Gerçi Cannes’da gösterilen filmi, zaten öncesinde de merak
etmiştim. Fakat vizyonda mı izlerdim, vizyonda izlersem hemen mi giderdim yoksa
bir platforma düşmesini bekleyip evde mi izlerdim bilmiyordum. Tweet ve haber
önümüze düşünce, vizyonda destek olmamız gerektiğine karar kıldık.
Herhalde birçok kişi aynı fikirde olduğu için, salonlar ve
seanslar doluydu. Kültür Bakanlığı’nın desteği geri çekmesinin nedenlerini
tartışacağız ama herhalde durduk yere, halkın görmesini istemediği sahnelerin (artık
onlar hangileriyse) daha çok görünmesine neden oldular. Hiç ilişmeseler, onlar için daha iyiydi sanki...
Filme dönelim.
Filmin temelinde bir ‘hukuk’ teması var. Son yıllarda bu konu çok
fazla rağbet görüyor. Sadece sinemada değil, yerli dizilerde de benzer bir
konsept var. Birçok dizide baş karakterler savcı, hakim veya avukat. İnsanların
(izleyicinin) bir ‘adalet’ sıkıntısı olduğu aşikâr. İzledikleri savcıların,
avukatların en azından akşam saatlerinde evlerine adaleti getirmesini, adaletin geldiğini görerek uykuya gitmeyi istiyorlar.
Uzun bir dönem gelir adaletsizliği Türkiye toplumun merkezineydi.
Bu da dizilerde zenginliğin lüks arabaların, yalıların gösterilmesine neden oluyordu ki, bu zaten halen
devam eden bir durum ve kolay kolay da dinmez. Fakat adalet, son dönemin (Emin
Alper bir röportajında 2016 vurgusu yapıyor) en büyük ihtiyacı olduğu için
popüler kültürde de karşılık buluyor.
Kurak Günler’de adaletin iki temsilcisi var. Daha doğrusu adaleti
uygulayan, sağlayan ve hatta iktidarı elinde bulundurmaya çalışan iki taraf.
Biri kurumsal, diğeri en yumuşak olarak ‘sosyal taraf’ olarak
adlandırabileceğimiz gruplar. Her ikisinin zamanla iç içe girdiğini filmin
ilerleyen dakikalarında görüyoruz ama önce karşımıza savcı Emre çıkıyor.
O kurumsal tarafın yüzü. İyi okullarda okuduğunu tahmin ettiğimiz,
laik ve şehirli memur bir ailenin çocuğu olan ve Anadolu’ya tayini çıkan
‘beyaz’ Emre… Diğer tarafta ise Yanıklar kasabasında kendi adaletlerini
sağlayan belediye başkanı, oğlu Şahin ve kankası Kemal var… Onlar yoksul
Anadolu halkı ile beraber yaşayan, onların bir katman üzerine çıkmış, devletin uzanamadığı kasabada
onlara liderlik yapan, iktidarı eline alan, ahlakı ve adaleti ve muhakkak daha
fazlasını şekillendiren ama kendilerini de bunlardan muaf tutan bir grup.
Bir dönemin Anadolu romanlarında benzer konu sık sık işlenirdi
aslında. Anadolu’ya tayine giden idealist öğretmen, savcı, doktorun yaşadıkları…
Fakat o idealist memurlar, her zaman devletin gücünü arkalarında hissederlerdi.
O güç her zaman köye kasabaya yetmezdi belki ama en azından gördükleri saygı
karşısında maceraya 1-0 önde başlarlardı.
Emre ise yeni kuşağın memuru olarak 1-0 geride başlıyor. Zira
iktidar artık Ankara’dan gelen memurda değil, kasabanın yerlisinde. Güçlü olan
onlar. Hatta devlete daha yakın olanlar da onlar. Emre'ye karşı bir saygı yok. "Bize ilişmesin" beklentisi bile yok, "bizim işimize nasıl yarar" şeklinde bakılıyor. Ve ilk başta da bunun cevabı olumsuz oluyor. Zira karşılarında bir duvar buluyorlar.
Buna rağmen Emre maçın başında ikinci golü de yiyor. Kasabadaki ilk günlerinde
belediye başkanının evine konuk oluyor. Rakılara ‘hayır’ diyemiyor, sarhoş
oluyor, geceyi orada geçiriyor ve o geceye dair hatıraları bulanıklaşıyor.
Filmin gelişme süreci de orada başlıyor.
Bu noktada Emre’ye kızdım ve hikâye de aslında beni biraz kaybetti. Bir
savcının; üstelik idealist durmaya çalışan genç bir savcının, henüz ilk
zamandan yabancı olduğu bir yerde bu kadar bariz bir hata yapabilmesi bana
inandırıcı gelmedi. Olay örgüsünün sağlanması için konulmuş gibiydi, sanki biraz sahteydi. Filme
dair ilk eksi notum buradan çıktı. Hem senaryoya karşı soru işaretlerim arttı
hem de Emre karakteri gözümden düştü. Bu çok basit hatayı yapabilme cesaretini
bulabilecek kadar ‘tecrübelenmiş’, tuzağa düşmesini engelleyecek ve durumu idare edecek kadar kasabada
eski değildi. Annesi-babası memur olan, kasabaya geldiği ilk günlerde direnmesi gerektiğinin
farkında olan idealist bir çocuğa yakışmayan bir hamleydi.
Spoiler vermemeye çalışarak devam edelim. Emre’nin o geceye dair
iki ihtimali var. Ya köyde eşcinsel olduğu dillendirilen Murat ile geceyi
geçirmiş olacak, ya da Pekmez adlı çingene kıza tecavüz olayının ortaklarından biri olacak.
Boynundaki kızarıklık bir cinsel ilişki ihtimalini güçlendiriyor ve o geceye dair seçenekler bu ikisi arasında kalıyordu.
Tecavüz veya eşcinsellik. Kasaba iktidarının hukuku, zaten hangisinin daha büyük ‘suç’ olduğunu çoktan kodlamıştı bile. Tecavüz, o kasabada defalarca olmuş, hatta Pekmez’in başına en az üç kere gelmiş ve halının altına süpürülmüştü. Oysa eşcinsel bir ilişki, aforoz edilmenin nedeni olarak sunulabilirdi.
Büyük ihtimalle bakanlığın esas rahatsız olduğu noktalar burası.
Tabi senaryonun değişmesini bahane ediyorlar ve ben senaryonun ne kadarının ve
hangi kısımlarının değiştiğini bilmiyorum. Fakat sanıldığının aksine eşcinsellik
vurgusundan ziyade; Anadolu toplumun ahlakına ve ferasetine getirilen
eleştiriler, devamında da Türkiye siyaseti ile paralel kurulan cümleler
rahatsız etmiş olabilir.
Zira eşcinselliğin de filmde çok fazla yer kapladığını söylemek
haksızlık olur. Bir değinme var ama bunlar sadece repliklerle sınırlı kalıyor.
Üstelik o da beni rahatsız ediyor. Biz Emre’nin cinsel tercihlerini, fantezilerini,
Murat hakkındaki hislerini bir türlü kestiremiyoruz. Belki o da kestiremiyor. O
nedenle bunları öğrenmemiz elzem değil. Fakat hem Murat’ın gölde çıplak Emre’ye
bakışı, hem ikisi arasında evdeki konuşmalar, hem ara sıra Emre’nin zihninde
beliren görseller bize daha çok şey vadediyordu. Haliyle birçok sahne, duygu ve düşünce muğlak
kalıyor. O zaman ‘Bunlara ne gerek vardı?” sorusunu soruyoruz. Tabi ki biz de gereksiz ve olaydan kopuk bir “sevişme sahnesi” görmeyi istemiyoruz ama bulanıklık bizi filmden ve hikâyeden
biraz uzaklaştırıyor.
Film sonuçta Brokeback Mountain değil. Bir aşk hikayesinden bahsetmiyor. Bence konu eşcinsellik de değil, Anadolu tabiriyle ‘oğlancılık’ denilen olgu daha yaygın. Zira Murat’ın hayat hikayesine girdiğimizde, istismar edilen
bir erkek çocuğundan bahsediyoruz. Üstelik bu istismarın başrolünde, ahlak
satan bir kasaba halkını görüyoruz. Film buralara da çok değinmiyor. Belki de
Emin Alper, kör göze parmak sokan bir mesajlı film çekmek istememiştir. Bu
noktada anlayış gösterebiliriz. Fakat filmin ‘eşcinsel içerikli’ adlandırılması
beni rahatsız eder ve üzer. Öyle bir durum yok varsa da çok sınırlı. Genç erkek
çocukların istismarı konusu ise daha geniş yer tutuyor.
Konudan konuya atlamak gibi olacak ama (film hakkında yazılacak
çok şey var) başrollerde Selahattin Paşalı ve Ekin Koç gibi son dönemin iki
popüler yakışıklı oyuncunun olması, salonu biraz genç kızlarla doldurmuş
gibiydi. Diğer seanslar öyle miydi bilmiyorum ama bize denk gelen nüfus yapısında
yaş ortalaması gençti. Bu da filmin etkisini bende düşürdü. Zira gençler
filmdeki sert siyasi göndermelerin önemli bir kısmını gülerek karşıladı. Onlar
için yaşananlar komikti. Bu noktada gençliği eleştirmiyorum. Onlar başka bir
Türkiye’de, başka şartlarda ve oldukça da kapalı bir ortamda büyüdüler. Böyle
replikler, mesajlar, göndermelere alışık değiller. Onların hoşuna gidiyor ve hatta güldürüyor. Fakat salondaki atmosferi filmi baltaladığını ifade
edebilirim.
Filmin önemli bir metaforu obruklardı. İç Anadolu’da çok yaygın
olan obruklar, Yanıklar'ın altyapı çalışmasında yeniden hortluyor.
Belediye su kanalları açarak kasabaya su getirmeye çalışıyor ama devamında
adeta bir doğa katliamına sebep oluyor. Yargı (bir önceki savcı) buna izin
vermek istemiyor ama bu sefer de halk susuz kalıyor. Haliyle halkın tepkisi de
hem önceki savcıya hem de devamında Emre’ye dönüyor.
Obruk bir çökmeyi simgeliyor. Filmin henüz başında savcı Emre ile
kasabanın hakimi Zeynep’i dev bir obruğun başında görüyoruz. Filmin sonu da
benzer bir şekilde taçlanıyor. Fakat ben son sahnenin yeterli kadar vurucu
olmadığını, metaforun da da çok güçlü kalmadığını düşünüyorum.
Hatta film öyle bir şekilde noktalanıyor ki; sanki devamı gelecekmiş gibi hissediyoruz. Emin Alper röportajlarında aksini belirtiyor. Emre ve Murat’ın birlikteliği, kalabalık, öfkeli ve şiddetten beslenen halka karşı duruşunun bir devamı olması gerekirdi. Eğer olmuyorsa, o zaman filmden umutlu bir mesaj almamız zorlaşıyor. Öte yandan o öfkeli fanatiklerden kurtulmuş iki ‘yalnız’, dışlanmış ve farklı gencin karşı tarafta sağ salim durabilmeleri bir karamsarlık da vermiyor. Haliyle duygularımız iki arada bir derede kalıyor ve bu ‘sinemadan çıkan insan’ için en kötüsüdür.
Sonuç olarak, öyle veya
böyle Kurak Günler, Türk sinemasında eli yüzü düzgün filmlerden biri. Bilen bilir bu blog'da hangi filmleri yazdık ve izledik. Fakat yine
de Kurak Günler benim için en iyilr sınıfının bir üyesi değil. Fazlasıyla muğlak, politik bir film için
gerçeklik ve vuruculuktan biraz uzak. Buna rağmen sinematografisi oldukça iyi.
Görüntü yönetmeni Yunan isim Christos Karamanis… Soyadı Karamanis insanın
aklına Karaman göçmeni mi dedirtiyor. Bu arada Emin Alper de Karaman doğumlu…
Bu artılar benim için değerli. Emin Alper’in daha önce herhangi bir
filmini izlememiştim ama bu ‘standart’ deneyime rağmen bakış açısını sevdim ve
özellikle Tepenin Ardı için iştahlandım.
Öte yandan Savcı Emre’ Bey’e de laflar hazırladım. Savcı Ilgaz
Kaya, Savcı Selim Kaya ve Savcı Fırat Bulut seninle aynı mesleği yaptıkları
için utandılar.
Hadi yeri gelmişken oyunculara da değinelim. Selahattin Paçalı,
temiz yülü bir çocuk. Fakat karizmatik mi? Değil. Yakışıklı mı? Bence o da
değil. Şu an sokakta görsem tanımam. Standart bir yüzü olduğunu düşünüyorum.
Oyunculuğunu da çok beğenmedim. Altın Portakal kazanması ayrıca şaşırttı.
Ekin Koç’u normalde çok beğenmem. Fakat burada işin hakkını
vermiş. Tarz olarak Birol Ünel’i hatırlattı ama sevgili eşim buna çok sert
karşı çıktı. Bu arada Ekin Koç’ı her zaman Acemi Cadı’nın Toygar’ı, Çakıl
Taşları’nın Cihan’ı ve Şubat’ın Cantona’sı Kaan Yılmaz’a benzetirdim. Kariyerleri
de benzer başlamıştı. Keşke buralarda göreceğimiz isim Kaan Yılmaz olsaydı.
Belediye başkanının oğlu Şahin’i canlandıran Erol Babaoğlu (o da
Altın Portakal kazanıyor ve hakkıdır) ve onun kankası dişçi Kemal’i oynayan
Erdem Şenocak, filmin yıldızlarıydı. Selin Yeninci, uyuz karakter hakime Zeynep’e can
verdi ve bizim sinirlerimizi hoplattı. İyi oyunculuk herhalde?!
Çok uzattık. Daha yazacak cümleler de vardı ama onlar da bana kalsın artık. Yine de izlenmeye değer. Özellikle de vizyonda....
5 yorum:
twitter'da takip ediyor musun bilmem (şu an kilitli olduğu için link veremiyorum) "jumbogrumbo" isimli hesabın film eleştirisine aynen katılıyorum. mümkünse bak derim.
takip etmiyorum ama ortak tanıdıklarımız var, belki de tanıdık biridir.
Ne yazdığını merak ettim ama hesap kitli olduğu için ben de göremedim)
istersen istek yolla zaten seni kabul eder madem tanıdıklar var. sen bilirsin.
o arkadaş hesabı açmış tekrar kilitler falan o yüzden copy paste olarak iletiyorum..
kurak günler hakkında katıldığım tweetleri:
kurak günler. ilk bölümü birey odaklı toplumsal gerilimleri nüansla anlatıyorken ikinci bölümü bir kara propaganda haline geldi. halkı kan ve düşmanlığa teşvik düzeyinde karikatürize edilmiş taşra… kentli solun “comfort movie”si olur. bayılırlar. 5/10
bu 5 de kurguya, görüntü yönetmenliğine, işin tekniğine.
türk toplumunun ihtiyacı olan son şey bu tip sanat eserleri. hayatında taşra görmemiş kentli solu coşturacağız ve gişe yapacağız derken anadoluyu şeytan bir karikatür haline getirmekten vazgeçin artık. bayatladı.
*kin ve düşmanlık tabii ilki ama kan da olur ok kalsın typo.
senaryonuza anadoluyu uydurmayın, senaryonuzu anadoluya göre uydurun. sonra kemer country club’daymış gibi göl kenarında dal taşak soyunan savcı ve vogue modeli görünümlü nişantaşı türkçeli gazeteci yazarsınız taşraya
müthiş bir pr başarısı ama kutlamak lazım. umarım o karikatürize edilen “aşağılık halk” seçmen davranışlarını değiştirmez ve akp iktidarda kalmaya devam eder - ki bu sinemacılarımız da, anlatabildiklerini sandıkları tek şeyi, “biz vs onlar”ı anlatmaya devam ederler. yiyen çok.
--------
bu da bonus olsun. bir başka kişi birkaç gün sonra şöyle bir tweet atmış:
Kurak Günler'e giriyoruz. Seansı kasten maça denk getirerek salonda yarı-entelektüel bulunma ihtimalini sıfıra indirdik. Cahiers du Cinema'nın sayfaları gibi kokuyor salon şu an......
jumbo alıntı yaparak onu da şöyle eleştirmiş. buna da katılıyorum:
bu sitede çok “cringe” tweet okudum ama bu muhtemelen zirveye oynar
türk kentlisinin dramına gel: sosyal çevresi dahilindeki en ana akım etkinlikte yer almayı (SİNEMAYA GİTMEK bir de yani) kendisini kalifiye eden bir eylem addediyor.
muhafazakarların bu ülkeyi 200 yıl daha yönetmeleri lazım aslında da neyse ki kötü siyasetçiler.
ben pek katılmadım eleştirilere. bazı yerlere katılıyorum tabi ama bazı noktalar fazla sert olmuş. Hatta sanki biraz önyargıdan beslenmiş gibi geldi. Niyet okumayalım tabi.
Sonuçta Emin Alper "Anadolu'yu ve taşrayı bilmeyen İstanbullu bir yönetmen" değil. özellikle iç anadolu da çok sakin bir yer değil. aşağılık bir hak kitlesinden ziyade, olan bitene çok çabuk tepki veren bir kalabalık var. Bu eğlenceleri olan avda da aynı, öfke nibetinde de aynı.
"Aşağılık" olarak tasvir edilenler ise kasabanın iktidarını eline geçiren bir grup sadece.
Vogue çekimleri ve Nişantası türkçesine net katılırım...
Yorum Gönder