Salı, Aralık 20

Kadının Adı Yok

Duygu Asena ve Kadının Adı Yok isimlerini 90'larda sıklıkla duyardım. En çok da Hıncal Uluç diline pelesenk etmişti. Üzerinden çok zaman geçti, konuşmaların ve tartışmaların odak noktasını pek hatırlamıyorum. Sanıyorum Uluç (Erkekçe'nin genel yayın yönetmeni), sıklıkla Asena ile (Kadınca'nın genel yayın yönetmeni) dalga geçiyordu. Belki de dostça atışmalar yapıyorlardı ama o zamanlar (ve sonrasında da) ekranlarda en çok görünen isim Uluç olduğu için, onun iğneli cümleleri daha çok yer ediyordu zihnimizde. Asena'nın verdiği cevapları ise duymuyorduk bile.

Bizler henüz ergenliğe bile girmemiş tıfıllardık. Fakat hem okumadığımız kitap hem de ekranlarda pek görmediğimiz yazar, o günlerde gözümüzde biraz itibarsızlaştırılmıştı. Neredeyse "Deli kadın" formuna sokulmuştu.

Açıkçası Asena da zaman geçtikçe, bu tanıma uygun cümleler kurmaya başlayacaktı. Belki ana akımın üzerine gelmesi onda bir öfke yarattı. Belki de bu sivrilme hali hoşuna gitti ve daha da sivri olması gerektiğine inandı. Tıpkı Uluç'un her zaman yaptığı gibi. Fakat Uluç bir erkekti ve zaten futbol, konser, sinema, güzellik yarışmaları konuşan bir adamdı. Asena daha ciddi meselelere giren bir kadındı. Sivrilmesi hoş karşılanmazdı. Karşılanmadı da...

Öyle veya böyle; sonuç olarak 1980'lerde yazılan ve 1990'larda sıkça tartışılan Kadının Adı Yok romanını ancak 2020'lerde okuyabildim.

Bugünlerde 'feminizm' kavramı çok revaçta. İçerik olarak değil, tanım olarak değil ama en çok sıfat olarak kullanıyor. Birçok insan (bunun başını ünlüler ve sosyal medya fenomenleri çekiyor) kendilerine feminist sıfatını takıyorlar ve kavramın içini kendi istedikleri gibi dolduruyor. Kimin nasıl düşüneceğine ve ne şekilde yaşayacağına karışacak değiliz ama bu çok seslilik, halen hak ettiği gücü yakalayamamış bir hareketin karman çorman bir hale gelmesine neden oluyor. Kısacası, halen bu hareketin zayıflıkları ve kavramın ise (en azından Türkiye'de) boşlukları var.

Oysa, 1980'lerin sonunda bu kavram çok hızlı güçlenmeye başlamıştı. Darbenin sonrasıydı ve birçok politik düşünce eriyip giderken feminizm baş kaldırmaya çalışıyordu. O kitleselleşme Duygu Asena'nın hem gazetelerde ve dergilerde yazdığı yazılardan hem de Kadının Adı Yok'un (60'tan fazla baskı yapmış) yayılmasından geliyordu.

Kadının Adı Yok, tam da bu yüzden halen önemini koruyan ve her zaman koruyacak güçlü bir roman. Aslında Duygu Asena'nın yazarlığı eleştirilebilir. İyi bir romancı değil gibi. Gerçi bu romanı, onun ilk eseri. O açıdan düşününce eksiklerini görmezden gelmek mümkün olabilir. Fakat en azından edebiyat çevreleri o yıllarda sırtlarını çok çabuk dönmüşler. Bir hafta önceki postta ilk kez bir kitabını okuduğum Tomris Uyar bile, bir kadın olmasına rağmen dayanışmaya gitmemiş ve Asena'yı yerden yere vurmuş. Bana kalsa (kalmaz gerçi) Uyar'ın ve Asena'nın bir hafta arayla okuduğum iki kitabını tartsam; Asena'ya önceliği verirdim.

Oysa zaten kitabın önemi edebi dilinde ve gücünde yatmıyordu. Duyu Asena, bugün bile halen kafa karışıklığına sebep olan 'feminizm' hareketinin başucunu kitabını yazmış. Muhakkak tarihte hem yerli hem yabancı yazarlar ve akademisyenler konuyla ilgili çok daha detaylı ve kapsamlı eserler üretmiştir. Fakat esas önemli olan, hem her toplumun kendi özelliklerini vurgulayarak öznel bir ürün çıkarmak hem de bunu sade bir dille her kesime ifade edebilecek şekilde yazabilmekti.

Duygu Asena, yarı otobiyografik bir roman yazmış. Kitaptaki birçok olay onun hayatında yaşanmış. Romandaki muhafazakar babaya benzeyen kendi babası, kızlarına aynı tutuculukta davranmış. Tıpkı romandaki gibi, kızlarının üniversite okumasını istememiş, kazanamayacaklarını düşündüğü için sınava girmelerine izin vermiş ve sınavı kazandıkları için bu kararından pişman olmuş.

Asena tıpkı romandaki gibi, çalıştığı Hürriyet gazetesinde ayrımcılığa uğramış, bu esnada özel hayatı ile gündeme gelmiş, gazetede evli biri ile ilişki yaşayınca kovulmuş, oysa aşkın diğer tarafındaki adam (kim olduğunu bilmiyorum) işine devam etmiş. 

Biyografik bir roman gibi dursa da özellikle şehirli orta sınıf Türk kadının toplumda, ailede, iş hayatında, okulda, ilişkilerinde yaşadığı, yaşayacağı ve yaşayabileceği her sıkıntıyı örneklendirmiş. Romanın giriş ve gelişme bölümleri bu anlamda çok önemli. Türkiye'deki feminizm hareketinin kitlelere yayılması için halen kullanabilecek, değerini kaybetmemiş bir roman.

Fakat yine de son tahlilde ufak bir zaafı var. Asena'nın yarattığı kadın karakter, yine bir erkeğe ihtiyaç duyuyor. Buna ihtiyaç demek belki yanlış olur ama kitabın sonun yine 'onunla/onlarla' bitiyor.  Oysa roman boyunca, ayakları üzerinde duran, bunun için mücadele eden bir kadının tasvirini okumuştuk. Bunu da başarıyordu. Peki o zaman romanın sonundaki hüznümüz niye? Aşkı bulamayan kadına üzülecek miydik? Tabi ki başka romanlarda, benzer hikayelerde üzülürdük de sanki burada bu hüzün bize geçmemeliydi. Özgürlüğün bedeli yalnızlık olabilirdi ama bu bize kötü, acı hatta pişmanlık yaratan bir duygu vermemeliydi.

Kitabı okurken sıklıkla zihnimde film sahneleri canlandı. Hatta kendi kendime "Tam bir Müjde Ar- Atıf Yılmaz filmi çıkar bundan" dedim. Üstelik romandaki karakter (kadının adı yok) sarı saçlı bir kadın olarak tasvir edilmişti. Buna rağmen Müjde Ar imajından arınamıyor, Atıf Yılmaz'ın klasikleşmiş anlatım tarzından çıkamıyordum.

Sonradan öğrendim ki zaten bu roman filme çevrilmiş. Yönetmen koltuğunda tabi ki Atıf Yılmaz vardı. Fakat sene artık 1980'lerin sonu olduğu için Müjde Ar'ın yerini Hale Soygazi almış. Filmi izlemedim ama zaten kafamda çektim bile. Sanırım izlememe gerek kalmadı.

Filmi es geçelim şimdilik. Roman ise halen hak etmediği eleştirileri almaya devam ediyor. İnternet sitelerindeki yorumlara bakıyorum, yine bayağı bir bakış açısı ile eleştiriler mevcut. "Kadın madem feminist, neden diğer kadınlarla dayanışmıyor da bireysel takılıyor"; "Madem kadın babasının annesini aldatmasına kızıyor, neden evli adamlarla ilişki yaşıyor" gibi; aslında romanı ve karakteri değil, feminizm hareketini ve biraz sivrilen kadınları eleştiren, onları baskılamayı amaçlayan, baskılamayı da kendi menfaatleri için değil de ahlaki sınırlar çizerek meşrulaştırmaya uğraşan kitleler bunu yapıyor.

Oysa Asena'nın bu ilk romanı dışında yaptığı işlere bakarsak, kadın dayanışması için uğraştığını görüyoruz da. Özellikle Kadınca dergisi esnasında, üreten ve çalışan kadınları sıklıkla gündeme getirmiş, örnek rol modelli olarak sunmuş, kadını Cosmopolitan modeli olarak değil, toplumun asli unsuru olarak göstermeye çalışmış; bunu da en azından 1980 sonrası karanlık dönemde yapabilen ilk cesurlardan biri olmuş.

Sanırım Asena iyi bir dergici, gazeteciydi. Ve yazı dili de o alanlar için keskinleşmişti. Hatta bir dönem (Hürriyet'ten kovulduktan sonra) bir reklam ajansında metin yazarlığı da yapmış. Daha kısa ama vurucu cümleler üretmeye kodlanmış bir kalem. Belki de o yüzden Romanın Adı Yok, edebi açıdan güçlü değildi, zira onun alanı başkaydı. Fakat önemli olan edebiyat çevrelerini sarsmak değildi. Esas amacına da ulaşmıştı.

Açıkçası bunlara dair benim de çok bilgim yoktu. O nedenle 'sanırım' ve 'belki' kelimelerini, -miş'li geçmiş zamanları sıklıkla kullandım. Zaten buraya yazdığım birçok kitap ve film yazısında; kafamda kalanları hızlıca yazar, internetten da çok kısa bir araştırma yapardım. Fakat edebi olarak zayıf bulduğumu itiraf ettiğimi Kadının Adı Yok, beni birçok internet sitesini tıklamaya yönlendirdi. Merak ettim. Bu kitap nasıl yazıldı, nasıl yasaklandı, Duygu Asena kimdi, bu romanı nasıl üretti? Bu kadar çok meraklı soruyu sordurması başlı başına önemliydi.

Bütün bu soruların cevaplarına ve yukarıdaki bilgilere de (Asena'nın hayatı, Tomris Uyar eleştirisi, Kadınca dergisi vs) o sayede ulaştım. Yani ne roman sadece bir romandan ne de Duygu Asena sadece romandaki kadından ibaret...

Peki ben, internette rahatlıkla bulabileceğini bu bilgileri neden uzun uzun burada yazdım. İşte onun için ilk paragrafa dönmek gerekiyor. Sanrım, 90'larda bu kadına haksızlık edildiğini ve yaşım küçük olsa da o haksızlığın bir parçası olduğunu düşünüyorum. Belki de bir özür, belki de bir günah çıkarma...

Çoğu kitabı çok satanlara girmiş ve hayatını kaybetmiş bir yazar için önemli değil ama onun hakkında birkaç satırdan fazlasını yazmak, onu daha uzun anmak gibi bir borcum vardı galiba. Ödedim mi? Sanmıyorum. Ama başladım...

Hiç yorum yok: