Çarşamba, Aralık 14

Alemdağ'da Var Bir Yılan

Sinek IsırıklarınınMüellifi’ni okuduktan sonra, (sanırım eli kalem tutan her fanide olduğu gibi) gaza geldim. Belki ben de öyküler yazabilirdim. Bir roman yazamayacağımın farkındayım. O kadar geniş bir olay örgüsünü kurgulayamam ve çok sayıda karakter yaratamam. Fakat öykü neden olmasın? Ne de olsa Barış Bıçakçı bunu kolay göstermişti. Fakat bu işler 'ha' deyince olmazdı, yazmadan önce okumaya devam etmek gerekirdi. O nedenle de Türkiye’de öykücülüğün bir numaralı yazarına döndüm.

Yıllar önce birçok hikayesini okuduğum ve çok sevdiğim Sait Faik Abasıyanık’ın okumadığım bir kitabına rastladım. Alemdağ’da Var Bir Yılan…

Oldukça şaşırdım, zira bu öyküler bildiğim ve alıştığım Abasıyanık öyküleri gibi değildi. Özellikle de kitabın başındakiler… Genelde basit insanların, sıradan hikayelerini anlatan Abasıyanık, gerçekçilikten uzaklaşmış ve sürreal tonda öyküler yazmıştı.

İlk başta yadırgadım. Okumak istediğim böylesi değildi. Hele Sinek Isırıklarının Müellifi’ni okuduktan sonra ve "Yazmak bir bakıma anlatılmaya değmez olanı anlatmaktır. Böylelikle anlamsız olanı anlamlı kılmaya cüret etmektir.” cümlesine de denk geldikten sonra aradığım hiç bu değildi.

Tabi ki yine usta bir yazarlık, güçlü bir edebiyat vardı. Abasıyanık’ın kalemi gerçekten etkileyici. Dili sade. Fakat ben biraz daha öykü kurgulamanın basitliğini çözebilmek istemiştim. Gündelik yaşamdaki basit bir anı, yazıya nasıl aktardığını, nasıl basitleştirdiğini ve oradan okunaklı bir iş çıkardığını belki bir şekilde anlarım diye düşünmüştüm.

O kısım olmadı. Okuduğum kitap tam anlamıyla bir usta işiydi.

Fakat en azından ilginç bir deneyimle karşılaştık. Sürrealist hikayelerin de nasıl çıktığı benim için ayrı bir merak konusudur zaten. Yönetmen Luis Bunuel’in rüyalarından bir harman yaptığını okumuştum mesela. Ne kadar doğrudur bilemem. Adalı Abasıyanık’ın ise sanırım biraz daha keyif verici maddeler ile bu ilhama kavuştuğunu düşünüyorum. Zira artık ömrünün son dönemleriydi ve kendisini iyice rakıya verdiği zamanlardı. Belki de yanılıyorumdur. Belki de sürreal hikayeler için gerçeklikten kopmak gerekmiyordur ve bu yaratıcının içinde var olan bir yetenektir.

Öte yandan kitaptaki hikayelerin özelliğini tamamen sürreal olarak tanımlamak eksik kalır. Başka özellikleri de var onların. Toplum ve ahlak anlayışı eleştirisi çok güçlü mesela. Belki de o eleştirilerini ve iç döküşünü o yıllarda iyi anlatabilmenin tek yolu sürrealizme sığınmaktı. Veya ölümünden önce yazdığı son kitap olduğu için, belki de ölümle ve yaşamla son bir hesaplaşma içindeydi.

Ayrıca Abasıyanık’ın 1940 ve 50’leri anlattığı öykülerinde, sanki bir eski zaman insanı gibi değil de bu zamanın insanıymış gibi bir dil kullanması beni çok etkiliyor. Çağının ilerisinde mi, yoksa biz o çağı çok mu başka biliyoruz? O dönemde de insanlar yaşadılar (üstelik bizden çok uzak yıllar değil) ve bizimle benzer sorunları vardı. Hem hayat gailesi hem de varoluş problemlerine sahip oldular. Biz ise onları “babalık” olarak gördük. O yüzden ne zaman bir Abasıyanık öyküsü okusam, bizden eskilere haksızlık ettiğimi düşünüyorum. Tabi bu düşüncem yaş aldıkça Abasıyanık kitaplarından bağımsız bir şekilde güçleniyor ama en azından ergenlikten çıktığımız yıllarda farkındalık yaratan, o yıllarda yazılmış öykülerdi.

Sonuç olarak tam anlamıyla aradığımı bulamasam da, bir şekilde yine çok fazla katkı veren bir kitap ve çok sayıda öykü okuduk. Eline ve kalemine sağlık Abasıyanık…

Hiç yorum yok: