izlemezsek, onu tartışmazsak, olan biteni eleştirmezsek buradan bir ilgi çıkmaz. 

Yani bu işin özü sahanın içi. Performansın kendisi. Hikaye orada. Haliyle kadın voleybol takımının başarısız olduğunu iddia etmek de bu işin bir parçası. Ayıp değil, günah değil. İşin ta kendisi... Son şampiyonluk ise bu ortamda geç kavuşulan bir meyve. Tek olmayacağına inanıyoruz ama asla da yeterli değil.

Başlık da biraz bu paragraf zaten. Siz Türkiye'deki kuraklığın içindeki güzellik olarak görebilirsiniz. Ben oyuna bakıyorum. Birçok turnuvadan eli boş dönen milli takımın kupasız dönemlerinin ardından kazandığı bir vaha olarak görüyorum. Çünkü spor budur. Ya kupanız vardır ya da yoktur. Gerisi gerçeklikten sapmaktır.

Pazartesi, Temmuz 17

Müslüm


Ayvalık'tan Bodrum'a giderken Tolga Çevik'in orta düzey Sen Ben Her Şeyimsin filmine denk gelmiştim.

Aynı rotadaki dönüş yolculuğumda ise seçenekler arasında Müslüm vardı. Müslüm filmine ilk çıkış yılından itibaren (2018) oldukça mesafeliydim. Daha doğrusu; filmin yapımcısı Mustafa Uslu çıkardığı ürünlerle ve sonrasında dünyayı kurtarmış gibi davranmasıyla bizi bu tip hikayelerden soğutmayı  başarmıştı. O nedenle Müslüm'e doğal bir mesafe koymamız kolay oldu. Fakat her şeye rağmen bir otobüs yolculuğunda izlemek için hiç fena bir seçenek sayılmazdı.

Hatta filmin girişindeki isimleri okuyunca "Acaba haksızlık mı ettim?" diye kendime sormadan edemedim. Senaryo kısmında Hakan Günday'ın olduğunu beş yıldır bilmiyordum, bu bilgiyi filme başladıktan hemen sonra öğrendim. Bu da düşük beklentilerimi bir anda yukarıya çekti.

Fakat yine de karşımda iyi bir film bulamadım. Aslında benim yıllardır düşündüğüm kadar da kötü değildi. Ben tam bir ajitasyon ve drama bekliyordum. Popüler bir isme sırtını dayayarak üretilmiş, tiraj kaygılı bir 'reklam ürünü' çıksa şaşırmazdım. Aslında bu düşüncelerimiz belli noktalarda kendini gösteriyor. Fakat en azından oyunculuk, zaman zaman görüntü yönetmenliği ve tabi güçlü bir öykü bizi bir şekilde filmde tutuyor.

Yine de Müslüm Gürses gibi, uzun yıllara damga vurmuş, kitleleri harekete geçirmiş, bunun yanına da tam anlamıyla "tam filmlik" bir hayat hikayesi eklemiş bir karakterin biyografik filmi çok daha derinlikli olabilirdi. Hatta film genel olarak, standart bir sinema filmi kadar derin değil. Kompakt da değil.

Sinematografik kısımda pek sıkıntımız yok. Zaten çok iyi oyuncular var. Teknik anlamda da masraftan pek kaçılmamış. Filmin iki yönetmenli olması ise büyük sıkıntı. Hangi sahneler Ketche hangi sahneler Can Ülkay'a ait bilemedim. Buna rağmen filmin konusunda bir kopukluk var. Filme başlar başlamaz ve sonrasında iyi bir süre boyunca Müslüm Gürses'e farklı bir açıdan bakacağımızı zannediyoruz. Fakat sonrasında paket paket bilgiler doğru yanlış olduğu düşünülmeden önümüze atılıyor.

Oysa biz Müslüm Gürses'i biliyorduk. Bize bu bilgiler pek lazım değildi. Daha önemlisi, Müslüm Gürses'in külliyatında iddialı olmasak da onun bu ülkedeki etkisini biliyorduk. Ve onu farklı kılan da oydu.

Üstelik benim gibi çok büyük Müslüm Gürses hayranı olmayan birinin bile bildiği basit bilgiler, tarihsel gerçekliğinden kopartılmış. Filmi daha ilgi çekici hale getirmek için mi denenmiş bunlar? Oysa hikayenin özü zaten ilgi çekici olmaya yetiyor. Sanırım iki saatlik bir filme bilinen her detayı sıkıştırmak için çalakalem bir şeyler yazılmış. İster istemez burada oklar Hakan Günday'a dönüyor ama projenin arka planında olan biteni bilmediğimiz için günah almayalım.

Bir iki örnek verelim. Gürses'in Gülhane konseri dillere destandır, efsanedir. Başlı başına bir olaydır. Bir de jiletçi hayranları ile kurduğu ilişki ve devamında bıçaklandığı bir Bursa konseri vardır. Bu da Müslüm Gürses olgusunun en sert örneklerinden biridir. İki konser de farklı anlamlar ifade eder ve kendi sınırlarında yeterince güçlüdür. Oysa biz bu iki konserin birleştiğini görüyoruz filmde. Müslüm Gürses Gülhane konserinde bıçaklanıyor güya... Neden? Ya da Müslüm Gürses ile Burhan Bayar'ın tanışması çok eskilere, 15-16 yaşlarına dayanıyor. Burada ise çok daha sonrası. Üstelik Bayar filmin müzik yönetmeni. Öyleyse neden? Böyle olunca hikaye daha bir peri masalına mı dönüşüyor? Bir başarı hikayesi mi? Peki Müslüm Gürses'in yarattığı sihir bir başarı hikayesi olması mı? Tam tersi değil mi?

Bu tarz sahte dokunuşlar, beni biyografik filmlerden uzaklaştırıyor. Vasat sinema seyircisini aldatmak ve etkilemek kolay, onların parasını alıp gişe yapmak kolay, devamında her işi vasata hizmet edecek şekilde yapmak daha da kolay... Maalesef toplu bir kalite düşüklüğünü işte bu tip alışkanlıklar doğruyor. Kim daha fazlası için uğraşsın ki?

Üstelik bilinen her detayın anlatılmasından daha fazlasına ihtiyacımız var bu tip işlerde. Yani tıka basa dolu bir Gülhane konseri görmek istemiyoruz filmde; Halfeti'den çıkan, babası annesini öldüren, bir müddet şöhreti de yakalayamayan adamın o konser alanını nasıl doldurduğunu gösteren gelişmelere ihtiyacımız var. Sadece türkü söyleterek olmazdı bu! Türkü söyleyen yüzlerce sanatçı var zaten. Müslüm Akbaş'ın bir farkı olmalıydı. O fark ise filmde yoktu. Hatta zaten bir "müzik" filmi olarak baktığımızda bile Müslüm Gürses sadece türkü söylemezdi ya... Onu farklı kılan sesler de yoktu...

Müslüm Gürses'te dramatik bir hayat hikayesinden daha fazlası var. Film bize hiç çocuğu olmamış "Baba"nın hayat hikayesini anlatıyor ama onun nasıl "Müslüm Baba" mertebesine yükseldiğinden bahsetmiyor. Hatta adını Müslüm koyarak da kısa yola saptığını itiraf ediyor. Müslüm Akbaş'ı mı, Müslüm Gürses'i mi Müslüm Baba'yı mı anlatıyor? Hepsinden biraz, ortaya karışık. Kesişim kümeleri Müslüm işte...

Biz burada, onun İstanbul'un varoşların da varoşlarında nasıl sevildiğini, yoksul halkın değil yoksul halkın bile ittiği Müslümcülerin gönlünde nasıl taht kazandığını görmüyoruz. Sanki o şarkı söyledi, herkes sevdi, bir de sonsuz bir aşka sahip oldu... Filmin bize verdikleri bunlardan ibaret. Hatta Batılı tarzda şarkı söylediği 2000'ler bile çok kolay geçilmiş. 'Yüksek kesimin" Müslüm'ü sahiplenmesi o kadar kolay mıydı peki? Ya da onun evlatları, babalarının Harbiye'de caz söylemesini olgunlukla kabullenmiş miydi?

Cevapları biz biliyoruz. Hatta tek bir cevap bile veremiyoruz. Zira çok fazla cevabı var. Müslüm Gürses'i, diğerlerinden farklı kılan da buydu biraz. O Ferdi ve Orhan gibi zirvede değildi. Biraz kenardaydı. Kenarda olmasının da sebepleri vardı, çünkü çemberin dışını temsil ediyordu. Gülhane'de de öyleydi, Harbiye'de de... Fakat filmimiz bunlara girmemiş. Eh kabul edelim; zor konular... Sigara, alkol, uyuşturucu az, varoşlar yok, 1980 darbesi yok, 1980 sonrası yok, işçiler, yoksullar yok, İstanbul yok, kasetçiler yok, Orhan ve Ferdi de yok... E peki ne var o zaman? Geriye kalanlarla nasıl bir Müslüm Gürses atmosferi iddia edilebilir? Filmin başındaki ıssız Urfa ve kaotik Adana da olmasa yanmıştık...

Hakan Günday'ın varlığı bizi sırf bu yüzden rahatlatmıştı ama beklediğimiz katkı gelmedi.

Onlar Müslüm'ü anlatmış. Wikipedia'da okuyabildiğimiz Müslüm satırlarının görsele aktarılmış hali. Etkileyici bir hayat hikayesine, başarılı bir sinema uyarlaması. Fakat, ansiklopedik bilgilerden daha fazlası vardı Müslüm'de. Onu Müslüm Baba yapan bir şey olmalıydı. Arabeski herkes dinledi ama bir tek onun hayranları kendilerini jiletledi. Bunun bir nedeni olmalıydı. O nedenler filmde yoktu. 

Oyuncularımız gerçekten çok iyiydi. Timuçin Esen'e tek eleştirim Müslüm Gürses'in şarkı söylerken kendinden geçtiği halleri biraz fazla abartması ve aslında sanki Levent Kırca'nın Müslüm Gürses taklidine dönüşmesiydi.

Şahin Kendirci'yi yıllar önce filmin fragmanında gördüğümde onu Taner Ölmez sanmıştım. Ölmez olmadığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Oysa ikisi de filmdeymiş. Biri genç Müslüm'ü, diğeri de Müslüm'ün kardeşi Ahmet Akbaş'ı oynuyorlar. Başarılılar. Zerrin Tekindor sanki fazla kasmadan işin altından kalmasına yetmiş. Muhterem Nur bizim kuşağın gözünün öne pek çıkmadığı için, ona bir can vermek, kendinden bir şeyler katmak daha kolay olmuştur diye tahmin ediyorum. Bir de zaten onun karakterinden istenen 'paket' de çok basitti. İlginçtir en beğendiğim oyuncu, lümpen, milliyetçi Türk dizilerinin vasat oyuncusu Turgut Tunçalp oldu. Müslüm'ün babası rolünde bence filmin en iyisiydi.

Yine de oyuncularımız da ne yapabilir ki en fazla?

Eğer Şanlıurfa'nın ücra bir köyünde doğan, hatta bir ara ölen, sıfırın da altından gelen ve buna rağmen Türkiye'de kitleleri peşinden sürükleyen bir fenomenin ülkeye, popüler kültüre ve sosyolojik fay hatlarına yaptığı dokunuşları merak ediyorsanız; üzgünüm koca bir hayal kırıklığı sizi bekler... Hatta bu anı görmeye en çok yaklaştığımız Gülhane Konseri' sahnesinde bile, bir anda jiletlerle ortaya çıkan "Baba" fanları öyle bir karikatürize edilmiş ki, Kolay Para filmindeki Cevher (Özcan Deniz) hayranı Arıza'dan (Erkan Taşdöğen) farkı yoktu.

Tahminim;  Gürses'in Cihangir sokaklarına taşınması ile hayal kırıklığına uğrayan 'eski' kitlesi, bir kez daha hayal kırıklığına uğradı, hatta bu sefer onunla yeni tanışan (veya barışan) Cihangir bile bu hayal kırıklığına ortak oldu.

Bugünlerdeki vasat Türkiye'nin ekonomik anlamda hem aşağıdan hem yukarıdan kimliksiz kalmış yığınları için ise oldukça yeterli ve hatta spektaküler bir film belki de... 

Bir internet sitesinde bir yorum şöyle diyordu mesela; "Gerçek olaylardan aktarılmış başarılı bir film"

Yani, elde kalan sinema seyircisi için bir biyografinin gerçek olaylardan aktarılması onlara yetiyor. Bir de üstüne bu gerçek olaylar sahiden etkileyici olaylarsa; fazlasına gerek kalmıyor...

O nedenle de Müslüm filmi ve benzer şifrelerle çekilen ardılları uzun süre daha (beş sene oldu bile) konuşulmaya ve izlenmeye devam edecektir.