Perşembe, Aralık 31

De Helleveeg

2016 yapımı bir Hollanda filmi. Bu bilgiler önemli. Zira 2016 yılından, 1960'ları anlatan bir hikayemiz var. Üstelik 1960'ların Hollandası...

Bizim gözümüzde her zaman özgürlüğün ve bireyselliğin beşiği olmuştur Hollanda. Sadece bizim için değil, dünyanın geri kalanı için de öyle bir anlamı vardır. Sanki bu küçük ülke ve bu küçük ülkenin az sayıdaki insanları tarihin en eski zamanlarından beri böyleymiş gibi hissederiz. Modern, birey olmayı başarmış, özgürlüğünü sağlamış, mutlu, huzurlu...

Olmadığını anlamamız için bu film bire bir. Hollanda toplumunun değişimini, değişirken yaşadığı sancıları, değişmeden önceki acılarını görmemizi sağlıyor. Tabi özne olarak "Hollanda toplumu" tanımını kullanmamız bir yanlış anlamaya sebep vermesin. Buradan toplumsal-gerçeklik türünde bir film beklentisi doğabilir. Fakat öyle değil.

Tiny, genç bir kız olarak karşımıza çıkar. Film boyunca onun büyümesini izleriz. Ailesiyle olan ilişkisini görürüz. O ilişkideki çatışmaları önce büyüme sancılarına yorarız. Sonra Tiny biraz daha büyür. Bu sefer hayatındaki başka gerçekleri, daha doğrusu asıl gerçekleri öğreniriz. Tiny devamlı büyür (filmin sonunda 70 yaşına gelir). Büyüdükçe hayata bakışı değişir. Hayatı değişir. Hollanda da değişir. Hollanda'nın değişimini filmde mekanlar veya kitleler üzerinden pek görmeyiz ama Tiny'nin çevresindeki insanların, Tiny'nin kendi değişimini görürüz ve anlarız. Oradaki muhafazakarlığın, yaklaşık 50-60 sene önce buralardan  çok da farklı olmadığını hissederiz.

Aslında çok kaliteli bir film değil. Derdini daha vurucu şekilde anlatabilirdi. Son tahlilde vasatı aşamadığına karar versek de filmin son anına kadar yaklaşık iki saat boyunca merakla izledik. Bu da bir başarıdır. Gerçi filmin son bölümü bitmek bilmedi. Yine de genel olarak bir kafa karışıklığı olduğu veya bir şeylerin eksik kaldığını hissetmek mümkün.

Zaten film sitelerinde, tür olarak dram-komedi yazıyor. Oysa komedi namına bir şey görmedik. Belki Tiny'nin kendine has, başına buyruk halleri ve ukala cevapları komikti. Fakat o da filmde çok az yer tutuyor. Bizim için sorun mu? Tabi ki değil. "Komedi filmi izledik bu çıktı" demiyoruz ama filmde bir ifade sorunu olduğu gerçek. Bu da onun kanıtlarından biri sanki...

Tiny'nin hayatının büyük bir kesimini izliyoruz. 14'ten 69'a kadar. Bu geniş aralıktaki tüm sahneleri aynı oyuncu canlandırıyor. Hannah Hoekstra, filmin kendisinden daha güçlü bir oyunculuk sergiliyor. Hatta filmin etkisini bir seviye yukarı çıkarıyor.

Kutlama


 Hoşgeldin 2021...

Salı, Aralık 29

Sobytie

Son dönemde izlediğim en iyi belgesellerden biri. Zaten son dönemde izlediğim belgesellerin çoğu iyiydi. Bu arada 'son dönem' dediğime bakmayın. Belgeseli izleyeli bir sene oldu. Dünyanın çok başka bir zamanında, Corona öncesinde Salt'ın Perşembe sineması kuşağında izlemek nasip olmuştu.

Yönetmen koltuğunda Ukraynalı Sergey Loznitsa yer alıyor. Tebrikler kendisine... Önce onun hakkını verelim.

Olay ise bize çok yabancı değil. Darbeler, protestolar, medya sansürü... 1990'ların başında SSCB artık yumuşama dönemine girmiştir. Ülkenin başında ise Gorbaçov vardır. Fakat Gorbaçov'un politikaları derin devleti ve gelenekselcileri rahatsız eder. Bir gece ansızın gelirler ve yönetime el koyarlar. Bu arada Gorbaçov ev hapsine alınır. Ondan haber almak mümkün değildir. Zaten herhangi bir haber almak da imkansızlaşır. Televizyonda ise devamlı Kuğu Gölü Balesi çalar.

Darbenin SSCB'yi değiştireceğini, daha doğrusu değiştirmeyip eskiye tutulmaya devam edeceğini düşünen kalabalıklar sokağa iner. Bir yandan da darbecilerin propogandaları yayılır. Her şey birbirine karışır. Üç gün boyunca Leningrad sokakların insanlar tarafını seçer. Sonunda da yeni bir ülke doğar. En azından henüz doğmasa bile ilk adımlar atılır ve o o ülkenin toplumu şekillenir.

Belgesel işte bu üç günü anlatıyor. Halkın sokağa çıkması, darbeyi bitirmesi. Arka fonda devamlı Kuğu Gölü Balesi...  Arşiv taramasından elde edilen görüntüler muazzam. Genç Yeltsin ve daha genç Putin'i bile görüyoruz.

Kitle hareketlerini izlemenin heyecanı anlatılamaz. Bir kalabalığa biraz uzaktan ve yukarıdan bakmak ve bunu gözlemlemek çok heyecan verici. Belgesellerin de bu tip bir misyonu var. Tarihe tanıklık edemeyenleri direkt tarihin içine atıyor. Belgeselde çok az söz-yorum olması, o gün yapılmış röportajlar dışında dışarıdan bir anlatıcının kullanılmaması da çok önemli. Yani yorum size kalıyor. Adeta bir gözlemci sıfatıyla koltuğa oturuyorsunuz.

Tabi yönetmenin çok da tarafsız bir şekilde durduğunu söyleyemeyiz. Fakat en azından düşüncelerini ve fikirlerini yansıtırken militanlığa da kaçmıyor. Bunu sanatıyla gerçekleştiriyor. Belgesel de nasıl sanat olur? Eldeki malzemenin kullanımı ile...

Belgeselin ismi İngilizce'ye 'Event' olarak çevrilmiş. Araştırmadım ama herhalde Rusçası da aynı anlama geliyordur. Bu da aslında güzel bir isim, filme oturmuş. 1990'ların başını anlatan 2015 yapımı bir belgesel için oldukça anlamlı. Aklıma birkaç sene önce Facebook'tan yayılan bir Event daveti gelmişti. Beş sene sonra (sanırım o süre de dolmak üzere) hep beraber Gezi Parkı'na (mekan anlamlı) gideceğiz ve eğleneceğiz. Hangi sosyal medya uzmanının fikriyse helal olsun. Millet sazan gibi atlamıştı. Binlerce kişi birbirine bu event davetini göndermişti. Belki bir sokak gösterisi değildi ama ülkedeki muhalif havadan esinlenerek hazırlandığı çok belliydi.

İşte; o eski günlerin sokak gösterileri şimdilerde event'e dönüşüyor. Yönetmen ismi bunu düşünerek mi koydu bilmiyorum ama bana göre çok iyi denk gelmiş.

Normalde bu tip sinema postlarında filmden bir kare kullanırdım. Fakat bu sefer fragmanı koymak daha sağlıklı olacak. Daha önce İstanbul Film Festivali'nde de gösterilmiş filmi internette bulmak zor olabilir ama 3 dakikalık bir görüntü bile ne anlattığını yakalamaya yardımcı olacaktır.

Güzel iş...

Pazartesi, Aralık 28

Yılın Ligi

2020'ye yavaş yavaş veda ederken, Belarus Ligi'ne ayrı bir yer ayırmamak olmaz. Hatta bu konuda biraz geç bile kaldık. Lig tam bir ay önce sona erdi. Üstelik filmlere konu olacak bir sona sahne oldu.

Belarus denilince (Belarus mu Beyaz Rusya mı sorusu dışında) akla gelen ilk şey herhalde BATE Borisov'dur. Avrupa liglerinin en uzun şampiyonluk serilerinden birine sahip olan takım, 13 sezon üst üste şampiyonluk yaşamıştı. Geçen sezon seriye Dinamo Brest son verdi.

Bu sezonun başında da BATE pek iyi değildi. Sezona iki yenilgiyle girdiler. İlk beş haftada sadece iki maç kazanabildiler. Fakat sonrasında müthiş bir çıkış yakaladılar. Onların çıkışıyla beraber zirve yarışı alevlendi. BATE, Soligorsk, Neman, Torpedo Zhodino, hatta sonlarda inceden bir Dinamo Brest  şampiyonluk için kıyasıya mücadele ettiler.

Gerçi bir noktada Corona belası yüzünden lig salça oldu. Bazı maçlar ertelendi, bazı takımlar uzun süre sahaya çıkamadı, bazıları yedeklerle çıkmak zorunda kaldı. Fakat sonuç olarak orada sezon başladıktan hemen sonra Dünya'da futbol durdu ama Belarus'ta durmadı. Yıllardır görmezden geldiğim lig de o yokluk günlerinde ilgimi çekti. Üstelik sadece futbol oynamıyorlardı, tribünlere de taraftar alıyorlardı. 

Sonra Avrupa'da futbol geri döndü ama ben Belarus sevdamdan vazgeçemedim. 2020 adeta onlarla özdeşleşti. Başladığın dizinin ilk 2-3 bölümünü sevmesen de, başladığın için bitirmek zorunda hissedersin ya, benim için de biraz öyleydi Belarus Ligi. Fakat haksızlık etmeyelim, o kadar da kötü değildi.

Belarus'ta oynanan futbol kesinlikle çok kötü. Stadyumların, zeminlerin hali berbat. 3-4 tane takımın stadı fena değil. Geri kalanı bizim 3.Lig'deki ilçe takımlarımızın stadyumları gibi. Bir maçta oyuncunun vurduğu topun ağaçta kaldığını bile gördüm. Belki de bu enstantaneler beni çekti. Maçları, ligin Youtube kanalından izledim. Bazı maçlar oradan canlı veriliyordu. Her hafta tüm maçların özetleri oraya yükleniyor. Süper Lig gibi, marka değerinin yüksek olduğu sanılan bir ligin bile böyle bir imkanı yokken Belarus'un bize sosyal medya üzerinden ulaşması çok önemli. Ayrıca her ay; ayın oyuncusu, ayın teknik direktörü gibi ödüller veriliyor. Bu da bizde olmayan bir özellik.

Bu izlediğim maçlarda öyle bir futbol oynanıyordu ki, zaman zaman maçları anlatan spikerler ve yorumcular bile gülüyordu. Tamam kalite yok ama gerçekten ilgi çekici bir şeyler vardı. Üstelik matematiksel olarak da çok heyecanlı bir puan durumu vardı. Sonu da buna uygun oldu.

Geriden gelen BATE, önce öne geçti, sonra da son haftaya lider girdi. Hatta sondan bir hafta önce yine liderdi ve rakibi takipçisi Soligorsk'tu. BATE o gün kazansa erkenden şampiyon olacaktı, ama 80'de yediği penaltı golüyle bir puana razı oldu. Tıpkı 1992-93 sezonunda oynanan ve Feyyaz Uçar'ın penaltısıyla 1-1 sona eren 29. hafta maçı gibi.. 

Yine de BATE son haftaya önde girdi. Yani avantaj onlardaydı. Rakip sezonu bitirmiş, hedefsiz Dinamo Minsk'ti. BATE kazandığı takdirde şampiyon olacaktı. Maç 0-0 sona erdi. Hatta Dinamo penaltı kaçırdı. Aynı saatlerde Soligorsk, kendi sahasında FC Minsk ile karşılaştı. Şampiyonluk stresinden midir, BATE'nin maçından gelen haberlerin (gelmeyen gollerin) etkisinden midir bilinmez, Soligorsk iki kez yenik duruma düştü. 72'de beraberliği yakaladı ama bu yeterli olmazdı. 89'dan sonra iki gol attılar ve efsanevi bir şampiyonluk kazandılar.

Buna bir intikam gözüyle bakabiliriz. Zira 2017'de benzer bir durum olmuştu. O zaman bu iki takıma yarışta Dinamo Minsk de eşlik ediyordu. BATE yenilse ve Soligorsk kazansa Soligorsk şampiyon olacaktı. BATE yenik durumdaydı ama Soligorsk da yeniliyordu. Bu sonuçlarla Dinamo şampiyon olacaktı. Fakat son dakikalarda gol atan BATE, hem maçını hem kupayı kazandı.

Demek ki Belarus Ligi böyle olaylara gebe. Diğer sezonları bilmiyorum ama açıkçası bu sezon Soligorsk şampiyonluğu hak etti. Sezon başından beri özellikle savunmada çok iyi işler çıkardılar. 30 maçta 21 gol yediler. Ligin en az gol yiyen takımıydılar. 15 maçta (sezonun yarısı) gol yemediler. Hatta yedi hafta üst üste gol yemedikleri bir dönem de oldu. Sezonun son bölümünde bocaladıkları için az daha şampiyonluğu kaybediyorlardı. Fakat yılın geneline baktığımızda en güçlü oyun onlarındı.

BATE ise golcüleri ile ayakta durdu. Ligin en çok gol atan takımı oldular. Maç başına 2'den fazla ortalamayla oynadılar. Ligin gol kralı onlardan çıktı. 31 yaşındaki Maksim Skavysh, attığı 19 golle kral oldu. Üstelik sezonun ilk yarısında ne düzgün süre alabilmişti, ne de yeterli sayıda gol atabilmişti. Fakat son 13 haftada 16 gol kaydetti. Gerçi son hafta maçında fileleri havalandıramayınca bunların da bir anlamı kalmadı! Yine de onun krallığına sevindim, yoksa gollerinin yarısını penaltıdan atan Özbek oyuncu Jasurbek Yakshiboev gol kralı olacaktı, o zaman üzülürdüm. 

Ayrıca BATE'de ayrıca 12 gol atan Pavel Nekhajchik de sezonun öne çıkan isimlerindendi, onu da atlamayalım.

Benim hoşuma giden takımlardan bir diğeri Neman Grodno'ydu. Son ana kadar yarışın içinde kaldılar. Onlar da az gol yediler. Hatta az gol attılar. Oynadıkları 30 maçın 12'si ya 1-0 bitti ya da 0-0. Buna rağmen Gegam Kadimyan gibi bir oyuncuyla dikkat çektiler. Ermeni oyuncu, 12 gol atarak sezonu tamamladı. Takımın beşinci sırada kalması ise büyük talihsizlik. En azından ilk üçe girmeliydi.

Gerçi sezonu üçüncü bitiren Torpedo Zhodino da hoşuma giden bir diğer takımdı. Onlar biraz daha hücumcuydu. Aslında son dönemde saçma sapan puan kaybetmeseler belki zirveyi de ele geçirebilirlerdi. Burada da Brezilyalı oyuncu Gabriel Ramos beğenimi kazandı. Ligin üzerinde bir oyuncu olduğunu defalarca kanıtladı. Teknik becerisi fark yaratmasına yetiyor. Tam bir Doğu Avrupa'da ülke ülke gezerek kariyerini sürdürecek Brezilyalı...

Tabi Belarus Ligi'nin seviyesini çözmek zor olduğu için bu oyuncuların herhangi bir ülkede nasıl performans göstereceğini kestiremiyorum. Bu bağlamda birkaç oyuncu ismi daha vermek isterim. Isloch Minsk'ten Momo Yansane, BATE'den Bojan Nastic ve Kızılyıldız görmüş Nemenja Milic, Torpedo'dan Lipe Veloso, Dinamo Brest'ten Denis Laptev, Rukh Brest'ten Evgeni Shevchenko ile aynı takımdan Artem Kontsevoy gözüme çarpan oyuncular oldu. 

Çok uzatmayalım. Geride bıraktığımız garip ve tarihi senenin en sürükleyici detaylarından biri oldu Belarus Ligi. Bu oyuncular da bu dizinin kahramanlarıydı. Sağolsunlar. Seneye bir daha bu kadar bakar mıyım, açıp bir maç izler miyim emin değilim. Fakat en azından canlı skor sitelerinden haftanın sonuçlarına bakacağım kesin. O kadar hatırımız var birbirimize...


Pazar, Aralık 27

White Heat

8.1'lik IMDB puanı ile sitenin en iyi 250 filmi arasında yer alıyor. Kesinlikle puanını hak eden bir başyapıt. Gerçi dünyanın en iyi 250 filmi arasına girer mi emin değilim. Fakat en üst sınıfın temsilcilerinden olduğu bir gerçek. Özellikle yapım yılıyla değerlendirmemiz gerekiyor.

1949 yılı için oldukça devrimci bir film diyebiliriz. Avrupa'nın henüz keşfetmediği ve güzelleştirmediği kara film türünün belki de ilk esaslı örneği. Ayrıca o yıllarda kendini hissettiren ama asıl olarak 1950'lere damga vuracak Hithcock ve Billy Wilder filmlerinin bir diğer temsilcisi, belki de bazı açılardan öncülü.

Annesine takıntılı bir şekilde düşkün olan gangster Cody, eşi Verna, Verna'yı kapan eski suçortağı, Cody'nin peşindeki polisler ve tabi ki olayların merkezindeki anne.. Psikoloji, aşk, aile, kovalamaca, gerilim, entrika, ihanet, hapishane, soygun, femme fatale... Ne ararsan var. Her türe, her seçeneğe girer. Günümüzün süperkahraman filmlerine geçirmek için fırsat kollayan biri olarak adeta gururlandım. 1949'da o teknolojik şartlar altında böylesine has bir film çekilmiş.

Filmdeki üç araçlı takip sahnesi bile her şeyi anlatır. GPS teknolojisinin, cep telefonunun olmadığı yıllarda bir kişi nasıl takip edilir? Tabi ki zekanızı kullanarak. Buna muhtaçsınız. Sinemada da aynı durum söz konusu. O dönemde iyi bir film çekmek için ne yapmak zorundasınız? Çok yaratıcı bir senaryo, kurgu ve detaylandırılmış karakterler gerekiyor. Bir de yanına ustaca kamera kullanımları, siyah-beyaz bir filmde bile kendini belli eden ışıklar, görüntüler eklenince tadından yenmiyor.

Oyuncularımız da çok başarılı. James Cagney muazzam iş çıkarıyor. Karakteri oluşturulurken birçok farklı gangsterden, haberlere konu olmuş suçlulardan, hatta oyuncunun kendi babasından esinlenilmiş. Yani boş bir karakter değil. Cagney de o karaktere çok güzel can veriyor. Virginia Mayo da filme renk katıyor. Tip olarak karşılamasa da karakterinin tarzı ve tavrıyla femme fatale ekolünün hakkını veriyor.

Filmin benim için en sönük yeri sonu oldu. Bir çok yerde çok etkileyici olduğu vurgulanmış. Bana göre o hızlı, heyecanlı ve zihin açıcı akan filmin sonunda beklentimizi karşılayamadı. Tabi filmin ismiyle biraz olsun uyumlu olması, öyküyü tamamlıyor. Üstelik çekim aşamasını düşününce, ne kadar zor bir iş çıkarıldığının da farkındayım. Başka bir filmde olsa bayılırdım, sadece öykünün işleyişi ile beklentim çok başka sonlar doğurmuştu. Ama zaten ne olursa olsun;

"Başardım anne! Dünyanın zirvesindeyim"

Cumartesi, Aralık 19

The Beguiled


Clint Eastwood'un izlediğim en değişik filmlerinden. En azından şöyle bir farkı var; 1970'lerde çekilmesine rağmen Western değil. Fakat yine geçmişe gidiyoruz. Bu sefer Batı'da değil, Güney'deyiz.

Eastwood, Güney - Kuzey savaşında Kuzey tarafında yer alan bir askeri canlandırıyor. Bu askerimiz, Güney'de düşmanları tarafından yakalanıyor ve bir lince maruz kalıp bırakılıyor. Ölmek üzereyken tamamen kadınlardan oluşan bir okulun öğrencileri tarafından bulunuyor. Ve okula getiriliyor.

Okul dediğime bakmayın; toplam nüfusu 10 kişi. 13 yaşında bir öğrenci de var, yaşlı bir müdire de, kölelikten kurtulmuş siyahi bir hademe-bakıcı da...

Tabi savaş nedeniyle uzun zamandır bir erkekle yakın temasa geçmemiş bu 10 kişi, Eastwood'u görünce bir kıpırdanıyor. Eastwood da kadınların hepsine (evet hepsine, 13 yaşındaki kardeşimiz de dahil) nabza göre şerbet veriyor. Bu şerbetler birbirine karışınca kadınlar arasında kıskançlık ve sonrasında da Eastwood'a karşı bir nefret başlıyor.

Devamını anlatmayalım. Eastwood'un alışık olduğumuz macera filmlerini bekleyenler aradığını bulmayabilir. Yüksek bir gerilim mevcut her sahnede. Film ilerledikçe bu durum daha da artıyor. Fakat bu gerilim esnasında yönetmen Don Siegel aksiyona başvurmuyor. Bu açıdan biraz Hitchcock filmlerine veya bazı King romanlarına benziyor. Benim de hoşuma gidiyor. Fakat herkes için aynı değil. Film çekildiğinde aksiyon filmi olarak sunulmuş, bu da Eastwood için salonlara gidenlerde hayal kırıklığı yaratmış. Devamında film New York'un alternatif salonlarına gidince, olası bir gişe çakılmasının önüne geçilmiş. Oysa gayet iyi bir film. IMDB puanı da 7'nin üzerinde...

Ayrıca 10 kadın ve 1 erkekli film için erotik tanımını da yapabiliriz. Fakat herhangi bir çıplaklık da mevcut değil. Benim nazarımda filmi güçlü kılan özellikler bunlar. Siegel için de kariyerinin en iyi filmiymiş. 

Tabi bu filmi beğenen birçok insan olduğu için 2017'e bir daha çekilmiş. Bu sefer yönetmen koltuğunda Sofia Copolla, yanında da çok güçlü bir kadro vardı. Ben henüz filmi izlemedim. Hatta orijinali izlediğim için, gerek kalmadığını düşünüyorum. Üstelik iki filmi de izleyenlerin yorumuna göre, ikincisi oldukça vasat kalmış. Bazı filmleri zamanında bırakmak lazım herhalde.

Çarşamba, Aralık 16

Onun Gibisi

"Bodiroga her zamanki gibi takıma liderlik etti ama finalin (2002 Kinder Bologna - Panathinaikos) esas yıldızı, dostum İbrahim Kutluay'dı. Böyle bir şutör o-la-maz. Efes'te de birlikte oynadığımız dönemden hatırlıyorum, bugün dahil, hayatımda birçok şutörle oynadım ama İbrahim gibisine hiç rastlamadım. Hiç zorlanmadan 40 attığı olurdu. 'Watch me Mula, watch me' diye bağırırdı perdeyi takip ederken. Ne adamdı... Onun gibisi gelmedi gelmeyecek."

Damir Mulaömerovic / Socrates Ekim 2020 sayısı

Cuma, Kasım 20

The Long Riders

Jesse James hakkındaki filmlere merak duyanlar için doyurucu sayılabilecek bir yapım. Bir The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford kadar olmasa da izlenebilecek bir film. Tabi eksikleri çok fazla. Kurgu fena değil ama karakter tanımlamaları biraz yetersiz kalmış. Özne Jesse James gibi bir figür olunca da karakter tasviri büyük önem kazanıyor, zira sıradan bir Western çekmekten uzaklaşıyorsunuz artık. Tarihsel bir kişiliği öne alıyorsunuz. Onun popülerliğini avantajını kullandığınıza göre, kolaya kaçmadan biraz üzerine düşmek gerekiyor. Riskli bir durum; filmin bu riskin hakkını veremediğini düşünüyorum. 

Filmin belki de en ilginç özelliği dört ayrı kardeş grubunun, kardeşleri canlandırmasıydı. Jesse James ve Frank James'i James ve Stacy Keach kardeşler canlandırıyor. Younger ailesinin rolleri David, Keith ve Robert Carradine üçlüsüne verilmiş. Dennis Quaid ve Randy Quaid genç halleriyle yine rol alan çiftlerden. Robert Ford'u görmüyoruz ama Charlie ve Bob kardeşleri de Guest ailesinden Christopher ve Nicholas canlandırıyor. Hatta Jeff Bridges ve kardeşi de Ford kardeşleri oynamaya hazırlanmış ama programları uymayınca roller Guest ikilisine düşmüş. İlginç bir oyuncu seçimi... 

Bu oyuncular kardeş olmaları sebebiyle birbirlerine çok benzedikleri için, bizim de film boyunca "Kim kimdi" diye sorgulamamıza yol açıyor. Karakter sayısı da çok fazla. Haliyle takip işi biraz zorlaşıyor. Tabi izlerken seyirci olarak ben de "Keşke konuya biraz daha hakim olsaydım" diye iç geçirdim. Bizim  de eksiklerimiz vardı. Uzaktan izleyenlerin yabancılık çekmesi muhtemel. 

Bir diğer şanssızlığı da sanırım yapım yılı. 1980, Western için uyuklama çağı. Bu dönemde böyle bir filme girmek bütçeyi biraz aşağıya çekmiş sanırım. Para parayı çeker düsturu da kendini göstermiş ve gişede çok fazla ilgi görmemiş. Yine de zarar etmemeyi başarmış. Fakat daha iyi ve güçlü bir yapımla, daha yüksek bir başarı elde edilebilirdi.

Yine de hem karizmatik oyuncuların performansları hem de orijinal konunun ve karakterlerin mirası sayesinde ilgi çekici bir yapım. İzlenmeyi hak ediyor.

Salı, Ekim 27

57


 

Playing for Keeps


Futbol ile romantik komediyi birleştiren filmlerden biri. Genelde bu evlilikten iyi bir ürün çıkmıyor. Buna rağmen yapımcıların neden bu ikiliyi aynı potada birleştirmek istediğini anlamak mümkün. Benim de ilgimi çekti ve sakin bir günde "Bir bakalım" diyerek izlememi sağladı.

Ama tabi benzerleri gibi bu da bizi tatmin etmedi. Tam anlamıyla bir futbol film olmadığı için çok fazla futbol sahnesi görmüyoruz. Bu aslında ağırlıklı tarafı romantik komedi olan bir film için iyi bir durum. Zira futbol sahneleri, sinemanın 100 yıllık lanetidir. Seyirciyi bu konuda tatmin etmek mümkün değildir. Onun yerine, ana konudan çok fazla uzaklaşmadan araya futbol hikayeleri sıkıştırmak daha iyiydi. Tabi bu filmde o konuda da eksikler vardı.

'Romantik' kısımda beklenen çıta daha yüksekti. Buna güçlü oyuncu kadrosu sebep oldu. Gerard Butler, Catherine Zeta Jones, Uma Thurman, Dennis Quaid, Jessica Biel gibi isimlerin adı geçince sağlam bir film çıkacağını düşündük ama olmadı. 'Komedi' kısmı da oldukça kısır kaldı.

Konu da çok yaratıcı değil. Eski futbolcu George (Butler), boşandığı eşine (Biel) ve oğluna yakın olmak için başka bir eyalete taşınır ve yeni bir hayata başlar. Klişeler barındıran bir film. Sıradan bile diyebiliriz. Ama yine de futbol bizi biraz çekiyor. George'un profesyonel kariyerine dair anıları, hatıratları, eşyaları biraz hoşluk katmış. Bir de genelde böyle filmlerde başroldeki şahıs, futbola biraz uzaktır ve bu durum topa vurduğu sahnelerde çok rahatsız eder. Butler en azından bu konuda bizi memnun etti. Topa vurmasını biliyormuş. Hatta Biel de lise çağlarında futbol oynamış. Yani futbola uzak bir ekip yok. Filmi İtalyan bir yönetmene çektirmek de (Gabriele Muccino) bu planın bir parçası olabilir.

Yine de bu detayları düşünmelerine rağmen seyirciyi etkilemeyi başaramamışlar. 55 milyon dolarlık bütçeyle çekilmesine rağmen gişede sadece 28 milyon dolar hasılat yapabilmiş.

Bence sonu da izleyiciyi memnun etmemiştir. En azından beni sarmadı. George'un seçeceği kadın Denise (Zeta - Jones) olmalıydı. Beklemediğim şekilde filmin en iyisiydi. Film ise beklendiği gibi kutsal aile kavramını bir araya getirerek noktalandı. Ortada ise en az 25 milyon dolarlık bir enkaz kaldı.

Pazar, Ekim 25

Tek Maçtan Yatan Kuponlar #7

Sıcağı sıcağına yatan kuponumuzu hemen paylaşalım. Paylaşalım ki, gençler ibret alsın, bahisçiler bazı gerçekleri aklından çıkarmasın.

Dersimizi en sona saklıyoruz, önce kuponumuzdan bahsedelim. Dört farklı ligden, dört tane maça sahip geniş coğrafyalı bir kupon. Aynı zamanda çok sayıda maça tanıklık edecek Cumartesi gününü yaklaşık 7 saat boyunca kilitleyecek kadar geniş zamanlı.

Önce Rusya'ya gittik. Dinamo Moskova, kendi sahasında Sochi ile oynayacaktı. Dinamo Moskova, son yıllarda hayal kırıklığı ile eş anlamlıydı. Kadrosu fena olmasa da yatırımının karşılığını alamayan, ligde bir türlü kendini yarışa sokamayan bir takım. Fakat bu sene biraz daha iyiler. Sanki çok büyük hatalar yapmayacaklar. Kendi sahalarında Sochi ile oynayacaklarını gördüğümde, ilk önce oranın düşük kalacağını düşündüm ama 1.80'e kadar çıktığını gördüm. Gerçi ben kuponu hazırlayana kadar oran 1.75'e düştü ama olsun; benim için yeterliydi. Dinamo Moskova'nın güçlü tarafı savunması. Bu haftaya kadar iç sahada sadece 1 gol yemişlerdi. O nedenle aklımdan "Sadece ev sahibi gol atar" seçeneği de geçti ama galibiyet oranı yeterli gelince fazlasını denemekten kaçındım. Doğru hareketti, korktuğumuz başımıza geldi. Dinamo Moskova ikinci golünü yedi ama diğer yandan maçın 3-1 kazanmasını bildi.

Rusya'nın küçük kardeşi Beyaz Rusya'nın ligi, 2020'de kuponlarımızın vazgeçilmezi oldu. Bilyoner.com üyelerine yaptığım yorumda Dinamo Minsk - Belshina maçı için KG Var'ı önermiştim. Çok yüksek bir oranı vardı. Ligin alt sıralarında yer alan Belshina son dönemde çok beğendiğim bir takım ama son bir ayda kupa maçları, milli maç arası ve Covid sıkıntıları nedeniyle sahaya çıkamadılar. O nedenle bu maçtan biraz çekindim, zira Belshina'nın en son durumunu bilmiyordum. Dinamo Minsk kendi sahasında gol bulurdu ama Belshina bunu başarabilir miydi?  20. dakikada golü attılar. 32'de de Dinamo Minsk cevap verince yarım saat içinde tahminimiz tuttu ve bize güvenenler kazandı.

Biz kazanamadık ama! Nedenini anlatmadan önce son maçımızdan da bahsedelim. Samsunspor, bu sezon 1.Lig'in en sağlam takımlarından biri. Süper Lig'e çıkarlar mı çıkamazlar mı bilemem ama kendi sahalarında kolay kolay maç kaybetmezler. Gerçi bir İstanbulspor yenilgisi yaşadılar ama bu sayı, sezon sonuna kadar çok fazla artmaz. Keçiörengücü de ligin iyi takımlarından ama Samsunspor'a 2.00'ye yakın bir oran verilince denemek istedim.

Ankara ekibinin en önemli özelliği sahaya iyi yayılması. Hem savunmada, hem de topu aldıklarında çok güzel dağılıyorlar ve alanı çok iyi paylaşıyorlar. Fakat alan her yerde aynı değil! Keçiörengücü, bu özelliğini iç saha maçlarını oynadıkları Aktepe Stadı'nda çok iyi kullanıyor. Tipik bir semt stadında yani. Fakat deplasmanda, özellikle yeni yapılan geniş sahalarda işler biraz zorlaşıyor. Geçen sezon Adana'da oynadıkları iki maçta, İzmir Atatürk'te, ligi sonuncu bitiren Eskişehirspor'un yeni stadında, Bursa'da kazanamadılar. Fakat Bornova'da ve Vefa'da kazandılar. Kısacası Samsun'da da işleri zordu. Zaten ligin en az gol yiyen takımı olarak geldikleri Samsun'dan 4 gol yiyerek döndüler.

Alt ligler zordur. Biz de bu güzel kuponda bir alt lig maçıyla yattık. Millwall - Barnsley maçı, normal şartlarda, hele yoğun hafta sonu programında oynayacağım bir maç değil. Zira çok takip ettiğim bir lig değil. Fakat bu sezon Digitürk'te çoğu ligden mahrum kaldığımız için Championship maçlarına daha çok zaman ayırmaya başladık. Arada özetlere de denk geliyorum. Millwall, fena top oynamıyor gibiydi. Altı maçta sadece bir kez yenilmişti. Diğer tarafta Barnsley, maç kazanamadı. Maç da Millwall'un sahasında olunca kupona ekledik. Sonuç; 1-1! İlginç olan; iki takımın da istatistikleri devam ediyor. Millwall halen tek yenilgide, Barnsley ise yine kazanamadı. Olan bize oldu...

Aslında bu maçı kupona en son soktum. Dördüncü maçı çok aradım ama çoğu maça güvenemedim. Bayburt Özel İdare - Elazığspor maçı ile bu karşılaşma arasında gittim geldim. Hatta Bayburt Özel İdare'nin oranı da beklediğimden yüksekti. Fakat saat 14.00'te oynanacak bir maçtan yatıp yeni bir kupon yatmak istemedim. Onun yerine bir 17.00 maçı koyarak heyecanın uzamasını istedim. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı ve heyecan daha kısa sürdü. Üstelik 11 misli verecek kupona da yazık oldu...

Peki bu kupondan çıkaracağımız dersler ne?

1) Hakim olmadığınız lige oynamayın. 

2) Maçların saatlerini dikkate almayın.





Tek maçtan yatan kuponlar #6

Perşembe, Ekim 22

Karakomik Filmler

Cem Yılmaz filmlerinin eleştirilmesi, tartışılması, konuşulması hiç şaşırtıcı değil. Ülkenin en popüler insanlarından herhangi birinin yaptığı her iş, ilgi çeker. Bu ilgi, yoğun bir sevgiyi ve yoğun hoşlanmamayı beraberinde getiriyor. Bugüne kadar da öyle oldu. Fakat Karakomik Filmer serisi; sanki tüm bu olağan ve normal çatışmanın dışında kaldı. Zira bu kadar sevilmemesini ve "Cem Yılmaz artık yapamıyor abi ya" görüşünün çok fazla dillendirilmesi beni şaşırttı.

Her sanatçı, zaman ilerledikçe ve yaşlandıkça, arkadan yeni kuşaklar geldikçe daha çok tartışılır. Sanırım mizahçılar için bu daha keskin bir gerçeklik. Cem Yılmaz da bunu yaşadı. İlk çıktığı o 90'larda biz ona deli gibi gülerken, babamların kuşağı onu sevmekle 'zırzop' bulmak arasında gidip gelirdi. Babamların bir üst kuşağından olan dayım ise "Bu adamın nesine gülüyorsunuz?" derdi. Dayım, bize göre en iyi esprisi "Halıya basma lan" olan Nejat Uygur'a hayrandı mesela. Büyük ihtimalle Cem Yılmaz da yaş aldıkça benzer bir duruma düşecektir. Dedeler onu sevecek ama çocuklar kendilerine başka kahramanlar bulacak. Dünya, ülke, toplum değişiyor. Haliyle mizah anlayışı da değişiyor. Şu an 20'li yaşlarında olan ve odaklanma konusunda sorunlar yaşayan bir kuşağın 120 dakikalık bir filmden çıktıktan sonra "Çok güldüm" demesi çok zor. Daha doğrusu bunu söylemesi için, filmde arka arkaya esprilerin gelmesi lazım...

Fakat zaten sıkıntı veya tartışma konumuzu da burada. Karakomik filmler; adında 'komik' kelimesi geçse de tam anlamıyla bir komedi serisi değil. Genç kuşak filmin etiketinde Cem Yılmaz'ı ve adında komik kelimesini görünce bu yanılgıya düşmüş olabilir. Bu beklentiye girilebilir ve hayal kırıklığına uğranabilir ama Cem Yılmaz sinemasının başından sonuna kadar hakim olanlar buna nasıl kandı anlamak mümkün değil.

Yılmaz'ın sinema ile ilgili bir anlaşması var gibi. Bir kaç sene arayla G.O.R.A, A.R.O.G, Yahşi Batı çekerken aralara da Hokkabaz veya Pek Yakında sıkıştırıyor. Bu son paketteki filmlerde de komedi unsuru var; ama seyirciyi deli gibi güldürmek esas amaç değil. Sanki; iki farklı beğeniye sahip seyirci grubunu, nöbetleşe bir şekilde salona çekmek için ayarlanmış gibi sırayla bunları sunuyor bize...

Açıkçası ben bu ikinci ekolü daha çok seviyorum. Karakomik serisine de her iki seferde de aynı beklentiyle girdim. Beklediğimi buldum. Daha fazlası olabilirdi. Daha iyi olabilirdi. Aynı akımın üyeleri Her Şey Çok Güzel Olacak veya Hokkabaz, bu seriden çok daha iyi ve güçlüydü. Gerçi Yılmaz'ın 25 yaşında yazdığı bizim de 20 sene önce izlediğimiz için bazı eksiklerini görmediğimiz veya görmezden geldiğimiz Her Şey Çok Güzel Olacak da kusursuz değildi. Hokkabaz da... Fakat Karakomik serisinde hikayelerin bir telaşa kurban gittiğini hissettiğimi itiraf etmeliyim. Diğer ikisi sanki senelerde kafada hazırlanmış ve demlenmiş gibiydi.

Oysa bu eleştiri basında ve sosyal medyada çok yer almadı. "Cem artık güldürmüyor" eleştirisi çok revaçtaydı ve hatta zamanla "Cem artık yapamıyor" cümlesine dönüşmüştü. Güldürmüyor beklentiyle paralel bir durum. Güldürmediği doğruydu ama güldüremediğini söylemek için başka filmlerini baz almak lazım.Zira amaç bu değil. Diğer yandan "yapamıyor" da denmezdi, zira iyi kötü bir şey yapmıştı. 

Cem Yılmaz bu seride dört farklı hikaye yarattı. A.R.O.G ve G.O.R.A gibi filmlerde ise farklı dünyalar yaratıyordu. En temel fark burada. Karakomik serisinde farklı bir dünya (uzay, vahşi Batı vs) yaratmasına gerek yok. Türkiye toplumunun kendi dünyası ona zemini sundu. O sadece bu zemine ilginç birkaç karakter ekledi. Aslında o karakterler de bize çok uzak insanlar değil. Fakat karakomik isminin beklentisine uygun olarak biraz karikatürize edilmesi gerekiyordu. 2 Arada'daki Ayzek, Emanet'teki Birol ve Ayhan (Çağlar Çorumlu), Deli'deki Güven bizim sosyal yaşantımıza uzak karakterler değiller ama sadece biraz abartılmaları gerekiyordu. İlginç olan Cem Yılmaz gibi ünlü, zengin, artık farklı bir dünyada yaşamak zorunda kalan, birinin bu karakterleri hâlâ gözlemleyebilmesi... Yılmaz en son ne zaman bir vapura binmiştir de Ayzek'i bu kadar net tasvir edebilmiştir? Ama iste adam yapıyor... Öte yandan Kaçamak'ı da kattığımız zaman izlediğimiz dört filmde de sonunda beklediğimiz duyguyu bulamadık.

Zira Cem Yılmaz'ın bu tarz filmlerinde son önemlidir. G.O.R.A'nın veya A.R.O.G'un sonlarını hatırlamazsınız ama her esprisi hafızalardadır. Hokkabaz ve Her Şey Çok Güzel Olacak öyle değildir. Tamam replik replik ezberleyecek kadar sevenleri vardır ama o filmlerin sevilmesini sağlayan en önemli unsur, seyirciye sonunda yaşattığı duygudur. Yılmaz'ın eski Türk filmlerine duyduğu sevginin bir tezahürüdür o filmler. Bunu kendisi de itiraf eder zaten. Kendi filmini çeker, kendi hikayesini yazar ama 60 yıldır insanlara aktarılan duyguyu aşılamaya çalışır. Bir emanetçi sorumluluğu hisseder. Bunu da başarır zaten. Ve bunu da  en çok; bazen gülünen bazen merak edilen öyküyü çok iyi tamamlamasıyla sağlar. Fakat Karakomik serisi bu konuda sıkıntı yaşıyor. Üstelik 'kısa' süreli filmler olması sebebiyle bu sıkıntı daha da büyüyor, çünkü filmler bir anda bitiyor (gerçi 60 dakika da çok kısa değil) ve sonu sizi etkilemiyor. Hatta aslında kısa süren gelişme de yeteri kadar tatmin etmiş olmuyor. Tabi bu nokta üreticinin sorunu değil. Biz bu tarza alışmadığımız için sıkıntı yaşıyoruz. Fakat buradan doğan eleştirileri de olgunlukla karşılamak gerekir. Yeni bir şey denemek, zaman içinde sizi öncü haline getirebilir ama çağdaşlar tarafından anlaşılmamak da mümkün...

Yılmaz'a gelen en büyük eleştirilerden biri hep aynı oyuncu kadrosuyla çalışmasıydı. Bu filmde de 'kankalarını' yanında görüyoruz. Gerçi büyük ihtimalle bundan sonra Ozan Güven'i pek görmeyeceğiz. Fakat yine de yanındaki oyuncuların iyi oyuncular olduğu gerçeği es geçiliyor. Arkadaş torpiliyle iş yapan insanlar değiller. Zafer Algöz özellikle sosyal medya kullanımı nedeniyle pek sevmediğim bir karakter olsa da oyunculuk bakımından başarılı biri. Özkan Uğur'a ise diyecek laf yok. Zaten Yılmaz, mümkünse onsuz film çekmesin. Haliyle bu isimlerin varlığı bir sıkıntı değil. Üstelik bu ekip dışında kalan ama dört filme de büyük katkı veren insanlar var. Cem Davran'ın, Çağlar Çorumlu'nun, Tülin Özen ve Tansu Biçer'in varlıkları inkar edilemez.

Bu dört filmi kısaca sıralamak gerekirse, benim favorim muhteşem Özkan Uğur performansı nedeniyle Deli. Öykü de diğerlerine çok daha iyi ilerliyor. İnsanı vuran bir kısmı var. Karakomik eğer karamizah türünden esinlenmiş bir isimse ve böyle bir vaadi varsa; hem kara hem mizah kısımlarını barındıran ögelere sahip. Cem Yılmaz'ı No Country for Old Man'deki Javier Bardem'i andıran saçlarıyla izlediğimiz Emanet, ikinci sıramda. Aslında Deli'yi de geçebilirdi ama tekrar vurgulamam gerekiyor ki; Özkan Uğur'u tekrar izlemek için bile açılacak bir filmden bahsediyoruz. 2 Arada aslında yukarıda yazdığımız tüm eleştirileri ve övgüleri üzerinde toplayabilecek bir film olmuş. Çok iyi bir hikaye geliyordu ama sonuyla can sıktı. Artık bu tip sonlar görmek biraz sıkıyor. Yine de 'normal insanların normal hayatlarını hikayeleştirmek' ise amaç; dörtlü arasında bunu en iyi işleyeni... Kaçamak ise sanırım benim açımdan en keyifsiziydi. Sanki arkadaş eleştirisinin kaynağı gibiydi. Kankalar kaçamak yapmaya gitmiş ve arada bir de film çekmiş gibi...

Özetle; Cem Yılmaz'ın en unutulmaz işlerinden biri olarak hatırlanmayacak ama tüm sektördeki filmleri baz aldığımızda, özellikle son yılların çoraklığında elle tutulan ve tarzıyla bir fark yaratan sayılı işlerden biri oldu. Sanılanın aksine; bu seri sayesinde gördük ki Cem Yılmaz hâlen yapabiliyormuş.  Ama bu tarafa daha çok eğilmesi, daha çok özen göstermesi temennimiz. 

Güldürmesi veya güldürmemesi ise benim sorunum değil. En azından sinemada...

Salı, Ekim 13

Fatih Öztürk Transferi ve Ersin İnadı

Şu sıralar Beşiktaş'ın en çok konuşulan konularından biri kaleci... Daha doğrusu transfer döneminin sonuna kadar çok fazla konuşuldu. Şu günlerde etkisini biraz yitirdi ama Ersin'in ilk ciddi hatasında tekrar gündeme gelecektir. Hatta, Ersin hatasız oynasa dahi 2.5 ay sonra yeniden başlayacak transfer döneminde bir kez daha kaleci transferi gündem olacaktır.

Oysa Beşiktaş'ın sahadaki durumuna bakıp tüm sorunlarını alt alta dizdiğimizde kaleci maddesi en altlarda kendine yer bulur. Buna rağmen çok konuşulmasının en büyük nedeni sanırım kaleci pozisyonunun çok daha ölçülebilir gözükmesinden kaynaklanıyor. "Takım çok gol yiyor o zaman kaleci kötüdür" veya "takım az gol yiyor, o zaman kaleci iyidir" demek çok daha kolay geliyor ve hemen her çevrede hızlıca kabul görüyor. Diğer pozisyonlardaki oyuncuları değerlendirmek ise çok daha çetrefilli.

Ersin'in kaleciliğini değerlendirmek zor. Kendisini çok fazla maçta izlemedik. İzlediğimiz maçlarda da çok sağlıklı bir yapının içinde değildi. O nedenle onun Beşiktaş'a vereceklerini kestiremiyorum. Fakat kulübün kasasındaki durumu kestirebiliyorum. Kulübün maddi yönden birçok sıkıntısı, kısıtlaması, uyması gereken kuralları varken halen bir kaleci transferi istenmesi makul durmuyor. Ersin veya Utku veya altyapıdan başka biri; bu dönemde bir sezonu götüremez mi? Kaleyi emanet edebileceğiniz kimse yok mu? Eğer yoksa; bu çocuklar niye kulübün bünyesinde? Kontenjan oldurmak için mi? Son dönemde yapılan transferle bakınca; Fabri dışında hangisi sonuç verdi de çözümü yenisinde arıyorsunuz? Boyko'mu Ersin'den iyiydi, Karius mu? Allen McGregor mu tatmin etti mesela?

Transferin kendisi risk barındırırken, bir de "genç kaleci risk abi" diyenler var. Hangisi daha büyük risk ortada. Beşiktaş özelinden devam edersek; yukarıda yazdığımız kaleciler transfer edilirken suratına bakılmayan Günay şu an Süper Lig'in güvenilir kalecilerinden birine dönüştü. Mert Günok ve Volkan Babacan'ın Fenerbahçe'den ayrıldıktan sonra milli takıma kadar yükselmeleri ayrı bir konu başlığı.

Demek ki risk başka yerde. Yine de diyelim ki genç kaleci ile oynamak risk olsun. ama birçok takım da bu riske girdi. Girmek de zorundalar. Üretmek ve gençlere güvenmek bir politika olmaktan çıktı, artık zorunluluk. Bu sayede şu an Uğurcan, Avrupa'nın radarına girmiş durumda. Altay, Fenerbahçe'yi sırtlıyor. Demek ki bu çocuklar oynayınca gelişebiliyor. Üstelik kalecilik diğer oyunculardan daha şanssızdır. Hantal kalmaları çok daha olasıdır. Genç bir forveti maçların son 20 dakikalarında, mağlubiyetlerde veya farklı galibiyetlerde oyuna sokabilirsiniz. Sezon boyunca 30 maçın son 30 dakikasında oyuna girse, 10 tam maç süresi kadar oynamış olur. Fakat kalecilerin böyle bir şansı da yok. Alt lig takımlarına karşı oynanan kupa maçlarında oynamazlarsa, sezonu sıfır (0) dakika ile kapatmaları muhtemel.

Beşiktaş'ta Ersin, en azından 2.5 ay daha oynamaya devam edecek. Gündem ve tartışma yaratmasına rağmen bir plana sadık kalındı. Fakat Galatasaray'daki durum daha kötü. 

Sarı-Kırmızılı takımda bir Fernando Muslera gerçeği var. 2011'den beri takımda. Artık 34 yaşına geldi. Er ya da geç futbola veya öncesinde Galatasaray'a veda edecek. Galatasaray da yavaş yavaş onun yokluğunu dolduracak veya onun oynamadığı maçlarda eldivenleri vereceği bir oyuncu bakıyordu. 2019 yazında Bursaspor'dan Okan Kocuk transfer edildi. Okan 21 yaşında Bandırmaspor'da, 22 yaşında İstanbulspor'da, 23 yaşında Bursaspor'da birinci kaleci oldu. Üç sezon boyunca iyi sayıda maça çıktı. İyi de performans gösterdi. Milli takıma da yükseldi. Bu sayede Galatasaray'a transfer oldu. Tabi ki Galatasaray'da birinci kaleci olması beklenemezdi. Muslera'nın arkasında sırasını bekleyecekti. Sırası, tahmininden erken geldi. Uruguaylı, salgın sonrası dönemde oynanan ilk deplasmanda sakatlanınca sezonu bitirmek Okan'a kaldı. 8 maçta oynadı. Oynadığı maçların hepsinde gol yedi. Fakat bana kalırsa çok da kötü bir görüntü çizmedi. En azından Galatasaray'da daha önce yedek kalecilik yapmış Cenk Gönen ve Eray'dan daha güvenilir duruyordu. "Bu çocuk Muslera'dan formayı alır" diyemedik ama Muslera gelen kadar idare edeceğini düşündük.

Fakat bir anda Fatih Öztürk transfer edildi. Esasında Fatih benim beğendiğim kalecilerden biri. 1461 Trabzon'da iyiydi, o sayede yükseldiği Trabzonspor'da kendini gösteremedi ama Anadolu macerasında fena işler yapmadı. Oralar için iyi bir kaleciydi zaten. Tekrar şampiyonluk hedefleyen bir takıma döneceğini tahmin etmezdim. Döndü; hem de 34 yaşında, üstelik birinci kaleci olarak. Peki gerçekten gerek var mıydı?

'Maaşı düşük tecrübeli kaleci', günü kurtarma hareketidir. Üstelik Fatih günü kurtaracak bir kaleci mi ondan da emin değiliz. Mesela Fenerbahçe'de oynamış ve Beşiktaş'tan ayrılmış 39 yaşındaki Rüştü gibi bir kaleci boşta olsa böyle bir dönemde onu transfer edebilirsiniz. Ona "Muslera gelene kadar kalede dur, sonra git" dersiniz, o da geçiş dönemini en iyi şekilde idare eder. Yani kariyerli, tecrübeli, büyük takım havasını almış, artık eski formunda olmasa da durumu toparlayacak mental güce sahip birine böyle bir görevi verebilirsiniz. Fakat Fatih için, Okan'ı kesmeye değer miydi? Eğer Okan şimdi oynamayacaksa, ne zaman oynayacak? Okan şimdi oynamayacaksa, onu neden transfer ettiniz? 

Kaleci pozisyonunda olmasa da benzer bir transfer hamlesini Galatasaray yakın dönemde yine yapmıştı. 2016-17 sezonunun ilk yarısında Serdar Aziz sakatlanmıştı. Birkaç ay forma giyemeyecekti. Sakatlanmasının ardından, iki hafta sonra, transfer dönemi açıldı. Galatasaray da hemen Gençlerbirliği'nden Ahmet Çalık'ı transfer etti. Serdar iyileşene kadar forma giyecek, sonrasında da iyi performans gösterirse ilk 11'e alternatif olacaktı. Bu transfer için 2.5 milyon Euro bonservis bedeli ödendi. Rahmetli İlhan Cavcav'ın İstanbul'a son hediyesiydi. Ahmet de yıllık 900 bin Euro alacaktı. Ahmet 4 sezonda ligde 36 maça çıktı. Serdar dönünce Serdar oynadı. Sonra Serdar yine sakatlandı, en sonunda Fenerbahçe'ye transfer oldu ama yine bu dönemlerde Ahmet ilk 11'e giremedi. Gerçi ben Ahmet'in zaman zaman haksız eleştirildiğini ve bu eleştirilerin devamında özgüven kaybı yaşadığını düşünüyorum. Fakat zaten konu Ahmet'in performansı değil.

Sonuç olarak transferle özüm üretmeye çalışınca ne oyuncuya ne kulübe bir hayır sağlandı. Galatasaray, bir stoperi sakatlandığında çözümü kendi içinden üretmeyi düşünemedi. Eğer üst düzey bir kulüp sakatlanan oyuncusunun yerine birkaç maç oynayabilecek bir oyuncu barındıramıyorsa, sakatlık ihtimalleri için alternatifler barındırmıyorsa altyapısını kapatsın! Hatta kendi içinde bir çözüm bulamıyorsa kendi kapısına da mühür vurabilir. Gerçi mesela o altyapıdan son dönemde Ozan Kabak veya Emin Bayram çıktığına göre sorun aşağıda değil demektir.  O oyuncuları veya geniş kadro içinde yer alan gençleri oynatabilecek sabır ve cesaret önemli. Bu da sadece teknik direktörlerin omuzundaki bir yük olmamalı; bir kulüp geleneğine dönüşmeli. Taraftarlar transfer çılgınlığına girişmemeli, teknik direktörler cesaretli olmalı, yönetimler camianın isteklerine karşı dik durmalı.

Zaten çok fazla bir şey istemiyoruz. Sakatlanan oyuncunun yerine hemen transfer yapılmasın yeter Bir sezonda  ortalama 10 transfer yapılıyor; bir tane eksik olsun da bari bir tane oyuncunun önü açılsın.


Pazar, Ekim 4

The Lennon Report

İzlediğim iyi filmlerden biri. Bir film, "Ben olsam ne yapardım?" sorusunu sordurtuyorsa iyi filmdir. Bu film de bunu çok iyi beceriyor.

Yaşanmış ve çok bilinen tarihi bir olaydan bahsettiği için filmin konusunu anlatmaktan çekinmiyorum. Dileyen burada yazıya ara verir ama filmi neden beğendiğimi konusundan bağımsız anlatamam. 

"Ben önce gazeteciyim, sonra insanım" diyen gazeteci Alan Weiss, mesaisinin sonunda bir kız arkadaşıyla buluşmak için ofisinden çıkar ve motoruna atlar. Fakat talihsiz bir şekilde ciddi bir kaza yapar. Veya biz 'talihsiz' olduğunu düşünürüz. Kendisi de büyük ihtimalle ambulansa binerken benzer düşünceler içindedir. Fakat bu kaza birkaç dakika sonra hayatının fırsatını ayağına getirecektir.

Önce bir kaza.. Çok kötü yaralama ve hastaneye kaldırılma... Kızla buluşamama... Bir gece daha nasıl mahvolur. Üstelik bacakta dayanılmaz ağrılar... İşte Weiss böyle bir durumda sedyenin üzerinde yatarken bir anda hastanede koşturmalar başlar. Biri ameliyata alınır. Weiss o kişinin kim olduğundan emin olamaz. Fakat hem konuşmalardan, hem adamın tipinden kişinin John Lennon olduğunu düşünür. Polisler ve hastane çalışanları konuyla ilgili konuşmaz. Fakat hisleri ona haberi yakaladığını söyler. İşte film böyle başlar...

Günlerden 8 Aralık 1980'dır. Yani John Lennon'un öldürüldüğü gün. O günün popüler kültür tarihinde yaşattığı şoku ve yarattığı sonuçları çok iyi biliyoruz. Hatta olaya dair çok fazla şey öğrendik. Katil kimdi, bunu neden yaptı, olay nasıl oldu? Fakat işin bir de perde arkası var. O akşam hastanede neler oldu? The Lennon Report bu noktaya dikkat çekiyor ama sadece hastanede olan biteni bir belgeselci edasıyla anlatmıyor. Karakterlerin o gece yaşadıkları bütün çelişkileri, heyecanlarını, üzüntülerini yansıtıyor. Biz 'sözlü tarih' dosyası gibi işlenen (zaten gerçek karakterler filmin sonunda ortaya çıkar ve o geceyi bir kez daha anlatır) ama aynı zamanda kurgusal sinemanın tüm heyecanını veren bir film.

Alan Weiss o gün tesadüfen hastanede olan bir gazetecidir. ABD halkı sakin bir gece geçirirken ve televizyonda bir NFL maçı (Dolphins - Patriots) izlerken, kendisi tarihi bir ana tanıklık eder. Hatta ona eşlik eden ve sakin durmasını isteyen polise "İçeride (ameliyathane) tarih yazılıyor. Barışa şans verin diyen adam vuruldu. Bundan daha başka ne haber olabilir" der. Weiss'in işinin zorluğu ve çelişkileri burada başlar.

Lennon'un vurulduğunu ve ameliyat edildiğini biliyorsunuz ama konuyla ilgili resmi bir açıklama olmadığı için kimse size inanmıyor. Bir fotoğrafınız veya ses kaydınız da yok. Ne zor bir durum! Weiss çalıştığı yere haberini iletir ama elinde kanıt olmadığı için inanan olmaz. Weiss'e güvenirler ama böyle ciddi bir haberi hislere dayanarak vermek büyük risktir. Fakat Weiss bir şekilde ofisi ikna eder. Ofisin bağlı olduğu ulusal kanal da maç yayını keserek Lennon'ın öldürüldüğünü halka duyurur. Tabi bunların hepsi uzun bir süreç. Biz de filmde bu koşturmayı izliyoruz. Diğer yandan hastanede Weiss'tan haberi yaymamasını isterler. Hatta onu zor zapt ederler. Resmi açıklama zaten yapılacak, o an ameliyatta olan bir star, acılı bir eş, işini yapmak zorunda olan doktorlar varken kendi derdine düşmesi bencillik olarak görülür. İşte "önce gazeteci mi insan mı" sorusu da  bu aşamada devreye girer.

Tabi konu sadece gazeteci Weiss değil. Lennon hayranı genç doktor, ameliyatı yapmak zorunda kalır. İki farklı adam. O gece biri işini başarıyla yerini getirir, diğeri Lennon'ı kurtaramaz. Yani işini iyi yapamadığını düşünür. Weiss hevesle ulusal kanala bağlanırken, doktor kameraların önüne çıkıp açıklama yapmak istemez. Hem işi rast gitmemiştir hem de sevdiği müzisyenin ölümüne en yakından şahit olmuştur. Bu zıtlıklar da filme renk katar.

Tüm bu karakterlerin, bu gerçek insanların o geceye dair duygularını izlemek ve düşüncelerini öğrenmek harikaydı. Aynı zamanda tüm o çelişkileri, sanki kendi başımıza gelmiş gibi hissetmek, devamında derin düşüncelere yol açtı. Yönetmen ve senarist Jeremy Profe harika bir iş çıkarmış. Bu filmin az bilinmesi, IMDB'de sadece 745 oy kullanılması ve puanının 6'nın altında kalması hayal kırıklığı olarak görülebilir. Üzüldüm ama herkes kendi bilir. Ben çok sevdim. Yine denk gelsem yine izlerim. Bu cümleyi de her film için kullanmam.

Cumartesi, Ekim 3

Bir Haftada Milan'a

 

Jens Hauge'nin kısa süre içinde Avrupa'ya gideceği belliydi ama bu kadar kısa sürede olacağını tahmin edemezdim. Kader bazen böyle ilerler. Hayat böyledir. Bodo Glimt, Milan ile eşleşti. Takım San Siro'ya gitti. Hauge orada iyi bir maç oynadı, gol attı. Ve bir haftada Milan topçusu oldu...

Milan yetkililerinin dediğine göre, maç oynanana kadar bir temasları da olmamış. Görmüşler beğenmişler. Böyle transfer hikayelerini seviyorum. Bizim 90'larda çok olurdu. Anadolu topçusu İstanbul'da maça çıkar, bir gol bir asist yapar, futbol şube sorumlusu hemen devreye girip konuk takımın yetkililerine fiyat sorardı. Sanırım o günleri andırdığı için hoşuma gitti. Öte yandan bu devirde bir ligin yenilgisiz lider takımında 14 gol atan orta saha oyuncusuyla daha önceden ilgilenmemiş olmak, pek aklıma yatmıyor.

Sonuç olarak, adam (ya da çocuk) parladığı sezonda Milan'a transfer oluyor. Üstelik Bodo formasıyla son golünü de Milan'a atıyor. Aslında Milan'dan üç gün sonra Valerenga'ya da gol atabilirdi ama o maçta penaltı kaçırdı. Bu da enteresan. Yetiştiğin kulüpten ayrılırken, oynadığın son maçta penaltı kaçırıyorsun.  Oynadığın 21 maçın 14'ünde gol at, son maçta penaltı kaçır! Olacak iş değil. En azından sonuca etki etmedi. 

Bu arada bu transferde en çok şaşırdığım Hauge için ödenen bonservis bedeli. Yetenekli bir oyuncu olduğu aşikar. Genç, 20 yaşında, potansiyeli var. Diğer yandan piyasa çok yükselmiş. En standart topçu için bile kapılar 10 milyondan başlıyor. Fakat Hauge 5 milyona gidiyor. Norveç fakir bir ülke olsa, her kuruşa ihtiyaçları olduğunu düşünüp anlayış göstereceğim ama öyle bir durum da yok. Tamam futbol kulüpleri zengin değil ama piyasayı kızıştırıp daha yüksek bedel elde edebilirlerdi. Benzer bir transfer de Sarpsborg'dan Sheffield United'a giden Ismaila Coulibaly'de oldu. Tabi o, Hauge kadar yetenekli değil. Fakat sonuçta Premier Lig gibi piyasanın tavan yaptığı bir yere adım attı. Bonservis bedeli ise 2 milyon Euro. Beni, çok şaşırtan iki transfer...

Hauge'ye dönersek Milan çok iyi bir oyuncu transfer etti. Norveç Ligi kıyas kabul etmez ama Milan maçında oynadığı oyun bir referans sayılır. Dikine oynayan, adam eksilten, şutu olan bir oyuncu. Gelişime açık. Merakla bekleyeceğiz. Öte yandan Norveç Ligi'nin en iyi oyuncusu 5'e gidiyorsa, bizim ligimiz için de bir kaynak olabilir. Potansiyelli oyuncular var. Zaten lige oradan gelen çok oyuncu oldu. Linnes, Omar, N'Diaye gibi... Şu an favorim Viking'de oynayan 26 yaşındaki Veton Berisha. Bir başaltı takımında iş yapar... Onun da kariyerinin nereye evrileceğini merak ediyorum. Takip edeceğim.


Cuma, Ekim 2

The Seagull


Anton Çehov'un meşhur oyununun sinema uyarlaması. Meşhur oyun diyorum ama ben oyunun ismi ve yazarı dışında bir bilgiye sahip değilim. En azından bu filmi izleyene kadar değildim. O nedenle sağlıklı bir değerlendirme yapamamış olabilirim ama yine de önümüzde izlediğimiz bir ürün var.

Oyuna ne kadar sadık kalındığı, yazarın anlatmak istediğinin ne kadar yansıtabildiği ayrı konular. Fakat sonuçta biz 90 dakikalık bir film izledik. Üstelik iyi bir oyundan esinlenmiş, yanı kaynağı güçlü bir yerden çıkan bir film. O yüzden kurgu ve öykü kısımlarını es geçeceğiz. Fakat repliklere, diyaloglara, kurulan cümlelere bir saygı duruşunda bulunmamız gerek. İzlerken heyecanımızı dinç tutan bunlardı. İlgi çekiciydi. Oyunun metnini okuma hevesini yukarılara çekti.

Fakat sinema açısından iyi bir film olduğunu söylemek zor. Bir Rus oyunu var. Özneler Rus. Borisler, Mashalar, Irinalar geçiyor önümüzden. Fakat izlediğimiz tam bir Britanya. Kültürler arasında sıkışıyoruz. Sanki Viktorya döneminde yaşayan burjuvaları izliyoruz. Teknik açıdan da gözümüzü açtıracak detaylar yok. Film fazla karanlık. Tabi filmleri sinema salonunda izlemek lazım ama yine de karanlık odalarda geçen bir film daha cazip hale getirilebilirdi.

Oyuncularımız fena değil. Kellerin gururu Corey Stoll, 2011 yapımı Midnight In Paris'te beni hem üzmüş hem şaşırtmıştı. Bu sefer artık üzmüyor. Oyunculuğu da yeterli düzeyde. Filmin güçlü isimlerinden. Annette Bening yaşlanıyor ama yaşlanırken ustalaşıyor. Öyle bir rol kabiliyeti ki; bu işi kolay gösteriyor. Fakat filmin en başarılı ismi Elisabeth Moss. Çok az filmini izledim ama birbirinden farklı her rolde de çok iyiydi. Filmin zayıf karnı ise Saoirse Ronan. Bu kız, ilk çıktığında çok başarılıydı. Fakat erken şöhret, tökezletir. 25 yaşına gelene kadar üç tane Oscar adaylığı kazanması takdir edilesiydi ama bu filmde kötü bir enerjisi yaydı. Filmin konusu ve dönemi ile alakalı olarak hazırlanan makyajı, kıyafeti etkilemiştir ama giderek bir 'Gelinim Mutfakta' yarışmacısına dönüştüğünü söylemek lazım.

Yine de filmdeki oyuncuların büyük bir kısmı başarılıydı. Fakat film, eksikleri barındırıyor. İzlerken sıkılmak, filmin içine girememek çok mümkün. Ayrıca bazı kaynaklarda oyunun komedi öğeleri taşıdığını okudum. Bu filmde buna dair bir şey görmek de mümkün değildi. Belki Rus mizahı bu kadardır! Diğer yandan Martı'nın üçüncü kez sinemaya uyarlanması da oyunun ne kadar güçlü olduğunun kanıtı. Sayısız ülkede sahnelenmesi zaten şaşırtmıyor.

Çehov, Martı'yı 1896'da yazmış. 2018'da oyun sinemaya bir kez daha uyarlanıyor. 122 sene sonra... Ölümsüzlük böyle bir şey olsa gerek...

Çarşamba, Eylül 30

Ibrox Deplasmanı


Avrupa'da grup aşamalarına doğrudan katılan iki Süper Lig takımı vardı. Başakşehir ve Sivasspor'un yanına sadece bir takım ekleme ihtimalimiz kaldı. O da Galatasaray'ın İskoçya deplasmanında Glasgow Rangers'ı yenmesine bağlı. Hatta bu seneki statü nedeniyle gerçekten de yenmesine bağlı. Yani beraberlik falan kurtarmaz, en fazla uzatır. Gerçi bu da biraz sıkıntılı bir konu. Pandemi nedeniyle bu aşamaların tek maç üzerinden oynanması anlaşılır. Fakat neden tarafsız saha değil? Hadi aynı gün oynanacak onlarca maç için tarafsız saha ayarlamak kolay değil diyelim. Neden beraberlikte deplasmanda oynayan tur atlamıyor? Hani deplasman golü kuralı?

Artık bunları tartışacak konumda değiliz. O yüzden  rakibimizi tanıyalım. Rakibimiz Rangers, uzun zamandır eski günlerinden uzaktaydı. Maddi sorunları nedeniyle 2012'de 3.lige düşürülmüştü. Çabuk toparladı, 2016'da lige geri döndü ama henüz şampiyon olamadı. Yakın tarihte yaşanan bu sorunlar, İskoçya Ligi'ne fazla aşina olmayan Türk futbolseverler için bir yanılgıya sebep olabilir ve Rangers nispeten kolay bir takım gibi gözükebilir. Fakat kesinlikle değil. Hatta Celtic'e biraz daha sempati duysam da son dönemde Rangers'ın daha dikkat ekici bir takım olduğunu belirtebilirim.

En basitinden Rangers'ın güncel durumu bile zorluk çıkarmak için yeterli. Nedir o durum? Mart ayında İskoçya Ligi sona erdi. Yani Covid nedeniyle lig kapandı. Bu da yazın Rangers'ın sahalara dönmesini engelledi. Şöyle anlatalım; Galatasaray Haziran ve Temmuz aylarında sahaya çıkıp maç yaparken, Rangers dinlendi, yavaş yavaş idmanlara başladı ve düzgün bir şekilde yarışmaya geri döndü. Galatasaray ise önce uzun bir araya girdi, ardından kısa sürede idmanlara başlayarak tekrar sezona döndü, sezon bittikten sonra da hem sağlıklı bir kamp dönemi geçirmeden hem de transferlerin uyumunu sağlayacak kadar resmi maç yapmadan bugüne geldi. Rangers ise Ağustos'tan beri maç yapıyor.

Rangers'ı geçen sezon çok izledim ama bu sezon çok verimli bir şekilde bakamadım. Fakat özetlerden anlaşıldığı kadarıyla oyun karakterleri pek değişmemiş gibi. Steven Gerrard, Rangers'ta beklediğimden daha iyi bir teknik direktörlük başlangıcı yaptı. İskoçya'da üçüncü sezonuna başlıyor. Üç sezondur takımın aşama kaydettiği aşikar. İlk sezon dört eleme turu geçip Avrupa Ligi'nde gruplara kalmıştı. Devamında gruplardan çıkamamıştı. Geçen sezon yine dört eleme turu geçti, sonra gruptan çıkmayı başardı ve bir tur geçip çeyrek finalin kapısından döndü. Bu sezon ise çıtayı aşmak isteyecektir. Tabi lig daha öncelikli hedef ve oraya da hiç de uzak değiller.

Rangers geçen sezon savunmasıyla dikkat çekiyordu. İskoçya Lig sona erene kadar 19 gol yemişti. Belki orası ölçü sayılmaz ama Avrupa Ligi'nde de sezon boyunca oynadıkları 18 karşılaşmanın  9'unu gol yemeden bitirdiler.  Bu sezon da iki eleme maçında (ikisi de deplasman) 9 gol atıp gol yemediler. Tamam rakipler belki çok güçlü değildi ama mesela Galatasaray benzer rakiplere karşı aynı performansı gösteremedi.

Az gol yiyen savunma hatlarının en çok öne çıkan yeri tandemleridir. Fakat ben Rangers'ın en çok beklerini beğeniyorum. Sağda James Tavernier, solda Borna Barisic çok etkililer. Özellikle Barisic'in hem duran topları hem de akan oyunda asistleri çok takım içinde fark yaratıyor. Rangers'ın kalesinde ise tanıdık bir isim var. Eski Beşiktaşlı Allan McGregor, ülkemizde eleştiri yağmuruna tutulmuştu ama İskoçya'da oldukça başarılı bir dönem geçiriyor. Şu an 38 yaşında ve takımın en yaşlı iki isminden biri. Diğeri de Premier Lig tarihinin önemli golcülerinden Jermain Defoe

Defoe, kankası sayılacak Gerrard'ın teklifini kabul ederek İskoçya'ya geldi. Çok korkmaya gerek yok. Genelde yedekten geliyor. Eskisi gibi değil. Geçen sezon 20 maçta 13 gol attı. 6 tanesi iki maça denk geldi. Fakat Kolombiyalı golcü Alfredo Morelos çok tehlikeli. Geçen sezon lig ve Avrupa'da 26 gol attı. Henüz 24 yaşında. Ben bu yaz transfer yapacağını tahmin etmiştim ama Rangers'ta kaldı. Böylece iki farklı kuşaktan iki Kolombiyalı Falcao ve Morelos'u karşı karşıya izleyeceğiz. Gerçi Morelos milli takımda çok tercih edilmiyor ama olsun. Onun için de ayrı bir hırs nedeni olabilir bu eşleşme...

Öte yandan Gerrard'ın Liverpool altyapısından getirdiği Ryan Kent de her geçen gün üzerine koyarak ilerliyor. O da bu sezona iyi girdi. Aslında Rangers iki senedir savunmayı sağlam tutan, orta sahada iyi basan hücumda ise işi rakiplerinin maç içinde pes etmesine bağlayan (ve Morelos'un gol yeteneğine) bir takım. Bunun nedenlerinden biri yaratıcı oyuncu konusunda eksik olmalarıydı. Belki de o noktayı kapamak adına Ianis Hagi'yi transfer ettiler. Geçen sezon lig devam etseydi Ianis, takımına daha çok uyum sağlar ve belki oyun liderliğini de alabilirdi. Henüz bu konuma gelemedi.

Peki bizi nasıl bir maç bekliyor? Galatasaray kesinlikle Rangers'tan daha yetenekli bir takım. Belhanda, Feghouli gibi isimleri bile bir kenara bıraksak, Rangers'ın Taylan kadar ayağı kadar düzgün oyuncusu çok yok. Fakat tempo, fizik gibi faktörler devreye girdiğinde Rangers büyük üstünlük sağlayabilir. Bu noktada Etebo'nun kendini kanıtlama, kendi gösterme veya kendini tanıştırma maçı olabilir. Rangers orta sahasında Kamara, Davis, Arfield gibi hiç durmayan oyuncular var. Bu üç oyuncu için, teknik açıdan değil ama ciğer olarak üç tane Gerrard diyebiliriz. Galatasaray'ın bu bölgede üstünlük kurması zor olacak. Fakat imkansız değil. Top oynaması yeterli. olur. Yani oyunu bir kavga ortamından çıkarıp; ki Rangers bunu isteyebilir, top oyununa çekmesi gerekiyor. Bunun için de 90 dakika dinç kalması önemli. Bu aradan kavgadan kastımız çirkeflik değil, sert bir mücadele...

Benim tahminim az gollü bir maç olacağı yönünde. Hatta normal sürede bir 0-0 hissediyorum. Fenerbahçe maçının bu düşüncemle alakası yok. Geçen perşembe eşleşme ortaya çıkınca kafamda beliren bu oldu. Belki 2000 yılındaki maçtan aklımda kalmıştır. Şampiyonlar Ligi'ndeki eşleşmede de iki takım benzer tarzlara sahipti. Her iki takımın da kalitesi daha yüksekti ama Rangers daha savaşçı, Galatasaray daha yetenekli bir takımdı. Mücadele de 0-0 sona ermişti. Yine benzer bir skor çıkabilir. Hatta faullü, çok sert bir maç da olabilir. Daha doğrusu Rangers'ın sert oyununa adapte olamayan Galatasaraylı futbolcular ayarı kaçırabilir. Bu konuda da özellikle Belhanda'dan yana endişelerim var. Yine de Galatasaray sakin kalırsa, 90 dakika içinde bir gol bularak işi uzatmadan eve dönebilir. Hajduk maçının gidişatı gibi bir karşılaşma ortaya çıkabilir.

Sonuç olarak sert, kıran kırana, bana göre keyifli ama çoğu kişiyi tatmin etmeyecek bir maç bizi bekliyor. Ibrox deplasmanları zor ve serttir ama o zorluğun en büyük sebebi olan taraftarın olmaması da bir avantaj. Ama televizyondan izleyenler gerçek bir 'tamam-devam' maçı izleyecek. Gruplar belli olmadan hemen önce turun hakkını verecek bir eşleşme...

Kısmetse, Ekim ayında da Galatasaray'ın gruptaki rakiplerini analiz edeceğimiz bir yazıyı buraya ekleriz.

Salı, Eylül 29

The King


Bu blogda onlarca film paylaştık. Filmleri analiz ederken bazı genel görüşlerimizden de bahsettik. Okuyanlar bilir, bunlardan en sık vurguladığımız, 2000 sonrası özellikle ABD'den çok fazla güçlü film çıkamamasıydı. Artık film değil bilgisayar oyunlarını izliyoruz. Kurgusal sinemada böylesine bir düşüş yaşanırken, başka bir tür giderek güçleniyor ve zenginleşiyor. O da belgeseller....

Gerçi belgeselseverler de şu aralar 'konuşan kafalar mı yoksa daha önce yayınlanmamış görüntüler mi' konusunda tartışma yaşasa da ikisinin de geçerli olmadığını (veya birinin diğerinden daha önemli olmadığını) ortaya döken bir stil kendini gösteriyor. The King böyle bir belgesel...

Belgeselin merkezinde adında da anlaşılacağı gibi Elvis Presley var. Fakat burada Elvis'in kariyerini, şöhretini, sırlarını izlemiyoruz. Bir kronolojik hayat hikayesinden veya onunla yolları kesişmiş tanıkların anılarından ibaret değil. Elvis merkezde ama aynı zamanda köşede. Esas anlatılan Elvis ile özdeşleşen ABD'nin hikayesi. Ve bu hikaye sadece iyi anılarla ve övgülerle dolu değil.

Bu hikayeyi dinlerken yaklaşık 100 dakika boyunca Elvis şarkıları bize eşlik etse de ana planda sadece müzik yok. Amerika popüler kültürü ve siyasi tarihi, onların dönüşümü, bu dönüşüme Elvis'in etkisi ve hatta etkisizliği belgeselin içine sığıyor. Tabi Elvis'in kendi hikayesinden de mahrum değiliz. O uzaktan bildiğimiz, bize anlatılan Kral'ın aslında zaman zaman nasıl sarsıldığını, onun korkularını ve hayal kırıklıklarını da görüyoruz.

Geçmişte yaşananlar bize, tüm dünyada tanınan ve bilinen bir Elvis algısı hediye etti. Fakat o algı bugünlerde bambaşka bir tepkiye de neden olabiliyor. Yani geçmiş ve bugün arasında bir zıtlık doğuyor. Bu zıtlığı karşı karşıya getiren bir köprü diyebiliriz The King için. Üstelik bu köprüden geçerken altımızda bir araba var. Elvis'in meşhur 1963 model Rolls Royce'u tüm anıları bagajına atarak Doğu'dan Batı'ya tüm Amerika'yı turluyor.

Belgesele katkıda bulunan çok sayıda popüler figür var. Lana Del Rey, Alec Baldwin, Ethan Hawke, Ashton Kutcher gibi birçok insanı belgeselin içinde görüyoruz. Muhakkak izleyenlerin en çok ilgisini çeken Chuck D olmuştur. Kendisi Elvis'i en sert ve düzgün şekilde eleştiren kişi olarak karşımıza çıkıyor. Fragmanda bile kendisi çok fazla kullanılmış. Belki de böylesine belgesellerde bu kadar sert sözlere  aşina olmadığımız için isyanı ve dürüstlüğü cazip gelmiştir. Belgeseli de neredeyse tek başına 'övücü' sınıfından çıkarıp 'kışkırtıcı' sıfatına sokmuş. Fakat yine de benim en çok beğendiğim kişi Mike Myers oldu.

The King, bir başka açıdan da çok başarılı. Belgesellerin de bir kurgusu vardır. Ve bir görsellik sunduğu için teknik önemlidir ama genelde ihmal edilir. Hem eski görüntüler hem konuşan kafalar, bu konulara eğilmeye fırsat vermez. Kamera kullanımları, sahneler arası geçişler genelde belgesellerde gözden kaçar. Fakat burada oldukça etkileyici kullanımlar mevcut. Tek sıkıntı olarak temposundan bahsedebiliriz. Bir belgeselden çok yüksek bir tempo beklemek doğru değil belki ama burada hem hareketli Elvis şarkıları dinlerken hem de tüm Amerika'yı otoyolda turlarken biraz daha sürükleyici olabilirdi.

Fakat genel anlamda çok başarılı bir belgesel. Cannes ve Sundance'de gösterilmesi boşuna değil. Büyük bir emek olduğu aşikar. Stüdyolarda animasyonlarla değil, sokaklarda, şehirlerde insanlarla yapılmış. Özlüyoruz böyle yapımları. Bugünün belgeselleri, bugünün filmlerinden çok daha güçlü. Bunu bir kez daha anlıyoruz. Ne yazık ki sayıları daha az ama zaten hepsini izlemeye zamanımız yetmiyor. O nedenle sayıdan dolayı hayıflanacak değiliz, şikayet etmeye de hakkımız yok. Zaten az olsun öz olsun...

Perşembe, Eylül 17

Wasp Network

WASP Network, bir Netflix filmi olarak tanıtılmasına rağmen sinemada izlediğimiz son filmlerden biriydi. Tabi Netflix artık bir platformdan daha fazlası. Fakat yine de o platformun tipik özelliklerini barındıran vasatlık sinema salonlarına da yansıyor. O nedenle pandemi öncesi dönemde vizyonda izlediğimiz son filmlerden biri olaral bizi biraz hayal kırıklığına uğrattı. Zira merak edilesi bir konuya ve güçlü bir kadroya sahipti.

Bir kitap uyarlaması ama tabi ki bir roman değil. Soğuk Savaş döneminin tanıklarından Fernando Morais'in The Last Soldiers of the Cold War kitabına dayanan film gerçek bir hikayeyi anlatıyor. Daha doğrusu birden fazla hikayeyi. Casusları, askerleri, fırsatçıları ve bu savaşın ortasında kendi savaşlarıyla mücadele eden aileleri. Üstelik zaman olarak da farklı bir döneme dairdi. Sinemada Soğuk Savaş'ı devamlı 1950-1990 arası dönemden izledik. Burada ise duvarın yıkılmasından sonra bir cephenin son kalesi olarak kalan Küba'nın 90'lı yıllarına giriyoruz. Bu açılardan film merak uyandırıcıydı. Hatta Fransız yönetmen (Oliver Assayas) ve Hispanik oyuncularla daha Avrupai (veya Hollywood dışı) bir film izleyeceğimizi düşünmüştük. Fakat o açıdan aradığımızı bulamadık.

Filmin genel sorunu; büyük ihtimalle yapımcılar ve projenin içinde olanlar tarafından 'sorun' olarak görülmemiştir. Nedir o sorun? Bir bütünlük yok. Kopukluklar tüm kurguya hakim. Çok güzel çekilen sahneler, hikayeyi ve ruhu yansıtamadan sonlanıyor. Geçişler çok hızlı. İzleyiciye kısa sürede hap bir içerik vermek istenmiş. Netflix ekolü de hemen hemen bu zaten. Üstelik film kısa da sayılmaz. 2 saati aşan bir süresi var. Buna rağmen ne karakterlerin psikolojisine ne de olayın gerginliğine çok fazla girilmiş. Zaten çok fazla karakter olunca, azar azar anlatılmış herkes. Tarihi bir casusluk hikayesi ise casusların karizmatik ve komik tavırlarına indirgenmiş. Açıkçası bu tarz filmlerde politik yanın daha ağır basmasını ve aksiyonun sınırlı ölçüde kalmasını tercih ederim. Bu filmde de aksiyon çok fazla öne çıkmamış. Fakat diğer yandan politik kısım da gölgede kalmış. Filmi izlemediyseniz bu yazıyı okuyup "O zaman ne var bu filmde onu anlat bize?" diyen sorabilirsiniz. Sıkıntı da bu. Zaten ben de filmi izledikten sonra Ziya Şengül gibi "Biz şimdi ne izledik baba?" demiştim. İnce esprili replikler yazılmış, güzel manzaraları (özellikle havadan) sahneler çekilmiş, Ana de Armas'ın çekiciliğinden ve Wagner Moura'nın Escobar olmasından faydalanılmış; tüm bunlarla film adeta geçiştirilmiş. Sanki film değil de mini bir dizi gibi düşünülmüş. Ve belki de öyle çekilseydi daha güçlü bir iz bırakabilirdi. Bu haliyle biraz eksik kalmış gibi..

Yine de 5.8'lik IMDB puanını hak ettiğini düşünmüyorum. 6-7 bandına sıkışabilirdi. Fakat onun için de böylesine bir kadroya gerek yoktu. Belki daha ünsüz bir kadroyla hem beklentileri düşürebilir hem de aynı filmi çekerek puanı yukarı çekmek mümkün olabilirdi. Fakat tabi o zaman hasılat aynı olmayabilirdi.

Çarşamba, Eylül 16

Yakışmadı Kral


Herkesin kabul ettiği ve dillendirdiği görüşü bir de biz belirtelim. Sörloth ayıp etti. Kulüpler ve oyuncular arasında anlaşmazlıklar olur. Hatta çoğu zaman oyuncular haklıdır da. Geleceklerine karar vermek onların en önemli özgürlüğü. Fakat tam sezon başlarken ülkesine gidip saklanmak, telefonları açmamak, haber vermemek ve maça çıkmamak tasvip etmeyeceğimiz bir hareket. Özellikle Sosyal Lig'de parayı kıyıp forvete Sörloth'u aldığımız haftada bunlar olmamalıydı... Gelişmelerden geç haberimiz oldu, kadroda değişiklik de yapamadık.

Yine de bir sene gibi kısa bir süre içinde taraflı tarafsız herkesin çok sevdiği ve saygı duyduğu bir futbolcudan böyle bir hareket beklemiyordum. Problem daha olgunca bir şekilde çözülebilirdi. Büyük ihtimalle Sörloth'un geleceği parlak olacak. Adını bundan sonra hem de üst seviyelerde sık sık duyacağız. Fakat adını her duyduğumuzda bir soru işareti kafamızda olacak.

Öte yandan ilginçtir; Süper Lig'de gol kralı olmak son dönemde pek yaramıyor. Sörloth'un ayrıldığını düşünürsek; Danimarkalı (2020), Gomis (2018) ve Mario Gomez (2016) bir senede kral olduktan sonra, bir anda ülkeden ayrıldılar. Hatta buna, geçen seneyi Belçika'da geçiren Diagne'yi (2019) de dahil edebiliriz. Aatıf (2014), Fernandao (2015) ve Vagner Love (2017) da Anadolu'da kral olduktan sonra İstanbul'a transfer oldular ama kariyerleri o transferlerin ardından pek bekledikleri gibi ilerlemedi. Gerçi Love'ın emekli maaşını bir istisna olarak kenarda tutabiliriz. 2012 ve 2013'te üst üste iki sezon kral olan Burak Yılmaz'dan bu yana krallığın ekmeğini doya doya yiyebilen futbolcu ve kulüp ikilisi çıkmadı. Taraflardan biri illa üzüldü. Cisse, Muriq, Eto'o gibi 'ikinciler' için günler daha güzel geçti...

Bakalım bu sene piyango kime vuracak? 

Cumartesi, Eylül 5

Saatleti Ayarlama Enstitüsü

Eski bize sıkıcı gelir. Biz kimiz? 1980 sonrası doğanlar. Çocukluğumuzdan beri öyle şartlandık; zira çevremizde her şey çok hızlı yenileniyordu. Yeni makbuldü. Yeni, çok kısa sürede eskiyordu. Bir süre önce çok gözde olan nesne, çok kısa bir zaman içinde değersizleşiyordu. Yerine ikame edilecek onlarca alternatif önümüze sunuluyordu.

Şimdilerde bu durum daha da sert. Çocukluğumuzun 'yenilenme' süreci bile şimdi 'yavaş' kalıyor. O nedenle eski bize uzaktır. Eskide kalan, kalmıştır. Hayat ise devam eder. O nedenle eskiye yer yoktur. Öte yanda kendi geçmişimiz, bizim eskimiz güzeldir. Nostaljiyi severiz. En azından konuşmasını, yaşamasını değil... Ama bizim olmayan eskiyi; yani görmediğimiz, yaşamadığımız dönemin insanlarını, bizden önce yapılmış binaları, biz doğmadan bestelenmiş şarkıları, yaşlıların kullandığı kelimeleri hep bir "sıkıcı" etiketiyle belirir zihnimizde.

Tabi zamanla, büyüdükçe, geliştikçe, ufku genişlettikçe bunu kırmak mümkün. Yeni olanın devamlı dayatıldığı dünyada bazen arayışlar eskiye kayar. Belki o zaman 'sıkıcılık' ortadan kalkar ama 2000'lerin kalabalık, hızlı ve biraz laçka dünyasından bakınca eskinin ciddiliği kendini korur.

1901 doğumlu bir öğretmen/akademisyen Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 1950'lerde yazdığı Saatleti Ayarlama Enstitüsü, ilk bakışta 'ciddi' bir romanmış gibi duruyor. O dönemin yazarlarının bir ciddi duruşa sahip olma zorunluluğu varmış gibi düşünüyoruz hep. Bunları niye yazıyorum? Çünkü  Saatleti Ayarlama Enstitüsü beni şaşırtan şekilde çok güçlü bir mizaha sahip. Çok iyi bir roman okuyacağımın bilincindeydim, ama böylesine bir mizahı tahmin bile etmiyordum. Tabi ki bir güldürü kitabından bahsetmiyoruz. Fakat biz eskiler gülmez, güldürmez sanırdık! Ezberlerimiz değişmemiş. Fakat diğer yandan Tanpınar'ın tarzının da yeni yeni gelişmekte olan Türk edebiyatında bir yenilik olduğunu savunanlar çok fazla.

Diğer yandan karşımızda çok iyi bir roman var. Kurgusyla, mizahıyla, anlatımıyla, sembolleriyle, karakterleriyle Türkiye sosyolojisine çok net ışık tutan bir kitap. Eski ile yeni; geleneksel ile modern, Doğu ile Batı arasındaki çatışmanın en güzel işlendiği romanlardan biri muhakkak. Bu nedenle çok kıymetli.

Biz toplum olarak eski ile yeni arasında çok gidip geldik. Bizim kuşak da, daha öncekiler de bunu derinden yaşadı, yaşıyor. Devamlı da irdelendi. Belki de en büyük sorunumuz eski ile yeni arasında bir tercih yapma zorunluluğu oldu. Toplumsal çatışmaların merkezinde bile bu zıtlığı bulmak mümkün

Bu geleneksel - modern çatışması bugünlerde tüm hızıyla devam ediyor. İşte bu çatışmada taraf olmayan gerçekten de bertaraf oluyor. Muhakkak bir tarafın doğruluğunu mutlak kabul etmeniz gerekiyor. Aksi halde bir yaşam alanı oluşturmak pek mümkün değil. Bu durum belki 1800'lerde çok keskin değildi ama özellikle 1923 sonrası iyice belirginleşmiş. Abdülhamit döneminde doğan ve büyüyen, Mustafa Kemal devrimlerine inanan ve güvenen Tanpınar, bu çatışmada tam ortada durabilmeyi başarabilmiş. Bunu birçok yazısında, şiirinde ve hatta hayat hikayesinde görebiliyoruz. Saatleri Ayarlama Enstitüsü de bunlardan biri. Mesela Peyami Safa'nın Fatih-Harbiye romanı gibi; bir tarafa düşmanca diğer tarafa sevecence yaklaşmış değil. Bu açıdan Tanpınar hakkında meraklarım var. Mesela 2000'lerde yaşasa nasıl bir düşünce biçimi geliştirirdi?

Gerçi Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün baş kahramanı Hayri İrdal, bu dönüşümün sancılarını  en derinden hissedenlerden biri. Yeni oluşan Türkiye toplumunun, arada kalmış, kafası karışmış ama yoluna devam edebilmiş bireyinin çok net bir tasviri. Fakat sonuçta yine de erken Cumhuriyet'in karakterlerinden biri. O nedenle bu dönemin bireyine bakabilmiş bir Tanpınar'ın derin analizlerini okumak isterdim.

Yine de bu merakıma rağmen, kitap adına yakışır bir konuma sahip. Tanpınar saatleri öyle bir ayarlamış ki; roman zamansız bir özellik kazanmış. 1960'ta da, 1990'da, 2020'de de okunabiliyor. Zira çatışma, hiç bir çözme çaba sarf edilmeden toplumsal yaşamın ortasında büyümeye devam ediyor.

Cuma, Eylül 4

Elveda Buca


Bucaspor kapandı! Artık Bucaspor yok! 

Beklenmedik bir gelişme değildi. Zaten camia buna hazır olduğu için önce amatör liglerde mücadele eden Tire 1922'nin haklarını satın aldı, sonra da kulübün ismini de Bucaspor 1928 olarak değiştirdi. Şu anda Süper Lig'de mücadele eden birçok köklü takımın dahi yaptığı, Anadolu'da çok yaygın olan bir iş. Bu isim değiştirmeleri iyi okumak lazım ama bu ayrı bir yazının konusu olsun. Şimdi esas meselemiz eski Bucaspor!

Tabi ki "Ah sen ne güzel takımdın Bucaspor" şeklinde duygusal bir yazı yazmayacağız. Bu arada özellikle 2010'lu yılların başında güzel takım olduğunu eklemek gerek. Batdal, Zafer Çevik, Erkan Taşkıran, Yasin Avcı, Sercan Kaya, Veli Kızılkaya gibi oyuncular akıllarda. Hatta genç Taylan Antalyalı bile ara ara oynardı. Süper Lig'e de yükselmişlerdi. Hızlıca yükseldiler, hızlıca düştüler. İşte tam da o yıllarda çok önemli bir maç oynandı. O nedenle Bucaspor hakkında yazı yazmak yerine, kulübün kaderini belirleyen o maçı hatırlayalım.

Zira o maçın kendisi dramatikti ama asıl sonrasında yaşananlar çok ilginçti. Türkiye'de spor kulüplerinin ömrü pamuk ipliğine bağlı. Tabi ki futbolun tam da öyle bir ruhu, duygusu ve doğası vardır. Kazanmak ve kaybetmek bir anda gelişir ve her şeyi değiştirir. Fakat Türkiye'de bir maçı kaybetmek bütün tarihinize mal olabilir.

Bucaspor 2010-11 sezonunda tarihinde ilk kez Süper Lig'de mücadele etmiş, hemen o sezonun sonunda alt lige düşmüştü. Düşen takımlar için en önemli mesele hızlı bir şekilde geri dönmektir. Zira geliri yüksek Süper Lig'de tutunmak için çok para harcanmış, borç yapılmış, alt lige düşünce gelirler azalmıştır. Ve en önemlisi borçların altından kalkmak çok zor gözükür. O nedenler hemen yukarı çıkmak ve kasayı doldurmak gerekir. Aksi halde kulüler alt liglerde, bir kuyuya düşmüş gibi debelenir.

2010-11'de Süper Lig'den düşen takımlar Bucaspor, Konyaspor ve Kasımpaşa'ydı . Bu üç takıma dikkat! Zira Kasımpaşa yukarıda bahsettiğimiz denkleme uyarak hemen bir üst lige (2011-12'de) yükseldi. Zaten kendileri son yılların asansör takımıdır. Konyaspor ise play-off finalinde Kasımpaşa'ya elenen takımdı. Bucaspor ise ligi orta sıralarda bitirdi. 

2012-13 sezonunda şans Bucaspor ve Konyaspor'un ayaklarına geldi. Bucaspor bu sefer daha iyi bir sezon geçirdi ve beşinci oldu. Konyaspor ise altıncıydı. Üçüncü sıradaki 1461 Trabzon'un Süper Lig'e çıkma hakkı olmayınca play-off'a yedinci sıradaki Adana Demirspor dahil edildi ve altıncı ile beşinci takımlar yarı finalde eşleşmek zorunda kaldı. Yani Konyaspor ile Bucaspor. Olayların bu kısmı bile yeterince absürd değil mi?

İlk maç Konya'daydı. Bucaspor o zorlu maçı, savunma oyuncusu Luiz Henrique'nin golüyle 1-0 kazandı. Rövanş için büyük bir avantajdı. Zira sezon boyunca oynadığı 34 maçta 38 kez fileleri havalandırabilen Konyaspor, ilk yedi sıranın en az gol atan takımıydı ve Bucaspor'a deplasmanda en az iki gol birden atması gerekiyordu.

Maçın ilk yarısı sıkıcı, daha doğrusu kontollü geçti. Her dakika Bucaspor'a yarıyordu ve ilk yarı 0-0 sona erdi. O sezon hiç gol atamayan Luiz Henrique, ilk kez Konya'da ağları havalandırmıştı. Buca'daki maçın 63. dakikasında bir kez daha fileleri havalandırdı. Bucaspor maçta 1-0 öne geçmiş, eşleşmede 2-0'ı yakalamıştı. Kalan süre 25 dakikaydı. Karşılaşmanın seyri de Konyaspor'dan yana değildi. Hatta Konyaspor kalecisi Kaya Tarakçı maçın yıldızıydı. Kaya'nın ilk maçta da önemli kurtarışları vardı. Fakat Kaya'ya rağmen işler Konyaspor'un istediği gibi gitmiyordu.

İşte o maç döndü! Önce Murat Akın beraberliği sağladı, ardından stoper Selim Ay Konyaspor'u 2-1 öne geçirdi. Maç 2-1 sona erdi. Keşke maçı özetini bulabilseydim ama golleriyle yetinebiliriz...



Uğur Tütüneker'in çalıştırdığı Konyaspor, finalde yine şimdilerde kabus yaşayan ve başka bir takımın adında can bulmaya çalışan Manisaspor ile karşılaştı. Recep Aydın ve Ars'ın golleriyle 2-0 kazandı ve Süper Lig'e yükseldi. O günden bu yana da Süper Lig'de. Hem de o biçim....

Anlattığımız sezonun başında borçları olan, transfer yasağı bulunan ve herkesin "Küme düşer" dediği Konyaspor, sezonu sonunda bir şekilde Süper Lig'e yükseldi. Zaten sık sık düşüp çıkan bir kulüp olması bu başarıyı biraz olağan karşılamamıza neden oldu. Fakat sonrasında kulüp tarihin en büyük başarıları geldi. 2015-16'da Süper Lig'i üçüncü bitirdiler. Bu, ertesi sezon Avrupa Ligi oynayacakları anlamına geliyordu. Avrupa aşaması pek iyi geçmese de ülke içinde bir kez daha tarih yazdılar ve Türkiye Kupası'nı kazandılar. Yani, ertesi sezon bir kez daha Avrupa'daydılar. Ama öncesinde Beşiktaş'ı alt ederek Süper Kupa'yı müzelerine götürdüler. İkinci Avrupa Ligi seferinde, grupta oynadıkları altı maçın sadece ikisini kaybettiler. Guimaraes'i yendiler, Marsilya gibi bir devle berabere kaldılar. Bu süreç içinde, geçen sezon olduğu gibi, birkaç kere düşme korkusu yaşadılar ama halen ligdeler ve her takım için tehlike yaratmaya devam ediyorlar.

İşte Konyaspor bunları yaşarken Bucaspor yavaş yavaş düştü. 2015'te Samsun deplasmanında 3-1 öne geçip 5-3 kaybettikleri maç da en az Konyaspor maçları kadar dramatikti, zira onların küme düşmesine zemin hazırladı. 2016'nın son maçında Kocaeli Birlikspor ile 2-2 berabere kalarak bir puanla ligde kalmayı başardılar. Kartalspor, sonuncu Tarsus İdman Yurdu'nu yenseydi İstanbul ekibi ligde kalıp Bucaspor düşecekti. Fakat Kartalspor düştü ve şimdi onlar da amatörde...Belki onlar da kapanır.

Türkiye'de futbol kulüplerinin kaderi ve tarihi, 25 dakika değişebiliyor. Bucaspor 2018'de, yani Konyaspor'un Avrupa'da puanlar kazandığı sezonda 3.Lig'e, 2019'da ise amatöre düştü. Yazı bu kadar, öykü de bu kadar! 1928'de kurulan Bucaspor'un sonu işte böyle geldi.

Bu arada herhalde o golün hatrına Selim Ay halen Konyaspor forması giyiyor ve son yedi sezonda ligde üç gol atabildi...