Yıllar önce birçok
hikayesini okuduğum ve çok sevdiğim Sait Faik Abasıyanık’ın okumadığım bir
kitabına rastladım. Alemdağ’da Var Bir Yılan…
Oldukça şaşırdım, zira
bu öyküler bildiğim ve alıştığım Abasıyanık öyküleri gibi değildi. Özellikle de
kitabın başındakiler… Genelde basit insanların, sıradan hikayelerini anlatan
Abasıyanık, gerçekçilikten uzaklaşmış ve sürreal tonda öyküler yazmıştı.
İlk başta yadırgadım.
Okumak istediğim böylesi değildi. Hele Sinek Isırıklarının Müellifi’ni
okuduktan sonra ve "Yazmak bir bakıma anlatılmaya değmez
olanı anlatmaktır. Böylelikle anlamsız olanı anlamlı kılmaya cüret etmektir.” cümlesine de denk
geldikten sonra aradığım hiç bu değildi.
Tabi ki yine usta bir
yazarlık, güçlü bir edebiyat vardı. Abasıyanık’ın kalemi gerçekten etkileyici.
Dili sade. Fakat ben biraz daha öykü kurgulamanın basitliğini çözebilmek istemiştim.
Gündelik yaşamdaki basit bir anı, yazıya nasıl aktardığını, nasıl
basitleştirdiğini ve oradan okunaklı bir iş çıkardığını belki bir şekilde
anlarım diye düşünmüştüm.
O kısım olmadı. Okuduğum kitap tam anlamıyla bir usta işiydi.
Fakat en
azından ilginç bir deneyimle karşılaştık. Sürrealist hikayelerin de nasıl
çıktığı benim için ayrı bir merak konusudur zaten. Yönetmen Luis Bunuel’in rüyalarından bir
harman yaptığını okumuştum mesela. Ne kadar doğrudur bilemem. Adalı Abasıyanık’ın ise
sanırım biraz daha keyif verici maddeler ile bu ilhama kavuştuğunu düşünüyorum. Zira artık ömrünün son dönemleriydi ve kendisini iyice rakıya verdiği zamanlardı. Belki de yanılıyorumdur. Belki de sürreal hikayeler için gerçeklikten kopmak
gerekmiyordur ve bu yaratıcının içinde var olan bir yetenektir.
Öte yandan kitaptaki
hikayelerin özelliğini tamamen sürreal olarak tanımlamak eksik kalır. Başka özellikleri de
var onların. Toplum ve ahlak anlayışı eleştirisi çok güçlü mesela. Belki de o eleştirilerini
ve iç döküşünü o yıllarda iyi anlatabilmenin tek yolu sürrealizme sığınmaktı.
Veya ölümünden önce yazdığı son kitap olduğu için, belki de ölümle ve yaşamla
son bir hesaplaşma içindeydi.
Ayrıca Abasıyanık’ın
1940 ve 50’leri anlattığı öykülerinde, sanki bir eski zaman insanı gibi değil
de bu zamanın insanıymış gibi bir dil kullanması beni çok etkiliyor. Çağının
ilerisinde mi, yoksa biz o çağı çok mu başka biliyoruz? O dönemde de insanlar
yaşadılar (üstelik bizden çok uzak yıllar değil) ve bizimle benzer sorunları vardı. Hem hayat gailesi hem de varoluş
problemlerine sahip oldular. Biz ise onları “babalık” olarak gördük. O yüzden
ne zaman bir Abasıyanık öyküsü okusam, bizden eskilere haksızlık ettiğimi düşünüyorum. Tabi bu düşüncem yaş aldıkça Abasıyanık kitaplarından bağımsız bir
şekilde güçleniyor ama en azından ergenlikten çıktığımız yıllarda farkındalık
yaratan, o yıllarda yazılmış öykülerdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder