Salı, Temmuz 31

Catch Me If You Can


Klasik bir Steven Spielberg filmi. İlgi çekici bir konu, canlı renklerle beyaz perdede. Konu zaten akıyor. Herkesini merakını celb edecek şekilde ilerliyor. Kimseyi sıkmaz. Akarı kokarı yok. Oyuncular zaten çok iyi. 2002, tam da Leonardo di Caprio'nun sevilmediği dönemler. Belki de onun bugünkü noktaya gelmesinin ilk adımı bu film. Yanında (daha doğrusu arkasında) Tom Hanks var. Christopher Walken ve Martin Sheen diğer babalar. Bitti gitti işte... Bunun yanına bir de hız eklendi mi tadından yenmez! Devamlı sahneler değişiyor, devamlı bir yerden başka bir yere gidiyoruz. Riskli bir durum esasında. Konuya sadık kalmamak mümkün. Fakat Spielberg farkı da burada çıkıyor.

Filmde 157 farklı mekan kullanılmış. Çok iyi bir rakam. Çekimlerin 52 günde bitmesi ise bir diğer şaşırtıcı istatistik.

Sinemanın tüm geçerli şifrelerini sunarak hazırlanan film için kolaya kaçmış demek mümkün. Fakat diğer yandan da cazibesine kapılmamak kolay değil. Oturunca izleniyor. Üstelik keyif alarak. Sinema tarihinin en iyi filmleri arasında gösterilmesi üzüntü verse de karşı koymak da kolay iş değil. Tabi bunda hikayenin gerçek olmasının etkisi büyük. Böyle bir olayın yaşanmış olması, böyle bir karakterin varolmuş olması insanı daha da meraklanıyor. Eğer bir kurgu olsaydı, senariste pek iyi not vermez, filmi de aynı heyecanla izlemezdik.

Polisiye bir film değil bence. Daha çok komedi.  Bu konuda başarılı, zira komik... İnsan eleştirmek istiyor ama kıyamıyor. Zaten 15 yıllık film. İzleyen de izlemiştir. Zaten Dreamworks, tarihinin en iyi altıncı gişe hasılatını bu filmle yapmış. Yani gerçekten herkes izlemiş! 

Pazartesi, Temmuz 30

Faşizme Karşı Faşizm


Mesut Özil'in Almanya Milli Takımı bırakması doğal olarak çok fazla yankı buldu. Avrupa'nın en önemli orta saha oyuncularından biri, milli takımını sportif olmayan bir nedenle bıraktı. Üstelik olayların bu noktaya gelmesinin başlangıcında Türkiye'nin cumhurbaşkanı yer alıyor. Oldukça ilgi çekici bir hikaye... 

Olan biten hakkında ne yazsak yazalım eksik kalacak. Çünkü konunun odak noktası, Almanya'da gurbetçi olmak. Bu da şahsen benim uzak kaldığım, bilmediğim, yaşamadığım bir mesele. Ahkam kesmek istemem. O nedenle Mesut'a buradan "Neden böyle yaptın?" diyebilme cüretini göstermek bana çok abes geliyor. Ne yıllar evvel Almanya Milli Takımı'nı seçtiğinde ne de şimdi Recep Tayyip Erdoğan ile fotoğraf çektirdiğinde onun kararını tartışmaya gerek duymuyorum. Daha doğrusu bu kararlar en fazla "Ben onun yerinde olsaydım yapardım/yapmazdım" noktasında değerlendirilebilir. Fakat ne yazık ki kullanılan tüm cümleler kesin bir doğru üzerinden kullanılıyor. Kesin bir doğru olmadığı içi de aslında bu cümlelerin hepsi bir  dayatmaya yol açıyor. 10 yıl önce de aynıydı, bugün de aynı! Almanya'yı seçtiği için ona "hain" diyenler bugün onu alkışlıyor, yıllar evvel "Çocuk ne istiyorsa onu yapar" diyenler ona "Siyasi malzeme oldun, bunu yapamazdın" diyor. Her ikisi de tutarsızlık.

İnsanın bir felsefesi olmalı. Hayata sağdan da soldan da bakabilir ama önce tüm bu fikirlerini bir temele oturtmalı. Muhalif de olabilir, iktidardan yana da. Fakat hangi tarafta neden durduğunu iyi bilmeli. Bir meselesi, bir fikri olmalı. Fakat yok! Bu tip noktalarda eksik olduğumuzu Mesut sayesinde bir kez daha anladık.

Kuru milliyetçilikle yıllarını geçiren, sosyal medyadan her yere laf yetiştiren, Yunanistan'daki yangına sevinen, Amed Sportif'e taş atan, sosyal hayatın her alanında topluma sınırlar dayatan, buldukları her güç sayesinde yaşamı zorlaştıran, kısıtlayan kitlelerin Mesut hakkındaki yorumlarını ciddiye almaya zaten gerek yok. Onlar, rüzgar nereden eserse öyle davranacaklar. Onları rahatsız eden o anda neyse, bireysel olarak kendilerine ne zarar/yarar verirse onu düşünecekler, çıkarları için konuları değerlendirecekler. Tutarlı bir duruş zaten beklenmez, o nedenle de tartışmaya da gerek yok.

Fakat aksi yönde bir meseleleri olduğunu iddia eden bir kesimin, her zaman karşı oldukları tavrı benzerini Mesut'a göstermemesi çok üzücü. Mesut Özil olayının başlangıcı Erdoğan ile görüşmesiydi. Hemen bu noktadan başlayalım.

Bir sporcu istediği kişiyle görüşebilir. Bu görüşme siyasi bir amaç doğrultusunda bile olmayabilir. Seçilmiş bir cumhurbaşkanı ile görüşmek, bir sorun yaratmamalı. Aynı özgürlüğün başka futbolculara başka siyasiler için verilmemesi bir sorundur. Fakat özgür hareket etmenin ve özgür düşünmenin önemini savunuyorsak Mesut Özil'in Londra'da Erdoğan ile buluşması eleştirilecek bir nokta değildir.

Almanya eleştirdi. Gereksiz eleştirdi. Onlar eleştirirken Türkiye'deki muhalifler eleştirilere destek çıktı. "Almanya'nın değerlerinin karşısında duran bir figürle milli takım oyuncusu fotoğraf çektiremez" dendi, Türkiye'deki muhalifler bu tavrı alkışladı. Önce bu noktaya açıklık getirmek lazım. Almanya değerleri nedir? Almanya değerlerini kim belirler? Almanya değerlerini belirleme hakkı Merkel'e veya federasyon başkanı Grindel'e aitse, mesela Türkiye'deki değerleri AKP iktidarı, Türkiye futbolundaki değerleri Yıldırım Demirören mi belirleme hakkına sahip? Eğer öyleyse, AKP "Bizim değerlerimizle örtüşmeyen hareketleri yapanlar" hakkında yaptırımda bulunabilir mi? Bulunursa Almanya değerlerini koruyan Merkel'e destek çıkanlar, yine burada Türkiye değerlerini koruyanlara destek çıkacak mı?

Savunduğumuz cümlelerin nereye gideceğini iyi düşünmemiz lazım. Kuru kuru bir karşı çıkış, uzun vadede size karşı bir silah olarak geri dönebilir. O nedenle haklı olmasını istediğimiz kişinin tarafında değil, doğru olduğunu düşündüğümüz fikirlerin tarafında olmalıyız. Benim düşünceme göre bir insan bir siyasi figürle istediği yerde görüşebilir. Bu Deniz Naki için de aynı, Mesut Özil için de.. Erdoğan  için de aynı Selahattin Demirtaş için de...

Kaldı ki Recep Tayyip Erdoğan 2002'den bu yana iktidarda. Muhakkak iktidarının ilk zamanlarında oy sayısı daha az olsa da sempatisi biraz daha fazlaydı. Son dönemde ise seveni ve sevmeyeni çok keskin bir şekilde ayrıldı. Bu keskinleşmenin en önemli nedeni sert politikasıydı. Fakat bu da 2018'de başlamadı. Neredeyse 2011'den bu yana böyle. Türkiye'deki muhalif kesim bunu 2013'te tam içinden yaşadı. Haliyle 2018'in Mayıs ayında Almanya'nın, değerlerini baz alarak Mesut'a karşı çıkması çok da samimi değil. Üstelik Mesut, birkaç ay öncesinde de Erdoğan'ın 29 Ekim resepsiyonuna katılmış ve onunla fotoğraf da çektirmişti. Bu ilk fotoğrafı da değildi. Hatta mektubunda da belirttiği gibi ilk görüşmesini 2010 yılında bir milli maç sonrasında yapmıştı. O maçı Merkel ve Erdoğan beraber izlemişti. O günlerin üzerinden çok sular aktı ama 2017 daha çok yeni. Bir kaç ay içinde Almanya'nın değerlerinde veya Erdoğan'ın politikalarında neler değişmiş olabilir ki Mesut bir yanlış yaptı?

Almanya'da değişen; hızla yükselen sağ. Aşırı sağ parti AFD, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra meclise giren ilk ırkçı parti oldu. Yüzde 13 oy aldı. Bu duruma sadece siyasi bir partinin yükselişi olarak bakmamak lazım. Toplum da sağa kayıyor olsa gerek ki, bu tip partiler yükselişe geçiyor. Ve o kitlelerden oy devşirmek zorunda kalanlar, onların gönlünü hoş edecek politikalar izlemek zorunda kalıyor. Merkel de bunu görüyordur. Suriye Savaşı'nın Avrupa'daki en temel sonuçlarından biri bu. Almanya, en çok mülteci alan ülkelerden biriydi ve bunu sıkıntısını yaşadı. Toplum sağa evrildi ve sadece Suriyeli göçmenler değil diğer azınlıklar da bu gelişmelerden etkilendi, etkilenecek de. Ve o siyaset için Mesut Özil iyi bir figür. Malzeme verdi ve Alman siyaseti de fırsatı kaçırmadı.

Mesut'un 'ırkçılıktan' kastı buydu. Alman siyasilerinin onun üzerinde başlattığı baskıcı hava, toplumun her noktasına dayandı. Bild gibi yüksek tirajlı ve popülist söylemli bir gazete Mesut'u yerden yere vurdu. Almanya Futbol Federasyon Başkanı, Mesut'un (ve İlkay'ıın) Dünya Kupası kadrosuna alınmamasını istedi. Neyse ki Löw dinlemedi bile, aldı! Fakat oyuncular hazırlık maçlarında yuhalandılar. Sosyal demokrat partinin bir temsilcisi bile Facebook hesabında İlkay ve Meust'a "Keçi siken" dedi..  Bir tiyatrocu "Anadolu'ya defolun" dedi. Kastedilen Almaya değerleri bu değildi herhalde?

Peki bu Almanya değerleri sadece azınlıklar için mi geçerli? Türkiye ve Almaya yetkilieri görüşmelerine devam ederken, siyasi konularda gerginikler devam etmesine rağmen ekonomik alanlarda tavırlar boykotlar olmazken, tüm bu değerleri apolitik bir kimliği olan, siyasi sularda bugüne kadar hiç gezinmemiş Mesut Özil'in çektirdiği fotoğraf mı zedeledi?

Almanya, Erdoğan'dan bu kadar rahatsızsa, neden AKP'nin son seçim zaferinin kutlamasına eski başbakanını gönderir? Schröder ile Erdoğan'ın yıllardır süren yakın ilişkisi (neredeyse dostluk noktasında biliniyor. Fakat Alman basını hiçbir zaman Schröder'e Mesut'a gösterdiği tepkinin onda birini göstermedi. Hadi Schröder siyasi bir elçi, temasları sürdüren bir arabulucu. O zaman Mesut'un da açıklamasında bahsettiği Lothar Matthaus daha doğru bir örnek. Matthaus, federasyon görevlisi olarak Putin'i, yani Erdoğan'ın bugünlerdeki en sıkı müttefikini ziyaret edebiliyor. Putin, birçok Alman basın kuruluşu tarafından 'diktatör' olarak adlandırılıyor. Muhtemelen, bahsedilen Alman değerlerinin savunucusu değil. Fakat Matthaus, ki ülkenin en sevilmeyen spor figürüdür, Mesut kadar eleştiri almadı. Çok takip edemedim ama hatta belki de hiç tepki almadı! Bu ayrım adil mi?

İşte tüm bunları kenarda bırakıp "Mesut haksız, özeleştiri yapmalı, ne ırkçılığı canım" gibi söylemler geçersiz kalıyor. Üstelik bu söylemleri siyasi bir düşüncenin tartışılmaz doğrusuymuş gibi sunan kanaat önderleri var. Bu kanaat önderliği Twitter'dan attıkları birkaç muhalif mesaj sayesinde oluşturdukları takipçi kitlesi sayesinde kuruluyor. Fakat aslında olayları değerlendirirken hiçbir şekilde  düşünce terazisine girmiyorlar ve tıpkı karşıt tarafın militanları gibi ezberden konuşuyorlar.

Eminim ki Mesut'un üç sayfalık veda metninin tamamını okuyanların sayısı çok azdır. Ona alkış tutanların büyük bir kısmı zaten hiç okumamıştır. Bir kesimse metinde "Ben özür dilerim, yanlış yaptım. Erdoğan ile görüşmemeliydim" cümlesini arattı ve bulamayınca açıklamanın yetersiz olduğunu savundu. Oysa "Buluşmamız, herhangi bir politikayı onayladığım anlamına gelmiyor" cümlesi oldukça açık ve şıktı.

Almanya'da olanlara çok hakim değiliz. Bir futbolcunun, bir gurbetçinin orada neler yaşadığını bilemeyiz. Farklı dinamikler vardır muhakkak. Fakat alt metinleri, satır aralarını da okuyabilmek mümkün.

Mesut 2010'dan bu yana iki ülke arasındaki ilişkileri simgeleyen toplumsal ve biraz da siyasi bir figüre dönüşse de hiçbir zaman politik bir kimlik ortaya koymadı. Bu konuda eleştirilebilir ama bunun da kendi tercihi olduğunu ekleyerek. Fakat siyasi hava değiştiğinde bile aynı noktada kalan Mesut'u eleştirmek de biraz ikiyüzlülük olur. Mesut, hemen hemen çoğu üçüncü kuşak gurbetçi gibi, Almanya eğitiminden geçip Almanya sosyal hayatında bir Alman gibi hareket etti. Fakat evinde ve ailesinde Türkiye ile geniş bir bağ kurdu. Bu bağ, muhafazakar (İslamcı değil, muhafaza etden) değerlerle korunur. Bir gelenekçilik söz konusu. Gurbetçiler geleneklerine bağlı kalmadıkları takdirde kimliksiz kalmaktan korkarlar. O geleneği en önemli parçası da, büyüklere saygıdır. Evdeki babaya, ailedeki dedeye veya Türkiye'deki cumhurbaşkanına.  Ülkenin cumhurbaşkanına duyulan saygıyı göstermek onlar için zor. Büyük bir kısmının böyle bir şansı yok, olmayacak da. Mesut'un ise vardı. O nedenle bu tip davetlere katılıyor. Kendi katılmak istemese bile (politik nedenlerden değil; yorgunluk üşengeçlik vs gibi) ailesi onu zorlayacaktır. O nedenle Mesut'un "Kim olsaydı görüşürdüm" sözü oldukça inandırıcı. Zira o sınıfın değerleri bu ezber harekete oldukça müsait. Üstelik en başta dediğimiz gibi, Mesut bile isteye , hayran olarak,  severek bile Erdoğan'ın yanına gitmiş olabilir. Fidel Castro ile görüşen bir NBA oyuncusu ne kadar tepki alır mesela? Oysa o da 'ABD değerlerini' yok sayan bir harekete imza atardı. Yine de bunların hepsi muamma. Kesin olan Mesut, sporcu kimliğinin getirisi olarak başka bir cumhurbaşkanı ile de görüşürdü.

Tabi kimse bu sava inanmak zorunda değil. Fakat "Siyasî makama saygı göstermek, eminim ki Kraliçe’nin ve Başbakan Theresa May’in de Erdoğan’ı Londra’da ağırlarken paylaştıkları bir görüş" cümlesi de birçok tartışmanın bitmesi gerektiğini gösteriyor. Ülkelerin koyamadığı tavrı Mesut'tan beklemek zaten haksızlıkların en büyüğüydü. Mesut, Kenan Sofuoğlu ve Alpay Özalan değil İleride onlara dönüşür mü bilemeyiz. Fakat bugüne kadar öyle bir tavır koymadı. O nedenle onu olmadığı bir yere indirgemek de haksızlık. Saygı, o çevre için gayet yeterli bir gerekçe ve bu kadar kaşınması ileride bizi özgürlükleri kısıtlama noktasına kadar götürebilir.

Mesut'un Mercedes'e salladığı noktalar herhalde mektubun en cesur yerleriydi. Mesut öyle bir kimliğe sahip değil ama o cümleler şövalyelik kokuyor. Yasalar önünde suçlu bulunan ve Almanya Futbol Federasyonu'nun sponsoru olmaya devam edebilen bir firma ve Erdoğan ile görüştüğü için o firmanın reklamlarında yer alamayan bir oyuncu. İkiyüzlülük diz boyu... Mesut'un bir zamanlar öğrencisi olduğu okulun onunla artık çalışmak istememesi de bir diğer boyut. Okul yönetimi iradesiz davranmış olsa da onları anlamak mümkün. Fakat zaten ırkçılık ve faşizm tam da bu noktada başlar. Toplumdan dışlamanın, itibarsızlaştırmanın ilk adımları...

Aslında bu yazı Mesut'u savunma yazısı değildi. Mesut ve herkes, tüm insanlar özgür davranma hakkına sahip. Temel noktamız burası olmalı. Tercihler, yaşamlar, seçimler özgür bırakılmalı. Fakat bu düsturu savunup Mesut'un kararlarını eleştirmek ve bu eleştiriyi daha güçlü seslendirmek adına ciddi bir şekilde hissedilen faşizme gizli destek çıkmak hataların en büyüğü...

Taraf seçmek, ideoloji belirmek en kolayı. Zor olan ise ona göre yaşamak. Fikrinizi ve felsefenizi tek kelime ile işaret edebilirsiniz ama altını ancak davranışlarınızla doldurabilirsiniz. Özeleştiri yapmadığı iddia edilen Mesut, fikrinin altını doldurmayı çok iyi becerdi. Bu sayede de benden ekstra alkış aldı. Yolu açık olsun... Darısı bizim başımıza...

Pazar, Temmuz 29

Wonder Wheel


Woody Allen'in son filmi. Çok sevmedim ama en sevdiğim filmi de -şimdilik- bu oldu. Harika değil ama bir sinema filmi işte. Anlatımı kendi tarzının dışında. Gerçi çok fazla üreten bir adamdan bahsediyoruz, (48. uzun metrajlı filmiymiş)  ben de 48 filmin yarısını dahi izlemedim ama ününe neden olan filmleri aklıma getirdiğimde kendimce bir standart belirliyorum.

Wonder Wheel o kalıpların dışında. Replik bombardımana maruz kalmıyoruz. Karakterler çok iyi oturmuş, metaforlar var, kurgu akıyor. Yine New York var ama Allen'in devamlı başrol olarak kullandığı metropol tarafından uzağız. Biraz daha sahildeyiz, daha rahatız. Dünyanın herhangi sahili olabilir gibi. En azından benim için büyük yenilikler bunlar. Oysa Atilla Dorsay, bu filmi yorulmadığı yazısında "Allen yaşlandı ve artık kendini tekrar ediyor" demiş. Dorsay diyorsa doğrudur, henüz Vicky Cristina Barcelona'yı dahi izlemedim. Belki onun ekmeğini yemeye devam ediyordur. Belki de bu onun için yeni bir tarz değildir. Fakat Allen kendini tekrar etmeyi ne yazık ki seven bir yönetmen, çok da şaşırmam.

Gerçi konu biraz klasik. Evlilik, ilişkiler vs... Tam Woody Allen meselesi. Fakat zaten dünyada üretilen sinema ve edebiyat eserlerinin büyük kısmı bu konuları içeriyor. Allen'a bu nokta yüzünden tekrardan dem vurmak haksızlık olur. Önemli olan anlatım tarzı. Bu da yeni dönemin sinema izleyicisinin sevebileceği bir anlatım tarzı. Tabi gişe için sıkıntı yaratabilir ama o konulara hakim değilim. 

Bir sinema filminde anlatım tarzını destekleyecek, güçlendirecek olan en önemli unsurlardan biri görüntü yönetmenliği. İyi bir görüntü yönetmeni izleyeni filmde, karelerde, sahnelerde, arka planlarda tutar. O nedenle belki de filmin en iyisi İtalyan görüntü yönetmeni Vittorio Storaro'ydu...

Oyuncular da oldukça iyiydi. Kate Winslet'ın artık 'yaşlı kadın' olmaya doğru ilerlemesi üzücü. Jim Belsuchi'yi severdim ve uzun zamandır göremiyordum. Onu izlemek de güzel oldu. Justin Timberlake ayrı bir yazı konusu ve adam üst düzey olmasa da oyunculuk işini de sırıtmadan becerebiliyor.

Filmin bazı sıkıntıları var. Mesela tempo düşüyor ve bir kısır döngü sizi yakalıyor. Bilerek yapılmış olabilir. O his için yönetmen özellikle bunu tutturmuş olabilir. Ne de olsa filmin adı 'Dönme Dolap'.

Van Der Wiel...

Cumartesi, Temmuz 28

Yıllar Sonra Kosa ve Tanju



Jakub Kosecki, Adana Demirspor'da...

Çok ilginç bir transfer aslında. Jakub'un babası Roman, bizim hayatımıza 90'larda girmişti. Hatta direkt 1990'da. Jakub'un doğduğu yazın hemen sonrasında. O yazdan sonra transfer haberlerinde devamlı Roman Kosecki'nin ismi vardı. Galatasaray da Fenerbahçe de onu istiyordu. Devre arasındaki transfer döneminde ise gülen Galatasaray olmuştu.

Roman Kosecki ile Tanju Çolak altı ay aynı takımda forma giydi. O altı ayda Kosecki 8, Tanju 21 gol attı. Fakat sezon sonunda Tanju Çolak Fenerbahçe'ye gidiyor. Hem bir çok Galatasaraylı'nın gönlünde derin yaralar hem de kendi kariyerinde bir kırılmaya yol açtı.

Birçok kişiye göre Tanju Çolak'ın futbolu bıraktıktan sonra futbol dünyasında çok fazla ekmek yiyememesinin nedeni bu transfer. Zira hiçbir camiayı arkasına alamadığı için sahipsiz kaldı. Bana kalırsa başka yetersizlikler de var ama iddia böyle. Tabi Tanju da aynı savlara sarıldı.

Fakat seneler sonra ilk defa ciddi bir işe soyunan Tanju Çolak (Adana Demirspor'a sportif direktör oldu) ilk transferlerinden birini Kosecki ile yaptı. Roman değil, Jakub...

Adana Demirspor taraftarının Kosecki ailesini sevdiğini tahmin ediyorum. En azından sevmek için bir nedenleri var. Roman Kosecki, Türkiye'ye transfer olduğunda ilk gollerini Adanaspor'a atmıştı. Gerçi Jakub pek skorer bir oyuncu değil gibi, zaten orta sahada oynuyor. Ama belli olmaz bu işler. 

Yeri gelmişken Adana derbisinin tarihini hatırlatalım; 25 Kasım! 

Cuma, Temmuz 27

Gone with the Wind


Gone with the Wind, Türkiye'de en çok bilinen Holywood filmlerinden biri. İzlemeyen kuşak neredeyse yok gibi. Ayrıca Türkçe adı da sık sık kullanılan bir deyim ve filme atıfta bulunanların sayısı çok fazla. Haliyle adını sıkça duyduğum bu filmden bihaber olmak mümkün değildi. 

Fakat korkutucu noktaları vardı. Bir kere 1939 yapımıydı. Eski filmlere (1960 öncesi) dair önyargımı kırmam henüz çok yeni. Ayrıca o döneme göre çok uzun bir süreye sahip. Yaklaşık dört saat sürüyor. Hikaye de temel hatlarıyla ilgi çekici değildi. Romantik kısımlarıyla öne çıkıyordu.

Fakat haksızlık ettiğimi kabul etmeyelim. Süre hissedilmiyor, hikaye akıcı. Tarihin en iyi filmleri arasında gösterilmesine gerek yok ama çağın en iyilerinden olduğu bir gerçek. Bir roman uyarlaması. Roman 1936'da basılmış. Bir kitabın filmini üç sene sonra yapmak bana göre kötü bir durum. En azından kitabın iyice yayılması, özümsenmesi belki de kültleşmesi gerekiyor. Tutan her kitabı sinemaya aktarmak, edebiyat için değil ama sinema için zararlı. Üretimi körelten bir anlayış. Bu zihniyetin 1930'larda dahi olduğunu görmek üzücü.

Yine de filmin iyi olduğunu yinelemek gerek. Kuzey-Güney savaşındaki alt metinler ise rahatsız edici. "Biz çok mutluyduk, kölelerimiz de çok rahattı. Fakat kuzeyliler geldi bizim huzurumuz bozdu" düşüncesi devamlı karşımızda. Taraflı bir anlatım kesinlikle mevcut.

Clark Gable'ın filmin yıldızı olduğu aşikar. Çok yakışıklı durmuyor ama çok karizmatik. Belki de sinema tarihinin en karizmatik karakteri. Filmin on yıllar boyunca sevilmesinin nedeni kendisi olabilir. Özellikle kadınların ilgisini çekmiştir. Fakat dokuz Oscar kazanan filmde eli boş kalan Gable olmuş. Bu da ilginç nokta.

Hattie McDaniel'ın Oscar'ı da ilginç. Köleliğe dair alt metinleri olan bir filmde yer alan Afro-amerikalı bir oyuncunun Oscar kazanan ilk siyahi olması  oldukça ironik.

Her anlamda sinema tarihinin önemli kilometre taşlarından biri... Bir daha izler miyim, emin değilim. Dört saat çok uzun. Fakat bir daha dünyaya gelirsem 32 sene beklemem.

Perşembe, Temmuz 26

Süper Kupa Finali



Olayı ve görüntüyü biliyorsunuz. Üzerinden 21 sene geçti. O günden sonra Fatih Terim de Saffet Susic de sık sık karşı karşıya geldi. El de sıkıştılar. Fakat Süper Kupa farklı bir organizasyon. Finalden bir gün önce iki takımın teknik direktörleri ve kaptanlı bir araya gelip basın toplantısında yer alacaklar.

Acaba geçmişte kalan olayı hatırlatan bir muhabir olacak mı? Ne cevaplar verilecek? Süper Kupa çok benimsediğim bir organizasyon değil. Cumhurbaşkanlığı Kupası gibi, biten sezonun ardından oynasaydı daha çok severdik. İki ay aradan sonra kazananların, değişen kadrolarla karşılaşmasına çok alışık değiliz. Fakat yine de bu finalde bizi heyecanladıran bir buluşma olacak.

Çarşamba, Temmuz 25

Kosmos


Türk sinemasından her zaman harika işler çıkıyor. Sayısı az da olsa, çıkıyor. Ve biz de o filmleri çok sonraları izliyoruz. Hata bizde. Gişe için yapmıyorlar ama gişeleri yetersiz kalıyor. Kesinlikle üretimin azlığında bizim de payımız var. 

Vizyonda yaklaşık 5 bin kişinin yakaladığı Kosmos'u yaklaşık 10 sene sonra izledim. O 10 senede Doğu Ekspresi popüler oldu. Sermet Yeşil, Türkiye'nin en iyi oyuncularından biri haline geldi. Çözüm sürecinden Gezi'ye birçok olay yaşandı. Bunların ne alakası var? Hepsinin Kosmos ile bir alakası var. Kosmos, o kadar güçlü bir film ki, şu an toplum olarak yaşadığımız tüm sıkıntılara, buhranlara, çekişmelere, sancılara, yeniliklere referans olabilecek kalibrede.

Film aslında zamanın ve toplumun ötesinde bir film. Ermenistan sınırının açılmasını istemeyenler olmasa bu filmin Türkiye'de geçtiğine dair en ufak işaret bulamayacağız. Kars; bir dekor kentten daha fazlası. Resmen filmin bir oyuncusu gibi. Fakat Kars olarak yer almıyor. Bir sınır şehri. Yabancıların gelip gittiği ama kendi halinde kalmış bir şehir. Dünyanın, daha doğrusu Doğu'nun herhangi bir noktası olabilir.

İşte film bu çekişmeden ilerliyor. Yabancılar, sonradan gelenler ve orada kalanlar. Günümüzden bakınca yabancılar Batı'yı, yerliler Doğu'yu temsil edebilir. Doğu Ekspresi'nin popülerliği ve o zaman doğan tarışmalar bile bu filmden okunabilir. Fakat o çok detaylı konuya burada girmeye gerek yok.

Zaten Ermenistan sınırını bahane eden gençler olmasa siyasi bir gönderme bulmakta zorlanacağız. Fakat her türlü, politik filmlerin arasında kendine yer bulabilir. Reha Erdem'in derdi bu değil, orası çok belli.Yine de söylemek istediğini dile getirmek için film çeken bir sinemacının yaşadığı toplumdan kopması -örnekleri olsa da- düşünülemez. Haliyle film güncelden, yönetmen toplumdan etkilenerek karakterlerini ve kurgusunu oluşturuyor. Bu nedenle filmin sadece inanç üzerinden okunmasından rahatsızım. Evet inanç ve inançsızlık filmde çok büyük yer tutuyor. Fakat bu da Doğu toplumlarının bir özelliği. Burası da bir Doğu toplumu; yüzünü Batı'ya dönmeye çalışsa da.. Ve işte bu kimlik karmaşası zaten bütün toplumsal sorunların kaynağını oluşturuyor. İnanç da bunlardan biri. Tarihten bu yana birçok inancın ciddi anlamda merkezi olan topraklarda son dönemde yaşanan 'inançsızlık' da bu filmin konusu. İnançsızlıktan kasıt büyükşehirlerdeki ateizm yaygınlaşması değil. Filmde gördüğümüz bir sahne bunun iyi bir özeti; Ezan okunur, kentin her yerine tüm seslerin üzerinde bir ezan sesi duyulur, ahali daha önceki sahnelerde Müslümanlıktan bahseder ama cami boştur.. 

Reha Erdem'in bazı filmlerin izlemiştim. Sanırım Kosmos, diğerlerinden biraz daha farklı. Teknik harika. Diğerlerinin de tekniği kötü değil ama bu sefer Kars'ın da payı vardır herhalde. Dekor, arka plan tekniğe girer mi o da ayrı konu. Güzelleştirdiği gerçek. Replik sayısı daha az. Ve çok daha mistik, çok daha durgun. Reha Erdem filmi olduğunu anlamazdım ama zaten bu konuda bir ölçü birimi değilim.

Yine de Kosmos, Hayat Var değil, Korkuyorum Anne değil. Zaten Kosmos, onlardan daha sonra çekilen bir film. Belki de yönetmenin ustalık/olgunluk eseri. Aldığı ödüllerden de belli. Bornova Bornova, Kara Köpekler Havlarken, Kıskanmak, Beş Şehir, İki Dil Bir Bavul gibi filmlerin arasından Altın Portakal almayı başarması da bunu gösteriyor. 2009 gayet verimli seneymiş...

Kosmos, hakkında daha detaylı yazıları, hatta akademik çalışmaları bile hak ediyor. Diğer yandan onu açıklamaya çalışmak da beyhude bir çaba olur. Herkesin onun hakkında birbirinden farklı yorumları olabilir. Filmin zenginliğini gösterir. Zaten Reha Erdem'in de sevdiğim yanı bu. Bir şeyler anlatıyor ama seyirciye "Bunu anlamak zorundasınız" dayatmasını vermiyor. Zaten kendisinin de dediği gibi;

"Kosmos'un karşısında rahatça uzanılabilecek bir film olduğunu düşünüyorum. İstenilen kapısından girilip, istenilen kapısından çıkılacak bir masal evi gibi… Anlaşılacak hiçbir gizli anlam yok, filmin anlamı izleyicinin kurduğu ilişkiyle yarattığı anlam. Sanki gizli bir anlam varmış ve onu bilmece çözer gibi bulmak gerekliymiş gibi düşüncede olanlar var. Yok öyle bir şey. Her şey açık, her şey ortada.."

Salı, Temmuz 24

Ağlama Unutma


"1990 yılında ümitlerin Gençlik Olimpiyatları vardı. Ben de 52 kg'da yarışacaktım. Her şey çok güzel gidiyordu. Ta ki havaalanına gelene kadar. Uçak biletleri alınmış, bagajlar verilmiş, pasaport kontrolü için bekleniyordu ama benim pasaportum ortada yoktu. Federasyon başkanımız Natık Canca ile eşi Nurdan Canca yanıma geldiler. Bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım. Bana, 'Seni maça götüremiyoruz' dediler. 'Nasıl yani?' diye sordum. 1977 doğumlular maça giremiyormuş, 1976’lı olmam gerekiyormuş. Çok üzüldüm, bana 'Ağlama, sen ileride çok daha iyi başarılara imza atacaksın' dediler.

Takım arkadaşlarımı uğurladım. Valizimi bekledim uçaktan gelsin diye. Beni İstanbul’dan taksiye bindirdiler ve Edirne’ye döndüm. Yolculuk boyunca hep ağladım. Eve geldim. Babam beni görünce, 'Sen neden buradasın?' dedi. Olayı anlattım. Babam beni hocamın yanına götürdü. Şaşırdılar. Bu olayın yaşandığı gün benim doğum günümdü. Bu olaydan sonra yılmadım çok çalıştım ve hocalarımın dedikleri gibi çok güzel başarılara imza attım.”

İlknur Kobaş

Pazartesi, Temmuz 23

Bunker Tepesi Düşleri



Fante kitaplarını okuyoruz, buraya da yazıyoruz.  Los Angeles Yolu, Toza Sor, Bahara Kadar Bekle Bandini ve belki de en iyisi 1933 Berbat Bir Yıldı... Hepsi birbirinden farklı ama hepsinin de ortak bir kimliği ve hissiyatı var. Bu da yazardan kaynaklanıyor. Haliyle Bunker Tepesi Düşleri için de diğerlerinden çok farklı cümleler kullanmama gerek yok.

Fakat bu kitabın farklı bir tarafı var. Fante'nin son romanı. Ömrünün son yıllarını kör olarak geçiren yazar, kitabı yazmamış. O söylemiş, eşi yazmış. Bir yıl sonra da Fante ölmüş. Bu kısım bile ayrı bir Fante romanı olabilirdi. Açıkçası beni de kitabın kendisinden daha çok etkiledi. 

Yine de kitabın öyküsü de oldukça etkileyici. Bandini'nin bir yandan hayaller kurarken bir yandan değişmesi ve o hayallere yabancılaşması, başka başka kararlara alabilme gücüne sahip olabilmesi... 

Çok büyük yazar, çok iyi kitap.

Pazar, Temmuz 22

MVP


Ballon d'Or çok fazla ciddiye aldığım bir ödül değil. Fakat konjonktür bakış açımızı değiştirdi. 2008 yılıyla beraber ödülü devamlı Cristiano Ronaldo ve Lionel Messi aldı. İkisi de dünya tarihinin en iyi futbolcuları arasına isimlerini yazdırmakta haklıydılar. Fakat bu ödül dominasyonunun da adil olduğunu söylemek güç. 2010'da Wesley Sneijder ve Anders Iniesta, 2013'te de Frank Ribery ödülü onlardan daha çok hak etmişlerdi. Fakat, bu haksızlık bazı cılız söylemler dışında çok da yankı bulmamıştı.

İşler bu sene değişebilir. Değişmeli. Luka Modric, kariyerinin en iyi yılını geçirmedi ama Temmuz ayı itibariyle bu sene ödüle en çok yaklaşan isim. Şampiyonlar Ligi finalini kazandı, Dünya Kupası finali oynadı, Dünya Kupası'nın en iyi oyuncusu seçildi. Üstelik son ikisini gerçekleştirdiğinde üzerinde Hırvatistan gibi kısıtlı bir takımın forması vardı.

Ronaldo ve Messi hakimiyetinin sona ereceği günlerin geleceğini biliyorduk. Fakat bu düzeni yıkacak ismin alttan gelen bir genç olacağını düşünüyordum. Ronaldo (1985) ve Messi (1987) kendi yaşıtlarının en iyisi olduklarını yıllar boyunca kanıtlamıştı. Onlar yaşlanacak, alttan da yetenekli başka gençler gelecekti. Tarih böyle değişimlerle yazıldı, insanlık bu tarz bayrak değişimleriyle büyüdü. Galiba beklediğimiz gibi olmayacak. Değişimi gençler değil, 30 yaş üzeri bir futbolcu gerçekleştirecek. Beni en çok heyecanlandıran nokta da burası.

Modric 1985 doğumlu ve yıllardır bu ikilinin gölgesinde kaldı. Daha geçtiğimiz günlerde, Ronaldo yeni takımı Juventus ile sözleşme imzalarken "Benim yaşımdaki oyuncular Katar'a veya Japonya'ya gitmeyi tercih ediyor. Bense Juventus'a geldim" demişti. İşte o yaşıtı olan futbolculardan biri Ronaldo'nun kariyeri boyunca oynayamadığı finalde sahaya çıktı. Üstelik takımın bir parçası olarak değil, takımın bizzat lideri olarak. Haliyle Modric'in on yılı aşan bir geleneği yıkması bu açıdan bile çok önemli. Ve biraz da destansı...

Muhteşem vücudu ve kas yığınları ile Ronaldo'ya karşı çelimsiz, sıska ve hatta biraz da çirkin bir oyuncu... Golyat'a karşı Davut... Dünya sever böyle hikayeleri.

Modric hiçbir zaman en sevdiğim futbolcular arasında olmadı. Severim ama özel olarak takip etmem. Fakat bu ödülü almasını çok isterim. Zaten hak ediyor. Fakat diğer yandan da 33 yaşında, sabırla bekleyerek ve her sene kendini biraz daha geliştirerek dünyanın zirvesine çıkılabileceğini göstermesi çok önemli, çok değerli...

Sene sonunda göreceğiz. 

Cumartesi, Temmuz 21

The Invention of Lying


Beklenmedik şekilde karşımıza çıkan güzel filmlerden...

Öncelikle IMDB notuna aldanmamak gerek. Herhalde bazı çevreler bilerek negatif puanlarını vermişler. Zira Ricky Gervais'in yazıp, yönettiği ve oynadığı filmin ana konusu din ve toplum eleştirisi.

Film güzel, komik, hoş ama ticari kaygılar da çok belirgin. Mesela eleştirel kısımların ağırlık basma ihtimali biraz korku yaratmış olsa gerek, bana göre çok sıkıcı ve uzatılan bir aşk hikayesi eklenmiş. Bazı espriler de tekrara gidilmiş gibi. Sanki daha fazlasından (daha rahatsız edici) kaçınılmış. Ortaya çıkan, inançlı biri olan beni bile rahatsız etmedi ama tabi herkes de benim kadar hoşgörülü değildir! Zaten filmde de din eleştirisinden çok toplum eleştirisi yapıldığını düşünüyorum. Ya da konu istemeden oraya dönmüş. Bu konuda da özellikle ateistlerin, fazla sert olmadığı konusunda eleştirileri var. Yani adamlar ne İsa'ya yaranabilmiş ne Musa'ya!

Konu da ilginç. Hiç yalan söylenmeyen bir dünyada, adamımız Mark (Ricky Gervais) yalanın işe yaradığını fark ediyor ve yalanlarına inanan çevresi de onun peşinden gidiyor. Böyle anlatılınca olmadı tabi, izlemek lazım.

Bu arada tüm bu komedinin başı bir drama ile başlıyor. Mark'ın ölüm döşeğindeki annesi ile konuşması birçok dramatik filme konu olması gereken düzeyde. Vurucu ama  duygu sömürüsü yok, üstelik hemen arkasından mizah geliyor.

Kurgu ilginç, espriler güzel, arada ufak rollerde Edward Norton, Seymour Hoffman, Tina Fey gibi isimler var. İzlenebilecek, çıtır filmlerden...Keşke Jennifer Garner olmasaydı.... Bu arada Soundtrack de çok başarılı...

Cuma, Temmuz 20

Mağlubiyet İlahisi



İngiltere'yi övdük, hemen ardından İngiltere elendi. O zaman blogu ısıtmaya oradan başlayalım.

İngilizler, turnuva boyunca ilerlerken "Football coming home" dediler. Ne de güzel dediler. Fakat her şeyden rahatsız olanlar, bu tezahüratı oldukça kibirli buldular. Bir futbol takımına bundan başka nasıl tezahürat yapılır onu bilmiyorum. Sezon boyunca yaptıkları bütün tezahüratlarda "En büyük biziz", "Şampiyon biziz, kral biziz" diyenler, milli takım için söylenen bu tezahüratı beğenmemiş.

Zaten milli takım taraftarlığı zor iştir. Kemik taraftar grubu yoktur, klasik tezahüratlar çıkmaz. Fakat İngilizler bu konuda, diğer ülkelere göre biraz daha öndedir. Acaba futbolu bulan ülke oldukları için olabilir mi?

Olabilir. Bu da bahsi geçen tezahüratı yine 'kibirli' sıfatından çıkarır. Evet İngiltere kazansaydı futbol evine dönerdi, zira sadece bir uluslararası şampiyona kazansalar da hepimizin sevgisi onların paltosundan çıktı. Dünya Kupası defterini kapattıktan sonra "Aaabbi Premier Lig be!" diyenlerin de tezahürata antipatisi tam buralara yakışacak cinstendi. Futbolun evine dönmesine gerek yok, zaten siz her haftasonu o evde misafirsiniz!

Bu arada ben İngiltere'yi sevmem. Daha da ilginci neden sevmediğimi de bilmem. Oysa ligi de, milli takımı da, futbol kültürü de tam bana göre. Çelişkimin nedenlerini çok da aramamak lazım. Zaten son turnuvada da İngiltere'yi yine tutmadım. Fakat zaman ilerledikçe hakkını vermek gerekiyordu. Bir noktada onu yaptık, sonra da elendiler.

İngiltere, Hırvatistan'a yenildikten sonra, artık "Footbal coming home" diyemeyen bu kibirli İngilizler anında besteyi girmiş. Daha doğrusu stadyum hoparlöründen çalmış, onlar da eşlik etmiş. Zaten, eskiden de ara sıra söylüyorlarmış. Yenildikleri maçın hemen ardından, Dünya Kupası'ndan elendikten sonra, ilk defa bu kadar yoğun hayaller kurup 120 dakika sonunda yıkılınca, 1990'ların en popüler şarkısını söyleyerek stadyumdan ayrılmışlar. Oldukça kibirli!

İlginçtir, şarkı 1996'nın başında patlamıştı. Yani futbolun gerçekten eve döndüğü 1996 yazının hemen öncesinde. Ve o zaman taze olan şarkı, şimdilerde nostaljik kalıyor.  Geçmişten bahseden sözleriyle de artık o yılları anımsatıyor.

Neyse, sonuç olarak kaybedilen bir maçtan sonra stadyumda çalan şarkı veya söylenen tezahürat çok önemlidir. Kimisi akılda bile kalmaz ama kimisi öyle bir duygu verir ki senelerce unutulmaz. Moskova'daki İngiliz taraftarları için karmakarışık bir akşamdı herhalde... O duyguyu biliriz.


Zihninden içeri kay
Bilmiyor musun bulabilirdin
Oynayacak daha iyi bir yer
Hiç olmadığını söyledin
Ama gördüğün her şey
Yavaşça solup gidecek
Öyleyse bir ihtilal başlatıyorum yattığım yerden
Çünkü dedin ki aklım başıma geldi
Dışarı çık, yaz ayı çiçekler açtı
Şöminenin yanında ayağa kalk
Yüzünden şu bakışı uzaklaştır
Kalbimi bir daha asla yakmayacaksın
Ve Sally bekleyebilir, biz yürüyüp geçerken artık çok geç olduğunu biliyor
Ruhu kayıp gidiyor ama geçmişi öfkeyle hatırlama dediğini duydum
Gittiğin yere beni de götür
Kimsenin gece mi gündüz mü bilmediği yere
Ama lütfen hayatını bir rock grubunun
Ellerine bırakma
Onu fırlatıp atacak olan
Öyleyse bir ihtilal başlatıyorum yattığım yerden
Çünkü dedin ki aklım başıma geldi
Dışarı çık, yaz ayı çiçekler açtı
Şöminenin yanında ayağa kalk
Yüzünden şu bakışı uzaklaştır
Kalbimi bir daha asla yakmayacaksın
Sally bekleyebilir, biz yürüyüp geçerken artık çok geç olduğunu biliyor
Ruhu kayıp gidiyor, ama geçmişi öfkeyle hatırlama dediğini duydum
Sally bekleyebilir yürüyüp geçerken artık çok geç olduğunu biliyor
Ruhum kayıp gidiyor
Ama geçmişi öfkeyle hatırlama
Geçmişi öfkeyle hatırlama dediğini duydum
En azından bugün değil

Perşembe, Temmuz 19

Ket felidö a pokolban


Bizler, televizyonda her yakaladığımızda tekrar tekrar izlediğimiz 'Zafere Kaçış' ile büyüdük. Hâlâ da yakalandığında izlenir, ara ara açılır. Güzel filmdir. İçinde futbol vardır ama yanında tüm duyguları da barındırır. Stallone'yi Sezai Aydın seslendirir, Pele top sektirir, Michael Caine ile Bobby Moore yan yana oynar, tribünler La Marseillaise'i söyler, biz de onu bir tezahürat zannedip büyülenirdik.

Biz yıllar önce bu hisleri yaşarken, büyüklerimizden birileri çıkar ve "Bu aslında sahte film, orijinali bir Macar filmidir" derdi. Açıkçası o sözün bir şehir efsanesi olduğunu düşünmüştüm. 90'ların sonunda Macar filmini kim kaybetmiş de bulup izlenecek. Dahası bunu diyenler, filmi çok daha öncesinde izlediklerini iddia ediyordu.

Oysa filmi zamanında TRT vermiş ve birçok kişiyi etkilemiş. TRT'nin etkileyici olduğu yıllar. Gerçekten de Zoltan Fabri'nin filmi dedikleri kadar varmış. Yıllar yıllar sonra filmi bir festival kapsamında izledim. Çok şanslı hissediyorum kendimi. Yanımdaki 'dinazor'ların ufak bir kısmı filmi ilk defa izliyordu ama birçoğu için tekrar gösterimdi. Buna rağmen duygu yoğunluğu taştı gitti.

Filmin kendisi zaten harikaydı ama onun yanında filmi izleme deneyimim de güzel katkı verdi. Her zaman salonlarda yaşanmaz bu. En azından ben yaşayamıyorum. Yıllardır merakla beklediğim filme denk gelmesi güzel oldu.

Filme gelirsek; Zafere Kaçış'tan daha gerçekçi, daha sert, daha teknik. Her anlamda bir şaheser. Zafere Kaçış bir futbol filmi ama  Ket felidö a pokolban için benzer bir sınırlandırma haksızlık olur. Bir kere sapına kadar politik film. Hemen ardından alacağı sıfat da felsefe ve psikoloji ile alakalı olmalı. Futbol; taklidindeki kadar merkezde değil.

Bayılacağımı biliyordum ama bu kadar etkili olacağını düşünmemiştim. Savaşın sona ermesinden sonra geçen 20 senede yapılan her filme saygım var. Sıcağı sıcağına bu işler... Harika...

Salı, Temmuz 10

Southgate Sessizliği



Kupayı kim alır, en iyi oyuncu kim olur bilmiyorum. Fakat turnuvanın teknik direktörü bu adam!

Yıllardır alışmışız kibirli İngiliz teknik adamlarına. Çok konulup az iş yapan bu adamlar senelerce fiyasko yaşattılar ülkelerine. Aralarından bir tek Glenn Hoddle takımını ayırırım ama o da çenesini tutamadığı için silindi gitti.

Gareth Southgate bu göreve başarıları sayesinde gelmedi. Karakteri, duruşu ve tarzı onu buraya taşıdı. Gemiyi sessizce limana yanaştırıp akışına bırakacaktı. Fakat o daha fazlasını yaptı. Yıllar boyunca biraz yetenekli takımları göklere çıkarıp top oynatmayan adamlardan sonra, düşük kapasiteli oyuncu havuzundan birbirini tamamlayan harika uyumlu bir 11(hatta 23)  çıkardı.

Tabi lige yansıyan Pep Guardiola etkisi de bir gerçek. O ayrı bir yazı konusu. Esas olarak, işi yapana bakmak lazım. Bu yelekli adam, 26 yaş ortalamalı takımla 28 sene aradan sonra takımını yarı finale çıkardı.

Genelde böyle övdüğüm takımlar en kısa sürede patlar. Siz bu yazıyı okurken belki İngiltere elenmiş olacak. Fakat Southgate'in İngiltere'ye yaşattığı heyecan, yarattığı hava yeni ve güzel şeyler doğuracaktır.

Helal olsun sana şair yelekli çocuk!

Pazar, Temmuz 8

Az ötödik pecsét


IMDB puanı 8.8!

Eksiği yok, fazlası var. Sanırım tarihin en underrated filmlerinden, zira adını bile pek duymamıştık. İnsan, zaman zaman bu filmi izlemeli ve aynı soruyu kendisine sormalı; bir daha dünyaya gelsek ne olurduk?

Ahlaka, vicdana, insana, topluma dair izlediğim en iyi filmlerden... 

Cumartesi, Temmuz 7

Sonsuzluk Hissi


ODTÜ'nün bu seneki pankartlarını beğenmedim. Acaba baskılar yüzünden mi yoksa, yeni nesil pek yaratıcı değil mi bilemedim. Gördüklerim arasından bir tanesi 'geçer not' aldı. Bakalım ikinci yılını bitirirken evrenin sonu gelecek mi?

Cuma, Temmuz 6

Fuocoammare



Fuocoammare ilginç bir tarz. Belgesel değil ama kurgu da değil. Film gibi ama belgesel gibi. Bu özgün çalışma, anlattığı konu ile birleşince takdiri alıyor. Sadece benden değil, 2016’da Altın Ayı da almış zaten.

Eksikleri de var. Mesela bu ikilik, biraz arada kalma sorunu yaratmış. Yine de anlattığı mesele ve derdi nedeniyle yönetmeni eleştirmek istemem. Fakat böyle konularda daha çok seyirciyi biraz daha filme çekmek gerekir, bunun yolu da daha 'izlenebilir' film yaratmaktır. Zaten festival filmlerini izleyen kitle toplumsal sorunlara duyarlı insanlar. Yani onlara yeni bir bilgi gelmiyor. Körler sağırlar birbirini ağırlar durumundan kurtulmak için belki daha ‘net’ bir film yapılabilirdi.

Ya da zaten belki de sırf bu durumdan kurtulmak için belgeseli biraz daha kurgusal şekle sokmuştur. Yine de benim notum yüksek. Zaten 90 dakikalık bir film. Akar gider...

Çarşamba, Temmuz 4

Eski Olmamak


"Ferguson önemli bir örnek. Bir kere her dönemde kendini yenilemeyi, evrimini sürdürmeyi bildi. Sahip olduğu başarılarla yetinmedi. Bu çok takdir ettiğim bir yönü. Fakat başka tutkuları, hobileri de vardı. Atlara düşkün, şarap seviyor. Kırmızı şarap bilgisi beni sollar. Geçenlerde karşılaştığımızda ona sordum, 'Alex, futbolu özlemiyor musun?'

'Hiç ama hiç' dedi. Hem hayal kırıklığına uğradım hem de rahatladım. Bu benim için bir umut kaynağı."

Sizin başka tutkularınız yok mu?

"Hayır. İçimdeki doğal tedirginliğin sebebi de bu. Ben Ferguson değilim. Yerine koyabileceğim başka bir şey yok. Geriye bakmak da ilgimi çekmiyor. Mesela yaşadıklarım üzerine kitap yazmak. Beni görmeye gelen ve mutlu olmadıkları her hallerinden belli eski oyuncular içimi acıtıyor. Bugün ne yaptığınla değil de eski Arsenal oyuncusu olarak tanıtılmak iç acıtıcı bir durum. Daha önce olmuş olduğun şey olmak acı verici. İlerki hayatımda Arsenal'in eski antrenörü olmamayı umuyorum."

Arsene Wenger / Çeviri: Express dergisi

Salı, Temmuz 3

Annie Hall


Son dönemde bazı Woody Allen filmlerini izlediğim, buradan yazmıştım. Çoğunu sevmemiştim. Daha doğrusu izlerken iyi vakit geçirdiğimi hatırlıyorum. Fakat aylar sonra zihnimde geriye bir şey kalmıyor. Hepsi birbirine benziyor.

Herhalde o filmlerin en önde tutulanı Annie Hall... Zira Oscar kazanmışlığı var. Woody Allen birçok büyük yönetmenin önünde ödüle uzandı. Film de senenin en iyisi oldu. Beklentiyi büyük tutmamız için yeterli sebepti. Fakat diğerlerinden pek de farkı olmayan bir filmle karşılaştım.

İzlerken iyi zaman geçirdiğimi hatırlıyorum yine. Fakat hangi Allen filminin esprisi hangisiydi hatırlamak mümkün değil. Yine de Diane Keaton'ın ödülü hak ettiğini düşünbilirim. 

Seveni vardır muhakkak. Mesela Jerry Seinfeld! Esinlediği bir sır değil. Fakat ben Allen'i değil Seinfeld'i seviyorum.

Pazartesi, Temmuz 2

Pasa Kızma Boşa Kaç



Başlık aldatıcı olabilir, zira yazar burada tek bir kişiye seslenmiyor. 

İspanya’nın 1000’den fazla pas yapıp Rusya’ya yenilmesi, Twitter’da büyük sevinç yarattı. Twitter deyip geçmeyin, benim takip ettiğim insanlar çevremdeki insanlar zaten. Yani çevremde bu kadar pas düşmanı insan olması üzücü.

Aslında bu pas nefretinden toplumsal bir analiz de çıkarabilirim. Çıkaracağım da... Pas işi zor bir iştir. Herkes yapamaz. Bir takıma o oyunu adapte etmek için uzun zaman gerekir. Bizim çevremizdeki insanlar da sabırsız, kolay şekilde köşeyi dönme sevdalısı, öfkeli, çalışmaya kapalı insanlar olduğu için pas futbolunu çürüten her şeyi yüceltiyorlar. Düşünsene dünyaya bu anlayışın hâkim olduğunu! İşler zorlaşır, tatlar kaçar!

Bu arada ben de savunma futboluna karşı değilim aslında. Karşınızda sizden çok iyi bir takım varsa, çok yetenekli oyuncular çok akışkan bir futbol oynamaya müsaitse siz de savunma disiplini ve taktiksel sadâkatla başarılı olabilirsiniz. 90 dakika içinde böyle oyunlar oynamak, böyle planlar yapmak gayet makbûldur. Ayıplanacak bir durum değil. Hatta saygı duyulmalı. Fakat pas futbolu dediğimiz oyun da küçümsenip alay edilecek bir tarz değildir.

İspanya’nın Rusya’ya elenmesinin (yenilmedi, elendi) nedeni çok fazla pas yapması değildi. İspanyol oyuncular, “Biz  ne kadar çok pas yaparsak, o kadar çok kazanırız” diye düşünmediler muhakkak. Kaybedince de “Ya pas yaptınız da noldu olm” demek biraz saçmalık.

Madem blogger olmanın tüm sıkıntılarını yaşayıp, tüm laflarını yiyoruz, bari değsin. Biraz 'blogçu tayfa' gibi analiz yapabiliriz. Merak etmeyin; ekran görüntüsü alıp buraya koymayacağım...

İspanya’nın bu 1000 pasından sonuç çıkaramamasının sebebi, 1000 pas yapması değildi. Hemen hemen her pas esnasında, topa sahip olmayan oyuncuların hareketsiz durmaları, boşa kaçmaları, Barcelona’dan alıştığımız akışkan oyunun en önemli parçası olan geçişleri sağlayamaması tüm meselenin temeliydi. Futbolcular sabit durdukça, topa sık sık sahip olan Ramos, Koke gibi oyuncular alternatifsiz kaldı. Top stoperler, bekler ve Koke arasında gidip geldi. Hierro’nun burada oyuna Iniesta’yı alması hata olabilir. Zira tecrübeli oyuncunun artık temposu düşük. Pas yeteneği ise hâlâ yüksek ama İspanya’nın saha içinde çözmesi gereken böyle bir sorunu yoktu. Iniesta yerine daha hareketli, daha fazla kendini gösterecek bir oyuncu oyuna girebilirdi.

Yine de teknik direktörün ve sistemin sorunu değildi buradaki tıkanma. Oyuncuların boşa kaçmaması, defans arkasına koşu yapmaması, sorumluluk almaması oyunun açmaza girmesine neden oldu. Topu ayağında bulan alternatifsiz kaldı. Bunların yaşanmasının sebebi de taktikle veya tarzla alakalı değil. Oyuncuların durgunluğu maçı bitiren noktaydı. Berabere kalınca da Türkiye’de alay konusu oldular.

Süper Lig’den çok alışığız böyle durumlara. Top ayağında olmayan futbolcu, öyle durur sahanın içinde. En ufak hareketin içine girmekten kaçınır. Bir şey olsun diye bekler ama bir şey yapması gerekenin kendisi olduğunu idrak edemez. Bizim futbol seyircimiz de topsuz oyuncudan çok topu ayağında tutana baktığı için, yan pas yapana kızar. Ayhan Akman’ın, Selçuk Şahin’in hatta Sabri Sarıoğlu’nun topu takımda tutmak için yanlara pas vermeleri veya sorumluluk almaları uzun oynamaları her zaman onlar adına sıkıntı oldu. Arkadaşları alternatif üretmeyince onlar yuhalandı, riske girip topu derin oynamaya çalışınca küfür yediler.

Aynı toplumun, İspanya ile dalga geçmesi de oldukça manidar. Ülkenin temel problemidir. Kenarda saklanan, oyuna girmeyen, kaçan günü kurtarır. Taşın altına eline koyan küfrü yer. Kaybedenle de alay edilir. 

Pazar, Temmuz 1

Dare mo shiranai


Müthiş bir film. 2004 yapımı ama biz izleyene kadar 15 sene geçti. Biraz Hotaru no Haka‘yı andırıyor. Her ne kadar orada yetim ve öksüzlüğün sebebi her yerde yaşanabilen savaşlardan biri olsa da, burada akla hayale gelmeyecek işgüzar ve vicdansız bir anne öne çıksa da, önemli değil. Zira izlediğimiz gerçek bir hikayeymiş.

Uzakdoğu sinemasının Batı seyircisine gelen tüm ters özellikler burada. Müzik yok, replik çok az, süre uzun. İzlemesi kolay film özellikleri değil. Fakat sinema izleme alışkanlığı yüksek olunca, bu tarz yapıtlar hap bir film gibi geliyor. Zaten çekildiği sene Cannes’dan ödüller alması da boşuna değil. Başroldeki Yuya Yagira zaten müthiş. Hak edilmiş bir ödülü daha 14 yaşında eve götürmüş. Zaten filmin tüm ‘küçük’ oyuncuları harika iş çıkarmış. Yönetmen Hirokazu Koreeda de…

Hem yöneten hem yazan Koreeda'nın en çok hoşuma giden becerisi, ortada kötü ve ağır bir olay varken ekrana hiç kötü bir karakter yansıtmamasıydı. Çok kolaya kaçıp, işi bireysele döküp tüm kötülükleri belli başlı karakterlere yıkabilirdi. Fakat Ufak tefek kötülükler dışında, suçlayacağımız bir karakter yok. “Ulan bu yapılır mı be?” diyeceğimiz olaylar var ama tek başına ‘kötü karakter’ yok. Belki anne var ama o da filmde yok zaten! Yani en sonunda öyle bir hissiyat çıkıyor ki, tüm kötülükleri seyirci olarak paylaşıyoruz. Bireysel bir olay gibi gözükse de ortada toplumsal bir mesele var ve yönetmenin bu mesajı verebilmesi puanlarını arttırıyor.

Diğer yandan ülkemizde çok sevilen Japon toplumunun aslında ne kadar dejenere olduğunu bir kez daha görüyoruz. Gerçi Japonlar biraz daha eleştirel olduğu için bu tarz filmler ortaya çıkıyor olabilir. Fakat aynı zamanda o toplumda da bazı kaynamalar olduğunu görmezden gelemeyiz. Tekrar edelim; gerçek bir hikayeden uyarlanma. Üstelik birçok toplumda bile eşine rastlamanın mümkün olmadığı bir olay...

Asıl konu; film harika! Tavsiye edilir…