Pazartesi, Ağustos 31
Jonah Hex
Pazar, Ağustos 30
Yeni Değil Aynı
Bir kaç gün sonra röportajın tamamını izledim. Kesin olan bir şey var; Arda kesinlikle rahat değil ve geçmişi unutmamış. Üstelik pişman da değil. Hataları olduğunu çoğu yerde kabul etmiyor. Kabul ettiği noktalarda da hataların kendisini değil, hataların ona verdiği zararı öne çıkarıyor. Hata, yanlış olarak değerlendirdiği birçok olayda da kendisine çok vurulduğunu ve haksız eleştirildiğini düşünüyor. Yani oralarda bile mağdur...
Mesela en büyük hatasını milli takım olayı olarak görüyor ama o olayda insanların milli takımdan soğumasına sebep olduğunu veya milli takım kampında öyle bir sorunu büyüttüğü için hatalı olduğunu düşünmüyor. Onu esas üzen orada Fatih Terim ile karşı karşıya gelmiş olması. "Ne olursa olsun Fatih hoca ile öyle bir sorun yaşamamalıydım" diyor. Onu affeden ve yeniden Galatasaray'a alan hocasına karşı boynu kıldan ince. Ama aynı olayları başka bir teknik direktörle tekrar yaşamayacağının garantisini vermiyor. Veya benzer sonuçlara sebep olacak bir olayda geri adım atmayacağını inandırıyor bize.
Ya da Nazlı Canyurt ile bir tatil tartışması var ki evlere şenlik. Canyurt, Arda'nın popüler yerlerde tatil yaptığını söylüyor ve daha sorusunu bitirmeden (neyse ki biz anlıyoruz gideceği yeri) Arda araya giriyor ve röportajın çoğu yerinde olduğu gibi soruya şiddetle karşı çıkıyor. Popüler yerlerde tatil yapmadığını 'gerekmedikçe Bodrum'a ve Çeşme'ye gitmiyorum. Siz abartıyorsunuz" minvalinde bir cevap veriyor. "Gerekmedikçe" kısmı zaten tartışmaya müsait ama bizi bir tartışmaya sokmuyor bile, kendi cevabını veriyor, sorudan uzaklaşıyor, birilerinden bahsediyor, birilerine mesaj veriyor, anlaşılmadığını, haksız eleştirilere maruz kaldığını söylüyor. Birçok soru aynı şekilde ilerliyor. Bilal Meşe olayının hata olduğunu kabul ediyor ama "Keşke yumruk atmasaydım da Bilal Abi'yi yemeğe çıkarsaydım" diyor. Dostane bir cevap gibi gözüküyor belki ama o yazıda, yemeğe çıkarıp sorgulama yapmasını gerektirecek bir durum olmadığını hâlâ göremiyor.
Röportajın başında 'olgun ve yeni bir Arda' izlemeyi beklerken, karşımızda yeni olduğunu iddia eden, zoraki gülen ama içten içe sinirlenen aynı Arda'yı görüyoruz. Ve daha kötüsü ekisiyi hiç unutmamış. Halen hesaplaşmak istediği bir şeyler ve birileri var. Halen içinde bir öfke var. Bu öfkenin nerede kime patlayacağı belirsiz.
Cumartesi, Ağustos 29
Little Women
Cuma, Ağustos 28
Derbi Haftaları
Perşembe, Ağustos 27
Forget About Nick
Çarşamba, Ağustos 26
Uyumsuz İkili
İlk sekiz maçta sadece dört gol atabildi Yeni Malatyaspor. Fakat buradan dokuz puan çıkardı. 10. maçında üçüncü galibiyetini alması da pek tatmin edici olmayabilirdi. Hatta belki o maçı kaybedip iki galibiyette kalsa Bulut'un da Malatya günleri erkenden bitebilirdi. Fakat o 10. maçı kazandı. Giden de başkası oldu. Neydi o 10. maç? Galatasaray! 2-1 kazandı Malatyaspor. Gidense Igor Tudor oldu. Galatasaray'ın hocasını gönderen eski Fenerbahçeli... Gelecek yazılıyordu.
Ertesi hafta Kayserispor'u da yenince, Yeni Malatyaspor devre arasına rahatlamış ve havayı yakalamış bir şekilde girdi. İkinci yarıda da işler fena gitmedi. 17 maçın altısını gol yemeden bitirdi. Yedi maçta ise gol atamadı. Fakat bu anlaşılır bir durum. Gol yememek öncelikli plandı ve bunu başarmak kıymetli bir işti. Daha da önemlisi bunu devre arasında çok fazla transfer yapmayarak başardı. Yani elindeki kadrosundan verim almayı başarmıştı. İyi bir hocalık meziyeti.
Avcı, Başakşehir'in Süper Lig'e yeniden çıkışının ardından bir kez daha takımın başına geçmişti. İlk sezonlarda geride kalıp, alanı kapatıp, pozisyon vermeyip, fırsat bulduğunda gol atmaya çalışıyordu. Bu sayede ilk dörde girmeyi de başardı. Sağlam durmayı başardıktan sonra, önce geçiş oyunlarını daha sistemli bir hale getirmeye başladı. Öyle "Mehmet Batdal'a uzun şişir, o indirsin" oyunu artık kalmamıştı. "Visca'yı, Cengiz'i kaçır, bekleri bindir, orta saha içeriye girsin" gibi daha planlı ve detaylı (biz kısa kestik) bir oyun vardı. Şişireceksen de Batdal'a değil, Adebayor'a şişir, en azından kalite artsın! Bir müddet sonra bunu da aşmak gerekmişti, zira Başakşehir ligin tehlikeli takımlarından biri olunca, geçiş oyunu oynamak zorlaşacaktı. Bu sefer set oyunu oyununa geçildi ve bunun da altından kalktı. Fakat bunların hepsi bir senede olmadı. Zaman lazımdı.
Alanyaspor sezonu yine beşinci sırada bitirdi. İlk iki tam sezonunda iki farklı takımı beşinci sıraya sokmak önemli bir başarıdır. Fakat Yeni Malatyaspor ile Alanyaspor'un aynı olmadığını tekrar belirtmek lazım. Burada da karşımıza hücum konusu çıkıyor. Ve hatta maç kazanma konusunda gerçekten sanıldığı kadar iyi mi?
61 gol atmış bir takımdan bahsediyoruz. Neredeyse şampiyon Başakşehir (63 gol) kadar. Fakat eldeki kadronun daha fazlasını üretebileceğini, daha keyifli bir futbol oynayabileceğini düşünüyorduk. Mesela atılan gollerin önemli bir kısmı duran toplardan (9 gol) geldi. Tabi bunu küçümsemiyoruz. Zira duran top golleri sadece "orta-kafa-gol" şeklinde gelişmedi. Çoğu duran top organizasyonunda ikinci, üçüncü pasın yapıldığını gördük. Stoper Steven Caulker sezonu altı asistle tamamladı. Savunma oyuncuları bu organizasyonun bir parçasıydı. Erol Bulut da bir röportajında bu konunun üzerine çok fazla eğildiklerini açıklamıştı. Çalışan kazanır. Bundan yana bir sıkıntımız yok. Fakat hücum potansiyeli daha yüksel olabilirdi. Geçişlerde çok başarılı olan takım bunu sahaya her zaman koymadı. Set oyununda ise hiç görmedik. Oysa Fenerbahçe'de bunlar olmak zorunda.
Dört gollü, beş gollü galibiyetler çokça alındı. Sayısını verelim; dört maçta beş gol, üç maçta dört gol atıldı. Fakat bu maçların gidişatı çok ilginçti. Denizlispor deplasmanından Wellinton'un iki duran top golüyle maç bir anda koptu. Galatasaray'a dört atılan maç, iki yarının son dakikalarında gelen gollerle şekillendi. 85 dakikası golsüz geçilmişti. Sonuncu Ankaragücü'ye oynanan iki maç da istatistiğe yardımcı oldu.
O nedenle Erol Bulut'un Alanyaspor performansı çok verimli değildi ama yine de kafasındaki planı düşününce çok doğruydu. Tıpkı Avcı gibi veya tıpkı kendisinin Yeni Malatyaspor dönemi gibi. Önce sahada durmasını öğren, rakibi durdur, sonra vur. Alanyaspor, Bulut ile devam etseydi büyük ihtimalle önümüzdeki sezon çok daha verimli bir takım olacaktı.
Bu noktada üç sezonluk tecrübesiyle "Erol Bulut başarılı mıydı?" sorusuna verebileceğimiz cevap biraz eksik kalacak. Çok verimli işler yaptı ama her iki takımında ikinci tam sezonunu görmek isterdik. O yüzden Fenerbahçe için biraz erken geldiğini düşünüyorum. Peki Fenerbahçe'de ne yapabilir?
Salı, Ağustos 25
Was Hat Uns Bloß So Ruiniert
Pazartesi, Ağustos 24
Tek Maçtan Yatan Kuponlar #6
Pazar, Ağustos 23
Classe Tous Risques
Cumartesi, Ağustos 22
Yeni Bir Oyuncu
Yabancı
Cuma, Ağustos 21
2020 Şampiyonu
Salı, Ağustos 18
We're the Millers
Farklı ülke ve kültürlerde, komedi filmleri nasıl yankı bulur? Genellikle mizah evrenseldir belki ama her espri ve mizah anlayışı da genel geçer değildir. Özellikle sinemada gösterilen uzun bir filmde (yani en az 90 dakika boyunca güldürmesi gerekecek bir filmde) yapılacak sık göndermeler, kelime oyunları, ince işler biraz yerel kalır ve dünyanın öbür ucundan zor anlaşılabilir. Yine de önemli değil, iyi bir hikaye veya tarz sizi kurtarır.
Vasatın biraz üstü bir komedi filmi olan We're the Millers'in Türkiye'de çok sevilmesi sanki biraz kültürel farklardan. Yani aslında yukarıda bahsettiğimizin tam tersi. Bir uyuşturucu satıcısı (Jason Sudeikis), yaptığı bir hatayı telafi etmek için Meksika'ya gitmek zorundadır. Özellikle havalimanı güvenliğini ve devamında peşine düşecek olası tehlikeleri kandırmak için en mantıklı yolu kendine sahte bir aile oluşturmak olarak belirler. Bu nedenle yakın çevresinden kendisine bir aile oluşturur. Striptizci komşusunu eşi yapar, hafif asosyal ve salak ergeni oğlu olarak seçer, asi ve seksi bir genci de kızı olarak kadroya dahil eder. Film böyle başlar ve bu eksende devam eder
Bu zoraki aile, bize bir komedi ve yol filmi izlettirir. Türk seyircisinin pek göremediği esprileri Amerika kıtasından ulaştırır. Özellikle anne (Jeniffer Aniston) ve kız (Emma Roberts) seks konusundaki tecrübeleri filmde çokça müstehcen espri olmasını sağlamış. Komik mi? Eh iste. Fakat Türkiye'de okuduğum yorumlar 'eh işte'nin üzerine çıkmış. Uyuşturucu, kanun kaçaklığı, cinsellik gibi konuların bizim komedi filmlerimizde yer almaması (mafya komedisi hariç) sanırım ülkede bu tarz mizaha bir açlık oluşturmuş sanki. Gerçi bu filmde de bir esrar taşınmasından bahsetsek de filmdeki hiçbir karakterin esrar tükettiğini görmüyoruz.Belki de film ABD standartları için muhafazakardır.
Filmin 7.0 olan IMDB puanı abartı sayılmaz, film fena değil. Ama sözlüklerde ve çeşitli sitelerde okuduğum yorumlara göre, eğer sadece Türkler oy kullansaydı, puan 8-9 arasına çıkabilirdi. Yine de fena film değil. İzlenmeyi hak ediyor. Güzel bir zamanda hoş vakit geçirmek için ideal. Ama beklentiyi yüksek tutmamak lazım.
Aralarında kan baği olmasa da bir ailenin filmini izliyoruz. Buradan aile kavramı üzerine güzel bir eleştiri çıkmış. Ayrıca bir yol filmi ve hemen her yol filmi gibi eğlenceli. Son dönem komedi filmlerinin modası haline gelen filmi adeta skeçlere bölme sorunu burada yok; iyisiyle kötüsüyle başıyla ve sonuyla bütünleşen bir hikaye var. Oyuncularımız fena degil. Aniston, Cake'ten sonra bir kez daha Meksika sınırını aşıyor. Kendisi sevdiğim bir oyuncu değil ama -Cake 'teki kadar olmasa da- burada da fena değil. Fakat çok beğenilen striptiz sahnesinde etkileyici olmadığını söylemem lazım. Zaten bu kadının bir doğallık sorunu var bence. Güzel bir yüzü var ama doğal görünmeye çok fazla çabalaması o yüzünden bir enerji geçmesini engelliyor. Sudeikis filimi sürüklüyor. Genç oyuncuları da beğendim ama kardeşlerimizin ilerleyen yıllarda öne çıkan bir isi olmamış. Özellikle Emma Roberts'ın, Julia Roberts'ın yeğeni olmasına rağmen çok fazla öne çıkamaması şaşırttı.
Aslinda tam 12 kisilik bir arkadaş grubu evde otururken arkadan açılacak film. Muhabbet esnasında ara ara bakıp gülünür, hikayeyi takip etmek için ekstra çaba sarf etmeye gerek kalmaz, espriler de idare eder. Kotu espri çıkarsa da evdeki 12 kişiden biri tamamlar zaten.
Öte yandan 39 milyona çekilen filmin 200 milyon hasılat yapması da ayrı başarı. 2013'ün en çok hasılat yapan 16. filmiymiş. Bu nedenden dolayı yıllardır ikincisinin çekileceği söyleniyor ama yedi senedir ortada bir şey yok. Varsa da ben kaçırmışım.
Bu arada filmi izleyen herkesin aklında, en sondaki Friends göndermesi kalmış ama bir futbolsever olarak Kenny Miller ismini duymak beni daha çok mutlu etti. Gönderme değildi ama biz kendi kendimize mesajı aldık
Çarşamba, Ağustos 12
Pandemi Golcüsü
Salı, Ağustos 11
Nicht Mein Tag
Pazartesi, Ağustos 10
Pazar, Ağustos 9
The School of Rock
Filmin sulu bir mizahı da yok. Jack Black zaman zaman abartarak üst perdeye çıksa da oyuncu kadrosu çok başarılı. Buna çocuk oyuncular da dahil. Hatta özellikle onlar çok iyi bir performans sergiliyor. Sadece çalmıyorlar. Hem çalıyorlar hem oynuyorlar. Öte yandan film normal olarak çok iyi bir soundtrack'e sahip. Hatta Linklater'in dediğine göre bütçenin büyük bir kısmı şarkıların telif hakkına harcanmış.
Yani filmdeki tüm unsurlar çok iyi değil ama her şey vasatın üzerinde. Bu da filmi keyifle izlenebilir hale getiriyor. Yaz günleri için tam çıtırlık bir film. Aradan 17 sene geçmiş, izleyen izlemiştir ama izlemeyen için de iyi bir fırsat.
Cumartesi, Ağustos 8
Şeytan
Çetin Şahiner (8 Ağustos 1934 - 3 Ağustos 2017)
Cuma, Ağustos 7
Once Upon a Time... in Hollywood
***
Tam da "Me too" akımının çıktığı dönemde bir Roman Polanski filmi çekmek çok riskli duruyordu. Üstelik filmin ilk planlanan yapımcısı da cinsel taciz suçlamalarının ardı arkası kesilmeyen Harvey Weinstein'dı. Daha sonra Tarantino bu birliktelikten vazgeçti ama ortaya çıkacak film hakkında kuşkular devam ediyordu.
Fakat diğer yandan 200 dakikalık filmi izlemek de 2020 model sinema izleyicisi için kolay değil. İşte burada da oyuncular devreye giriyor. Zaten yan rollerle beraber çok zengin bir kadro var. Al Pacino'yu bile çok kısa olsa da görüyoruz. Başroldeki Brad Pitt ve Leonardo Di Caprio, seyirci gözünü filmden kaçırmasın diye her şeyi yapıyor. Mesela alakasız bir şekilde çatıda üstünü çıkaran Pitt, belki sadece cinsel bir obje olarak sunulurken bir yandan da "Ulan şimdi bir şey mi olacak?" şeklinde bir merak uyandırıyor. Ve pek bir şey olmuyor. Ama gözler ekranda kalıyor. Veya Pitt'in canlandırdığı Cliff karakterinin sette Bruce Lee ile dövüşü filmden ayrı bir skeç gibi dursa da, izleyici için bir gülme arasına dönüşüyor.
***