Salı, Ağustos 31

Sheriff'in Yaptığı

Bazen Türk takımlarını fazla eleştiriyoruz, yerin dibine sokuyoruz. Fakat onlar da beklentilerimizi çok düşürüyor.

Şampiyonlar Ligi'nde format değiştiğinden beri, ön elemelerden gruplara kalmak çok zorlaştı. Türk takımları için de zorluk kat sayısı arttı. Zira eskiden ligin ikincisi tek ön eleme ile oynuyorken, şimdi iki ön eleme oynamak zorunda kalıyor. Büyük ihtimalle önümüzdeki sezonlarda şampiyonumuz da ön eleme onayacak.

Biz de uzun bir süredir, en azından tek takımla katılacağımızı kabullendik. Herhangi bir Süper Lig takımının elemelerdeki rakiplerini yenerek gruplara kalacağını düşünmüyoruz. Aslında çok da gerçekçi bir bakış açısı, haksız da sayılmayız. Takımlarımız da bu konuda bize bir umut ışığı yollamadılar.

UEFA sıralamasında 13. olan ülkemizden böyle bir şey beklemezken, 45. sırada olan Moldova'nın temsilcisi FC Sheriff dört ön eleme birden atlayarak tarihinde ilk kez gruplara kaldı.

Önce Arnavutluk'tan Teuta'yı toplamda 5-0 geçerek elediler. Ardından Ermenistan temsilcisi Alashkert'i yine iki maçta yenerek yola devam ettiler. Bu iki eşleşme aşılabilirdi zaten, sürpriz sayılmazdı. Fakat sonrasında destan yazdılar. Kızılyıldız'ı 1-0 ve 1-1'le, Dinamo Zagreb'i de 3-0 ve 0-0'la elediler.

Sheriff, Sırp takımı Kızılyıldız'ı eleyince, Hırvatlar ne kadar dalga geçmiştir kim bilir. Fakat daha beteri onların başına geldi. Sheriff bunu nasıl başardı hiçbir fikrim yok. Gerçi Avrupa kupalarının bu turlarını takip edenler Sheriff'in başarılarına ara sıra denk gelirdi. 2017'de Avrupa Ligi'nde gruplara kalmışlardı ve grubu da 9 puanla bitirmişlerdi. Normalde ilk ikiye sokmak için yeterli olan puan, onları averajla üçüncü sıraya atmıştı. Sadece tek maçta yenilmişlerdi.

Fakat şimdi  Şampiyonlar Ligi... Çok başka bir yerde olacaklar. Inter, Real Madrid ve Shaktar ile eşleştiler. Aynı grup geçen sene de vardı. Tek fark Sheriff yerine Mönchengladbach içerideydi. Ölüm grubunun yeni üyesi oldular.

Ciddi anlamda saygı duymamak ve alkışlamamak elde değil. Ailevi nedenlerden dolayı Moldova ile yakınlığım var ama sanırım Sheriff'in Moldova ile hoş bir ilişkisi yok. Evet Moldova Ligi takımı ama aynı zamanda özerk Tiraspol bölgesinin temsilcisi. Ayrı bayrakları olan bir devlet. Bizim KKTC gibi biraz. Sheriff de oranın takımı. Fakat Moldova onlar için Türkiye mi yoksa Güney Kıbrıs mı bilmiyorum.

Neyse, esas olarak bu küçük ülkenin (özerk olan ülke zaten küçük de, Moldova ayrıca küçük) takımı dört eleme geçerek kendini gruplara attı. Demek ki bazıları makasa rağmen direnmeye, uğraşmaya devam ediyor.

Pazartesi, Ağustos 30

Chodník cez Dunaj

Denizler, dağlar, okyanuslar, nehirler. İnsanı etkiliyor hepsi. Ya köyündeki çorak tepe ya doğduğu yerin çok uzağındaki kudretli dağ... Herkesin bir ilham kaynağı var. Yoksa da olmalı... Ağrı Dağı, Ege Denizi, Büyük Okyanus, Everest, Etna...

Benim için Tuna... Çok acayip değil mi? Daha uzun nehirler var oysa. Veya Tuna, benim yaşadığım şehre uğramıyor. Gerçi zamanında buzlarını yollamış ama olsun. Yine de uzağız birbirimize. Fakat Tuna'yı hissetmemek, onu anlamamak, ondan etkilenmemek mümkün değil.

Onun kadar gezen, onun kadar çok yere uğrayan, onun kadar çok insana temas eden, onun kadar anı biriktiren başka bir nehir var mıdır?

Almanya'dan başlıyor, Orta Avrupa'dan geçiyor, Doğu Avrupa'dan Karadeniz'e dökülüyor. Donau olarak başlıyor, Dunay olarak bitiyor. Herkes ona farklı sesleniyor, her dilden insana dokunuyor. 

Çok şükür ki zamanında Belgrad'a giderek nehri yakından görme fırsatı buldum. Fakat konumuz bu değil.

Konumuz, pandemiden önce sinemada izlediğim son film; Chodnik cez Dunaj. Sinema dediysek vizyon filmi demedik. Bir etkinlik sayesinde izleme imkanı bulduğumuz 1989 yapımı Çekoslovak filmi. Hatta sinema filmi de değil, zamanında televizyon için çekilmiş. Tam da ülkenin neredeyse kansız bir şekilde dağılma sürecine girdiği dönemde çekilmesi ve yayınlaması enteresan. Zira film 2. Dünya Savaşı'nda geçse de, 89 yılının gündemine de ışık tutabilmiş.

Demiryolunda çalışan Slovak Viktor Lesa, fırlamalığın verdiği etkisiyle bilerek postaları yanlış trenlere yükler. Bu hatası öğrenilir ve Naziler Lesa'nın peşine düşer. Lesa, Çek ve Yahudi olan arkadaşıyla sınırdan geçerek (yani Tuna'dan) Macaristan'a kaçmaya çalışır. İşte film bu macerayı konu alır.

Filmin Türkçesi, "Tuna Üzerinde Bir Yol" anlamına geliyor. Benim sevdiğim Tuna'yı uygun düşen bir isim. Tuna'yı kullanarak birçok film çekilebilir. Birçok yol filmi, birçok sınır/savaş filmi, birçok sıcak kasaba filmi. İyi, kötü, hüzünlü, neşeli... Zaten çekildi de... Avrupa kullanıyor bu ulu nehri. Önüme düşünce de bayıla bayıla izliyorum.

Tarafsız bir gözle bakarsam harika bir film değil. Hatta karakterimiz Lesa'ya oldukça kızarak izledim. Fakat Avrupa'nın ortasında ve Tuna'nın üzerinde geçen bir filmi kötü sözlerle değerlendirmem pek mümkün değil. Zaten vasatı da aşıyor. 71 kişinin kullandığı oylarla oluşan IMDB puanı 7.0... Daha ne olsun. 

Pazar, Ağustos 29

8+3 Nereden Çıktı?

Türkiye'de en büyük problemlerden biri doğru kavramları ve anlamları kullanamamak. "Bunun neresi büyük problem?" diye sorabilirsiniz. Bu bir problem, zira devamında birbirimizi anlamama sorunu doğuyor. Bu da herhalde ülkedeki en büyük problemleri yaratıyordur.

Mesela sosyal hayatta sık sık yanlış konuşan (fikir olarak değil anlam olarak) kişilere rastlarız. Kelimeyi, kavramı yanlış kullanır ve kullandığı yanlışı, üzerine basa basa vurgular. Ayrıca kendini de yanlış ifade eder. Uyarıp, doğrusunu söylediğiniz zaman da "Ya boşver, herkes anlıyor beni zaten" der. Yani, sohbetin ve diyaloğun devam etmesinin 'anlamak' ve 'anlaşılmak' için yeterli olduğunu düşünüyoruz. Oysa hiç öyle değil. Belki de (hatta kesinlikle) birbirimizi anlamıyoruz.

Neyse; bu girişi geride bırakalım. Esas konumuza gelelim. Esas konumuz, yukarıdaki girişle biraz bağlantılı olsa da çok da iç içe mesele değil. Ben sadece öncesinde biraz içimi dökmek istedim. Fakat bir yanlış anlaşılmadan bahsetmek gerek.

Beşiktaş - Karagümrük maçından sonra Sergen Yalçın'ın serzenişleri gündeme damga vurdu. Dördüncü hakemin, oyuncu değiştirirken sahaya yerli oyuncu sokmak zorunda olduklarını söyledi. Eğer Yalçın'ın dediği doğruysa, hakem kuralı bilmiyor demektir. Bu da zaten başlı başına bir skandal. Fakat bu MHK'nin konusu olsun. Zira kuralı kimse bilmiyor. Ya da bilen de doğru kavramlarla anlatmıyor. Dün akşam yaşananların sebebi, aslında benim ilk iki paragrafta anlattığım toplumsal problemle alakalı. 

Bu sezon yürürlüğe giren yeni yabancı kuralı 8+3 olarak açıklandı. Daha doğrusu öyle açıklanmadı ama kamuoyunda kabul gören tanım buydu. 

Peki nedir bu 8+3? Yani kulüpler 14 yabancı oyuncu ile sözleşme imzalayabilecek ama sahada sekiz yabancı oyuncu bulundurabilecek. Peki üç ne? O da sahadaki yerli oyuncu sayısı. E zaten bir takım sahada 11 oyuncu bulundurmuyor mu? Yani sekiz yabancı sahada olacaksa, geri kalan oyuncu sayısının 3 olması normal değil mi? Bu neden bir kural olsun veya kuralda ayrıca belirtilsin?

Türkiye'nin son 25 yılda defalarca değişen yabanı kuralı, ilk olarak 1996-97 sezonunda + ile tanıştı. Özellikle Şampiyonlar Ligi'nde oynayacak Fenerbahçe'nin baskısıyla, yabancı sayısı üçten dörde çıkarıldı. Fakat ilk 11'de sadece üç yabancı oyuncu bulundurabilecekti. Bu arada Fenerbahçe Başkanı Ali Şen'in isteği daha fazla yabancıydı. Çıka çıka +1 geldi. Yani 3+1 oldu. 

2000-01'deki 5+1'i de unutmamak lazım. Mantık aynıydı. Fakat bu mantığı ıskalayan Fenerbahçe teknik heyeti, Beşiktaş derbisinde aynı anda altı yabancı oyuncuyu sahaya sürünce hükmen mağlup olmuştu.

Artıların en ucubesi 2013'te gelen 6+0+4'tü. 10 yabancı ile sözleşme imzalamak mümkündü. Fakat ilk 18'de altı yabancı oyuncu bulunabiliyordu. 4 yabancı oyuncu ise tribüne çıkmak zorundaydı. 6+4 denilse, bu sefer geçmişteki örneklerden dolayı dört oyuncunun kulübede olacağı düşünülebilirdi. O nedenle 6+0+4'te karar kılındı. Bu arada tribünde oturtma daha önceki yıllarda da uygulanmıştı ama arada 0 olunca iş trajikomik bir hal aldı.

Peki o zaman niye şimdi 8+3 diyoruz? Gerçekten bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum. Oysa matematik belli. 8+6 bu kuralın gerçek rakamları. 8+3 demek, 11 yabancı oyuncu bulundurmak ve üçünü kulübede oturtmak demek.

Sanırım 8+3 denmesinin sebebi, son beş yılda yaşanan çatışmadan kaynaklanıyor. Malum, 14 yabancılı dönemde ülkece ikiye bölündük. Her türlü görüş ve fikir, insanları belirli kamplara soktu. Ya yabancı oyuncudan yana olacaksınız, ya yerli oyuncudan. Yabancı oyuncu ve yerli oyuncu kavramları bir çatışmayı simgelemeye başladı. Sanırım bu yüzden kuralı adlandırırken de bu çatışmayı ister istemez vurgulamak işin doğalına dönüşüyor. 

8+3 yani, "8 bizden 3 sizden" veya "8 sizden 3 bizden" der gibi.

Bitirirken, bir kez daha doğrusunu yazalım o zaman; 8+6... Seneye 7+5, sonra 6+4...

Waking Life

 


Cumartesi, Ağustos 28

Köstenceli Gelin

"Kendimi Türk insanına yakın hissediyorum, çünkü tanıştıklarımın hepsi gayet arkadaş canlısı. Ne zaman yolumuz kesişse bana sevgilerini sonuna kadar hissettiriyorlar. Türk dizilerini izlemeyi de seviyorum, çünkü kendi kültürümle arada bazı bağlantılar görüyorum. Biz Özcan Deniz hayranı olduğumu söyleyebilirim. Bence o en iyisi. Mesela maçlardan önce kendimi gergin mi hissettim? Hemen bir bölüm İstanbullu Gelin izler ve kafayı boşaltırım."

Simona Halep / Socrates Dergi, Ağustos sayısı

Cuma, Ağustos 27

Kidnapping Mr. Heineken

Hollywood'un, dünya sinemasından görüp anında tekrar çektiği filmlere aşinayız. Bu sefer bu işi İngilizler yapıyor!

Gerçi İngilizler de tek başına yapmıyor, orijinalinden destek de alıyor.

Filmimiz zaten bir kitap uyarlaması. Hollandalı muhabir / yazar Peter de Vries'ın kitabı, önce ülkesinde sinemaya aktarılıyor. Ardından Hollandalılar ve İngilizler el ele verip bir kez daha çekiyor. Bu sefer baş role Anthony Hopkins'i koyunca, ilk halinden daha çok ilgi çekiyor. Bu arada yönetmen koltuğunda oturan Daniel Alfredson da İsveçli. Yani filmin vizyona girdiği 2015 yılında henüz Brexit hayatımızda olmadığı için Avrupa Birliği gibi bir film çıkıyor ortaya.

Film için kitap uyarlaması dedik ama aynı zamanda gerçek bir hikaye. Heineken biralarının sahibi olan Freddy Heineken ve şoförü, 1983 yılında bir grup genç tarafından kaçırılır. 21 gün boyunca rehin alınırlar. Film de bu 21 güne, öncesine ve sonrasına bakıyor.

Hikayenin ilgi çekici kısmı, ekibimiz istenen fidyenin karşılığını alıyor ama mutlu olamıyor. Hatta filmin fragmanında (ne kadar doğrudur bilemiyoruz) "Bugüne kadar bir insan için ödenmiş en yüksek fidye" ibaresi geçiyor. Bu miktar 16 milyon euro'ya tekabül ediyor. Fakat, bu başarıya rağmen ekibimiz sonrasında bir şekilde yakalanıyor.

Yıllar sonrasında ekipten biri Hollanda'da ünlü bir suç örgütü liderine dönüşüyor. Daha sonra ekipten bir başkasını öldürdüğü iddia ediliyor. Devamında (film vizyona girdikten sonra / 2019) tutuklanıyor. Bu notlardan bile yeni bir film çıkabilir.

Aslında elimizin altındaki film de bizim için değerli. Dikkat çekici bir anlatımı ve heyecanlı bir konusu var. Aksiyon dozu tam benim istediğim kıvamda, yani neredeyse yok gibi... Bu anlamda birçok kişiyi tatmin etmese de benim hararetle aradığım bir nokta olmadığı için beğenimi kazandı. Fakat hem tempoda hem de kurguda bazı soru işaretleri mevcut. Mesela ekibin nasıl yakalandığı konusunda bile halen şüphelerimiz var. 

Filmin en büyük yıldızı tabi ki Hopkins. Şaşırtmıyor. Karakteri Heineken de oldukça soğukkanlı ve karizmatik bir adammış. Böylesine bir isme tam oturuyor Hopkins. İkinci yıldız ise Amsterdam şehri. Amsterdam, sinema için en uygun mekanlardan biri olduğunu kanıtlıyor.

Ayrıca çok ufak bir rolde Yolanthe Cabau da var ama kamera önünde geçirdiği süre Wesley Sneijder'in Nice kariyeri kadar kısa sürüyor.


Perşembe, Ağustos 19

Golo #2

Portekiz'de sezonu açıyoruz.

Aslında sezon geçen hafta başlamıştı ama ben tatilde olduğum için maçlara bakamadım. İkinci haftada mesaiye başladık. İlk haftada atılan 19 golden sonra, bu sefer de 22 gol kaydedildi. Portekiz Ligi standartlarına göre üst üste böyle iki rakamın çıkması sevindirici. Neredeyse maç başına 3 gol ortalaması yakalanmış.

Buna rağmen bu hafta güzel gol izlemek pek mümkün olmadı. Ligin resmi hesabı, Gil Vicente'den Lino'nun Portimonense'ye attığı golü seçmiş. Kötü gol değil. Ceza sahasından düzgün bir vuruş. Fakat bir yandan da göze hoş gelmiyor. Bunda oyuncunun vuruş stili etkili. Sanki emaneten bir şut çekmiş de şansı yaver gitmiş gibi.

Benim favorim ise Belenenses - Maritimo maçındaydı. Martimo'nun yeni transferi Andre Vidigal, maçın henüz 11. dakikasında attığı şık golle takımını öne geçirdi. Golde savunma arkasına koşu var, çalım var, şık bir vuruş var. Başka zaman olsa haftanın golü seçilmesi mümkün olmayabilirdi ama rekabetin düşük olduğu haftada kendine yer buldu.

Geçen sezon 2.Lig'de, ondan öncesinde de Kıbrıs Rum Kesimi'nde top koşturan 23 yaşındaki Vidigal, bu golün dışında maçta da dikkat çekici işler yaptı. Bu sezon adından söz ettirebilir. Gerçi geçen sezonlardan anımsadığımız Maritimo, hücumu çok düşünen bir takım değildi. Zaten üç yıldır devam ettirdiğimiz serimize Maritimo'dan giren bir oyuncu da olmadı. Bu sorun Vidigal'in kendini göstermesini zorlaştırabilir ama diğer yandan da bir ilki gerçekleştirdi

Bakacağız. Attığı gol, şimdilik radara girmesini sağladı.

Çarşamba, Ağustos 18

Metro

Ekseriyetle Hollywood sinemasında gördüğümüz türden bir film. Aslında birçok ülke sinemasında bu türden aksiyon denemeleri oluyor ama efekt kalitesi ABD ayarında olmadığı için beklentilerin altında kaldıklarına çok şahit olduk.

Rus sinemasından çıkan Metro, bu açıdan meraklılarını tatmin edebilir. Hikaye de ilgiyle takip ediliyor. Nedir bu hikaye? Moskova'nın metro hattına Moskova Nehri'nden sular sızar ve bir metro seferi raydan çıkar. Yardım da yolcular için pek mümkün değildir. Yani o tünelden kendi başlarına çıkmak zorundalar.

Yerin altından hayata tutunmak isteyen her sınıftan, yaştan, karakterden bir grup insanın macerasını izliyoruz. Bence güzel. Tek sıkıntısı ikinci yarıdan sonra gereksiz uzaması. Süre 133 dakika ama 90'a çok rahat sığardı. Yine de akıcı ve heyecanlı bir film. En azından Rusya Ligi maçlarından daha güzel!

Yapım yılıyla, konusuyla, ülkesiyle alakaları olmasa da bize bir Das Boot heyecanı verdi. Das Boot izledikten sonra savaşa ve militarizme ne kadar küfür ettiysek, Metro'dan sonra da şehir hayatına, inşaatlar, çarpık yerleşimlere, kalabalık kentlere saydırdık. Bu arada Moskova'da nehir olduğunu da bu film sayesinde öğrendim.

Oyuncular da fena değildi. Kötü bir karakter olmasına rağmen Vlad, oldukça karizmatikti. Yazıyı noktalarken onun da hakkını verelim.

Pazar, Ağustos 15

Evde Kapıyı Kim Açar?

Şimdi, blogun genel konseptinin dışına çıkıp cinsiyet rolleri hakkında bir yazı yazacağım. Oldukça riskli bir yazı, zira ülkedeki atmosfer yanlış anlaşılmaları kolaylaştırıyor. Böylece linç edilmem mümkün olabilir. Hassas konular bunlar. Zaten o yüzden kısaca Twitter'da yazacağıma, az kişinin uğradığı blog'da uzun uzun yazıp geçeceğim.

Öte yandan sevgili kız arkadaşımın da, eğere kelimeleri düzgün seçemezsem ve kendimi doğru ifade edemezsem tepki gösterme ihtimali çok yüksek. Benim açımdan esas risk bölgesi de orası. 

Gerçi konunun çok derin noktalarına girmeyeceğiz. Cinsiyet rollerine karşı olduğumuzu da en başından belirtelim. O konuda, durduğumuz yer belli. Fakat yine de hayatın normal akışı ve toplumun ezberlediği davranış kalıpları var. Bunlara karşıyız ama onları da yok sayamayız. Bir olguyu irdelemek için ona karşı olmak ve sav üretmek yeterli olur. Onu yok saymak ve varlığını kabul etmemek tartışma zeminini yok eder.

Bu kadar korumacı bir girişten sonra asıl konumuza giriyoruz. Biliyorsunuz, toplumda birçok cinsiyet kodları, rolleri belirlenmiş durumda. Kadınlara yapıştırılan roller, erkeklere verilen görevler, her ikisine takılan sıfatlar var. Bunların karşısında durmak bir yana, hafif değişimler göstermek bile büyük bir "Toplum bozuluyor, aile elden gidiyor" yaygarasına neden oluyor. Tabi bu tepkilerin genelde hangi cenahtan geldiği de malum. Diyanet'in zamanında hazırladığı 'eşine çay servisi yapan kadın' kamu spotu halen akıllarda mesela.

Çay servis etmek, yemek yapmak, çocuk bakmak, ev işi yapmak... Ve daha nicesi. Evin duvarları arasında kalan tüm sorumluluklar kadına yüklenmiş. Peki. Kabul etmiyoruz ama görüyoruz. Erkek ise daha çok duvarların dışında kalan işlerden sorumlu. O görevler de genelde çalışıp para kazanmaktan ibaret. Ya da sokakta park yeri bulmak, çocuğa kızan bakkalı dövmek gibi ekstra işler de var...

Aslında bize anlatılan eski yaşamlarda da durum böyle. Erkek avcılık yapar, kadın bekler. Erkek savaşa gider, kadın bekler. Ne kadar doğru anlatılar olduğu tartışılır ama bugünün tarihsel bir ezberi olduğu kesin.

Peki madem öyle; İçişleri Bakanı kadın, dış işler görevi erkekte...O zaman tek bir sorum var. Evde ailecek oturuyorsunuz. Yemek yiyorsunuz veya televizyon izliyorsunuz. Kapı çaldı. Kapıyı kim açar?

Akılda beliren görüntü kadının kalkıp açması oluyor. Zira kendi evinizde böyle işlemese bile, televizyonlarda, dizilerde, filmlerde genelde öyle oluyor. Zihinlere kazınan görüntü bu. En kibar erkek karakter bile, "Hanım kapı çalıyor" demiştir. Seküler dizilerde durum biraz farklı. Mesela Çocuklar Duymasın'da Haluk, en az Meltem kadar kapı açmış olabilir. Fakat Haluk'un taş kafa bir karakter olduğu gerçeğini değiştirmez bu.

Aslında geçtiğimiz aylarda bir araştırma vardı. Yerli dizilerde ev işi yapan kadının görünürlüğü yüzde 92, erkeğin yüzde 8'di. Acaba kapı açma konusunda nasıldı? Keşke böyle bir araştırma olsa.

Bu sorunun net bir cevabı ne dizilerde ne de gerçek hayatta var. Daha doğrusu akla mantığa uymuyor ve bir çelişki barındırmış. Sadece dizilerden yola çıkmayalım. İnternet ortamının en önemli mecralarından biri olan Kızlarsoruyor formunda bile bu konu tartışılmış. Verilen cevapların büyük kısmı "annem", "ben" veya "annem ve ben" oluyor. Forumun genel kullanıcı sayısıyla orantılı olarak Ben diyenlerin büyük bir kısmının kadın kullanıcı olduğunu varsayıyorum tabi.

Bu konunun sürüncemede kalması oldukça doğal. Çünkü az önce bahsettiğimiz gibi, eğer roller mağara yaşamı dönemlerinden belirlenmiş olsaydı, o günlerden miras kalsaydı kapıyı erkek açmalıydı. Her ne kadar çalan, evin (yani kadının sınırlandığı yer) kapısı olsa da: kapıyı çalan (kim olduğu belli olmayan tehlike) evin dışından geliyor. Bu noktada erkeğin televizyondan veya yemek keyfinden vazgeçip kapıyı açması ve o tehlikeyle yüzleşmesi gerekiyor. Fakat buna tenezzül etmiyor. Kendini konumlandırdığı yerdeki görevini bile kadına yüklemeyi başarıyor.

O zaman akıldan şu düşünce geçiyor; demek ki cinsiyet rollerinin devamı için dayandırılan tarihsel kökenler bir uydurmadan ibaret. Erkeğin gücünden, savaşçılığından, düşmanla karşılaşma sorumluluğundan ziyade erkeğin keyfi için belirlenmiş.

Şimdi şu soru da gelebilir, "Kardeşim ne düşmanı, mağaraya ayı mı saldırıyor? Ya postacı gelmiştir, ya bakkalın çırağı". Fark etmez. Ne olursa olsun, dışarıdan eve gelen ve bir şekilde çözülmesi gereken (imza, para vs) bir sorun var. Madem cinsiyetlerin rolleri arasında ayrıma derinden inanıyorsun, o zaman bu kısım erkeğe dahil olmalı. Yoksa tüm yetkileri elde edip, çıkan yangında "sorumluluk kadında" demek gibi durum oluşuyor.

Kapı açma sorunsalı önemli. Ufak bir detay gibi duruyor. Fakat aslında tüm rollerin, cinsiyet farklarından dolayı değil bir kesimin rahatına (daha ilerisinde statükosuna) düşkünlüğünden belirlendiği ortaya çıkıyor.

Tabi buradan çıkacak sonuç; "kapıyı erkek açsmalı" olmamalı. Yoksa rolleri kabullenmiş, ayrımı keskinleştirmiş oluruz. Kapı açmak, evdeki ve ailedeki diğer her görev ve sorumluluk gibi eşit dağıtılır. O ayrı bir nokta. Fakat erkeğin kapı açmama isteği, dikkatle irdelenmeli.

Biz bu adımı attık, herkese hayırlı olsun.


Cumartesi, Ağustos 14

Isztambul

2017'de çekilen ve hatırı sayılır övgüler alan 1945 filminin yönetmeni Ferenc Török (Macarca Türk demek), 2011'de Isztambul adında bir film çekmiş. Tabi ki belli olduğu üzere, İstanbul'un Macarcası demek.... Fakat şahsen benim böyle bir filmden haberim yoktu.

Zaten baş rolde Yavuz Bingol ve İstanbul'un olduğu film aslında çok da başarılı değil. Senaryosu ilginç olsa da hem çekimler, renkler çok etkileyici değil hem de tempo düşük. Filme adını veren şehir, kadraja çok daha iyi yerleştirebilirdi. Zaten bizim filme tutunmamızı hem bizim şehrimizin görünür olması hem de hikayeye olan aşinalığımız sağladı. Yoksa başka bir ülkenin vatandaşı olsaydık daha da sıkıntılı bir seyir olurdu.

Yakın olduğumuz hikaye; Batılı bir kadınla, Doğulu erkeğin aşkı... Oryantalizmin, post modern dönemle kesiştiği bir nokta varsa, o da bu hikayelerdir. Yaşamayan çoktur ama çevresinde muhakkak denk gelmiştir. 90'lara damga vuran Sarah ile Musa hikayesini kim unutur? 

Batı'da yaşadığı yaşama ve ortama yabancılaşan kültürlü, bireyselliğini yakalamış kadın, mutluluğu Doğu'nun feodal zihniyetinden çıkmış erkekte buluyor veya arıyor. Acaba bunun fazla işlenmesi de bir risk mi mi? Zira söylenecek yeni bir söz de kalmıyor...

Filin doğu tarafında Bingol var. Batı tarafında ise Hollandalı Johanna Ter Stege. Stege, Hollandalı olmasına rağmen Macaristan'da çok sayıda film çevirmiş ve orada sevilen bir isim olmuş. Karakteri Katalin ise kocasının kendisini aldattığını öğrenmesiyle kendini yollara atan bir akademisyen.

Katalin ile Halil'in İstanbul'daki birlikteliği bazen yüzeysel, bazen derine inme çabasıyla geçiyor. Fakat sıklıkla belirsizliklerle dolu. Bu anlatımın yetersizliğinden mi yoksa yönetmenin buna izin vermesinden mi kaynaklanıyor emin değilim. Fakat filme olan ilgimizi düşürdüğü bir gerçek. Buna filmin sonu da dahil. Katalin ne karar veriyor? Bu tamamen izleyiciye bırakılıyor. 

Tüm yetersizliklerine rağmen, Batı'nın Doğu'ya bakışını izlemeyi sevenler açısından verimli bir kaynağa dönüşebilir. Fakat sinema keyfi açısından yetersiz kalır.

Perşembe, Ağustos 12

Bent


Yardımcı rollerde görmeye alıştığımız Karl Urban için başrol deneyimi sunan, kadrosunda Sofia Vergara ve Andy Garcia gibi popüler isimleri barındıran ama gayet sıradan ve sıkıcı bir film.

Filmden geriye elimizde kalan güzel bir replik sadece;

"Dünyada en çok istediğin şeyden vazgeçmelisin, çünkü seni mahvedecek olan odur"

Çarşamba, Ağustos 11

Tek Yol Mücadele

"Avustralya'nın ve dünyanın en büyük biyolojik çeşitlilik kaynağı olan, her türlü canlının bir arada yaşayabildiği mercan resifinde yapılmış Chasing Coral diye bir film var. Zack diye bir oğlan baş rolü oynuyor. Bütün dalışlarda orasının mahvolduğunu görüyorsunuz.

İşte orada, filmin sonunda bu işe 45 senesini vermiş, dünyanın en büyük uzmanıyla konuşuyor. Adamın adı John Charlie Veron. Yirmi kitap yazmış, sayısız makale kaleme almış, hâlâ dalış yapan bir insan. "Ne hissediyorsunuz? Mercan kayalıkları 45 yılda gözlerinin önünde gitti" diyorlar. Charlie de "Çok kötü  bir durum ama vazgeçmek yok. Vazgeçersem namerdim. Sana da söyleyeyim delikanlı, sen de mecbursun, mücadele etmek zorundasın" diyor. Ben de aynı fikirdeyim. Tek yol mücadele, başka yol yok.

Zack'e "Bundan kurtuluş yok çünkü mücadeleden vazgeçersen yaşlanınca kendini beğenmezsin" diyor. Bir laf ancak bu kadar hoş olabilir. Bencilse bir şey aslında. Torunum "İnsanlar kendilerini iyi hissetmek için mücadele etmiş. Sen ne yapıyordun?" diye sorarsa, "Ulan uğraşıyorduk işte" diyebilirim. Bu çok önemli bir duygu.

Ama sadece o da değil. Ben hâlâ bir dönüşüm olabileceğini, alttan bastırmamız için hâlâ vaktimiz olduğunu düşünüyorum."

Ömer Madra / Socrates, Ağustos 2021

Salı, Ağustos 10

Seni Seviyorum

 


1980 sonrası durgun Yeşilçam'ın dikkate değer filmlerinden...

Esasında öykü çok yabancı değil. İki genç birbirini çok sever ama beklenmedik bir şekilde ayrılırlar. Kadın pavyon şarkıcısı olur, erkek zengin. Yıllar sonra da yolları kesişir.

Bu tip filmlerin çoğunda topluma verilmek istenen mesaj, erkeğini kaybeden kadının kötü yola düşmesidir. Yeşilçam sıklıkla bunun üzerine kurmuştur öykülerini. Sinema salonlarının müdavimi olan kadınlara, "Sakın ailenizi kaybetmeyin, yoksa sonunuz böyle olur" mesajı verilir.

Bunların önemli bir kısmı 1980 öncesindedir. 1980 sonrasında ise bu misyonu, aileye (ebeveynlere) başkaldıran ve eroin tuzağına düşen genç kızlar alır.

Seni Seviyorum, 1980 sonrası olmasına rağmen 'pavyon'u işler. Fakat yönetmen koltuğunda oturan Atıf Yılmaz ve senaryoyu kaleme alan Macit Koper, daha farklı bir kadın portesi çizmek ister. Fakat sanırım pek başarılı olamazlar. Yine de emeklerine sağlık...

Türkan Şoray'ın canlandırdığı Selma karakteri, verdiği kararlardan pişmanlık duyan değil daha çok  başına gelenleri kabullenen ve seçimlerinin arkasında duran biridir. Yıllar sonra tesadüf eseri karşılaştığı eski aşkı Murat ise (Cihan Ünal), namusuna, gururuna boyun eğerek hareket eden bir erkek değil, tam tersi kendi hatalarını affettirmek isteyen biridir. Yani pişmanlık duygusu kadından erkeğe, affedici olma rolü erkekten kadına geçmiştir.

Yine de film, elindeki 'devrimci' olma kozunu oynama konusunda ürkek davranır. Filmin ikinci yarısından sonra hikaye klasikleşir. Karakterler sıradanlaşır. Öte yandan benim düşünceme göre Türkan Şoray da "pavyonda yaşam mücadelesi veren güçlü kadın karakter" rolüne pek uygun değildir. Şoray'ın karakteri iki ayrı isimde can bulur. Eski hayatında Selma, pavyonda Aygül'dür. Şoray, Selma olduğu zamanlarda güçlü bir oyunculuk çizmekte zorlanmazken, Aygül olduğunda yerini yadırgayan bir sırça köşk prensesine dönüşür. Oysa Aygül, tüm acılarına rağmen pavyonda olmayı yadırgamayan bir kadındır.

Şoray dışındaki diğer oyuncular ise enfestir. Cihan Ünal, sinemada çoğu zaman bekleneni veremez ama burada fena değildir. Yan roller ise harikadır. Erdal Özyağcılar'a zaten hayranız. Adaşı Erdal Tosun'dan Serra Yılmaz'a kadar çok değerli isimler kadroda. Filmin yıldızı ise benim değerlendirmeme göre Sevdağ Ferdağ olur.

Başroller biraz sönük kalıyor ama Ünal&Şoray aşkı da bu filmle başlamış. Burada tanışmışlar. Film İstanbul, Bodrum ve İskenderun'da çekilmiş. Hangi sahnede nerede, çözmek kolay değil ama Bodrum sandığım sahneler güzel olmuş. Pozitif ayrımcılık tabi ki, belki de İskenderun'dur oralar...

Filmin bir de sonu var. Mutlu son görmek isteyenler yanılır. Fakat o mutsuz son da çok güçlü işlenememiş. Seyircinin hissettiği, çözemediği bir belirsizlik ve kopukluk var. 

Özetle çok iyi yazıldığını tahmin ettiğim senaryo, belki de biraz gişe kaygılarıyla çekimlerde kuşa dönmüş. Yine de Yeşilçam'a ilgi duyanlar için izlenmeye değer... 

Pazartesi, Ağustos 9

Zorunluluk

Son iki-üç senede orta seviyeden takip ettiğim İskoçya Ligi sayesinde Galatasaray - St.Johnstone eşleşmesine dair bazı beklentilerim vardı.

İskoç ekibinin fizik gücü ve savunma dirayeti sayesinde maçlarda zorluk çıkarabileceğini ama Galatasaray'ın kalitesiyle üstünlük kurma şansı olduğunu düşünmüştüm. Mesela İstanbul'daki maç için iki ayrı senaryom vardı. St.Johnstone gol atamaz. Bu her iki senaryoda da sabitti. Galatasaray ise ya güç bela bir tane atar, ya da erken bulacağı golle farka gider... St. Johnstone gol attı ama gerekten bunun için Galatasaray çok yardım etti. 0-1'den hemen sonra gelen gol yenilgiyi önlese de erken değildi. Haliyle farklı sonuç çıkmadı.

İkinci maç daha da zor geçecek. Böyle eşleşmelerde zayıf gözüken rakibin direnci kırılmazsa, tura tutunma ihtimalleri daha da artar. Rövanşın İskoçya'da olması da bir dezavantaj. Her ne kadar ilk maçta daha çok pozisyona giren Galatasaray olsa da, ikinci maçta aynı fırsatlar gelmeyebilir. Muslera'nın olmaması da bir problem. Gerçi eksikliği sorun mu artık ondan da emin değiliz.

Neyse zaten amacımız, tur tahmini yapmak değil. Esas meselemiz bir tehlikenin varlığıyla ilgili. Galatasaray, St.Johnstone'a da elenmesin artık! Tamam turun zor geçeceğini biliyorduk, rakip hafife alınamazdı ama aklımızdan geçen kötü düşünceler de gerçekleşme ihtimaline sahip.

Tabi ki elenmek dünyanın sonu değil. Sezonun sonu da değil. Hatta Rio Ave'ye elenen Beşiktaş'ın, Östersunds'a elenen Galatasaray'ın şampiyonluklarını hatırladıkça Avrupa'dan erken elenmek sezon sonunda kazanılan başarının habercisi olabilir. O yerel başarı da maalesef bütün uluslararası yenilgilerin üstünü örtebilir.

Fakat günlük başarılar önemli değil. Bazı kulüplerin değeri, misyonu ve yeri vardır. 137 yaşındaki St.Johnstone, tarihinde sadece 25 Avrupa Kupası maçı oynadı. Bu sezon sekizinci kez katılım hakkı elde etti. Dört sezon önce bir Litvanya takımına, beş sezon önce bir Ermenistan temsilcisine elendi. İskoçya'da Lig Kupası ve FA Cup'ı toplam üç kez kazandı. Bunlardan ikisi geçen sezondu. Bu sayede kendini yeniden Avrupa'da buldu.

Yani ülkesinde çıkışa geçen bir takım değil. Bu sezondan sonra da sık sık Avrupa'da görmeyiz. Bu sezonu bitirecek ve evine dönünce yeniden sırasını bekleyecek. Ne Galatasaray ile ne de diğer Süper Lig takımları ile mukayese edilemez. 2012-13 sezonunda (Türk futbolunun son muhteşem sezonu) Eskişehirspor çok rahat elemişti mesela. Gerçi şimdi Eskişehirspor da kalmadı...

Türk takımlarının da artık böyle kazalar yaşamaya tahammülü kalmadı. Ülke puanı denilen hadisenin çok daha değerli olduğu yıllarda böyle savurganlıklara izin verilmemeli.

Türkiye UEFA sıralamasında 18. sıraya düştü. En son 1991 yılında bu noktadaydı. O dönemde çok güçlü SSCB, Yugoslavya, Çekoslovakya gibi ülkeler vardı. Şimdi bunların mirasçıları zaten o kadar güçlü değil, ek olarak da bize yenebileceğimiz (geçebileceğimiz) kalibrede ülkeler sundular. Zaten biz de uzun süre boyunca bu fırsatı değerlendirdik. Fakat şimdi geldiğimiz nokta bir mirasyedinin çöküşünden hallice...

Bunların hepsini biliyoruz, peki St.Johnstone eşleşmesini farklı kılan ne? Burası biraz kişisel eşikle alakalı. Ben tükendim. Kötü gidişi kabullendim ama bu tip elenmeler fazlasıyla yoruyor. Galatasaray'ın St.Johnstone'a elenmesi artık bir kaza olarak görülemez.

Kaza o sezon taş gibi top oynayan Östersund karşısında veya bozuk zeminli soğuk deplasman Tromsö karşısında olur. Yılların sistemli takımı PSV'ye elenmek artık gayet normaldir ve futbol açısından sorun değildir. Hatta güç dengesinin eşit olduğu Rangers'a tek maç sonunda elenmek bile kabul edilebilir. 

Fakat St.Johnstone artık güçsüzlükle veya kazalarla açıklanacak bir durum olmaz. Bu bir boşvermişliğin mesajı, beyaz bayrağın sembolü olur. Avrupa  kupasına ve Edirne'nin ötesine bakışı tekrar düşündürecek bir kırılma olarak tarihteki yerini alır.

Zor geçeceğini biliyoruz. Rakibi tanıyoruz. Fark beklemiyoruz, rahatlık beklemiyoruz. Başka zaman yaşansa, olası  bir elenmeyi daha metanetli karşılayabiliriz. Fakat o maç, bu maç değil artık...

Umarım yaşanmaz, yaşanırsa da "Önemli olan lig zaten" diyen çıkmaz.

Pazar, Ağustos 8

Limonata

Ali Atay'ı seviyor muyum sevmiyor muyum bir türlü çözemedim. Yaptığı işi (oyunculuk) iyi yapıyor ama bir yandan antipatik bir tarafı varmış gibi. Gerçi bu kararsız haller bir cephede sabit kalmayı zorlaştırıyor. Tek bir hamleyle fikrimizi bozmak çok kolay. Her tarafa devrilmeye müsaitim. Atay onu Son Yaz dizisiyle kırdı, beni kendi tarafına çekti. Renkli gözlü sayın Savcım, karısına aşık, işine sadık haliyle kalbimizi çaldı.

Fakat Son Yaz'ın hemen öncesinde de yönetmenlik denemelerine denk geldim. Leyla The Band nedeniyle "Kardeşim bir şarkın eksikti" dediğim yıllarda bir de yönetmenlik yapacağını  duyduğumda "Tamam kardeşim her şeyi sen yap" şeklinde çemkirmiştim.

Sene 2015'ti. Arada beş sene geçti, Limonata'yı bu süreçte izlemedim. Atay ise araya iki film daha sıkıştırdı. En sonunda açtık Limonata'yı.

Fakat önce Ölümlü Dünya'yı izlemiştim. Bu çok fazla beğeni toplayan film benden yeterli notu güç bela almıştı. Fakat Atay'ın yönetmenliği, filmin en güçlü unsurlarındandı.

İlk film Limonata'ya olan merakım Ölümlü Dünya'dan sonra daha da arttı. Ve kesinlikle beklentimi karşılaşmış. Bir ilk film için gayet iyi iş çıkarmış Atay. 

Yazıda adam filmin önüne geçmiş gibi oldu sanki. Sürekli ondan bahsediyoruz. Fakat onun filmi zaten. Senaryoda da onun imzası var. Üstelik yönetmen olarak ilk filmi. Ortaya çıkan iş gayet iyi. Takdir edilesi. Zaten İstanbul Film Festivali'nde iki ödül birden kazanmıştı.

Fakat Atay tek değil. Yanında Üsküp doğumlu Ertan Saban var. Yönetmen koltuğunda oturmasa da, Atay'ın yardımcısı gibiymiş. Ayrıca senaryoda onun da adı var. Ve tabi ki bir de başrol... Ben kendisini tanımıyordum. Gözden kaçmış. Gayet iyi bir oyunculukla radarımıza girdi (SİYAD'dan  da ödülü kapmış), sonra (filmin en sonunda çıkan yazıyla) hayatındaki acıyı öğrendim ve paramparça oldum. Sen ne yazarsan doğrusunu, iyisini yazarsın güzel abim!

Bir de Serkan Keskin var. O da filmin yıldızı. Zaten üçü sırtlamış filmi, almış gitmiş. Üstlenmişler, çabalamışlar. Güzel bir yol filmi çıkmış ortaya.

Hikaye klasik yol filmlerinin akışına uygun bir şekilde ilerliyor. Sürprizli değil. Senaryo seyirciyi yormuyor. Yönetmen filme çok fazla dahil olmuyor, oyuncular abartıya kaçmıyor. Zaten izleyiciye güzel bir his yayma misyonu var. Bunu Atay'ın kamera kullanımından ve renklerinden de anlayabiliyoruz. Filmin sonunda güzel bir hisle koltuktan kalkıyorsunuz.

Fatih Akın'ın Im Juli filmini andırıyor. Orada da Balkanlar üzerinden bir İstanbul seyahati vardı. Bu sefer istikamet diğer şeritten ilerliyor. Fakat mola yerleri benzer noktalar.

Sanırım filmin en büyük sıkıntısı Atay ve Keskin'in birlikteliği oldu. Leyla ve Mecnun'dan yakalanan kitle filmi sahiplenirken, geri kalan sinemaseverle ulaşmakta biraz zorlandı. O nedenle Limonata, gişe sonrası yorumlarda biraz hayalkırıklığı ile tarif edildi.

Oysa gayet hoş bir iş. Atay'a göre bu işin başarılı olmasında çalışma sistemleri var. Bir röportajında şöyle diyor:

"İnsani şartlarda çalıştık mesela. Günde 9 saat çalıştık, haftada iki gün repo yaptık ve üç haftada bitirdik filmi. Hiç kimse ölmedi. Akşam 4’lerde 5’lerde set bitiyordu, evimize gidiyorduk, takılıyorduk. Yani yorulmuyorduk ve gerçekten film çektiğimizi hissetmiyorduk o an. Üstümüzden tır geçmiyordu ve ertesi günü bayağı iple çekiyorduk hepimiz. Gidelim sahnelere bakalım falan oluyordu ve şunu fark ettim; film bitti, dedik ki galiba oluyor, bir de montajına bakalım. Film, montajdan sonra kendini belli edecek. O zaman da iyi sonuç alırsak, “Bu iş oluyormuş abi!” deriz. Montajdan sonra oturduk dedik ki “Bu ülkede niye yapılmıyor bu?”. Çok basit; yapman gereken sadece anlatmak istediğin şeye hâkim olmak, mesele bu yani."

Başarının şifreleri hiç de zor değil. Umarım yanlış bilgi değildir bu, yoksa çok üzülürüm. 

Bu arada Limonata ile Son Yaz'ın ortak bir noktası var. Karadenizli Selim karakteri burada da Funda Eryiğit'e yanık...

Bir de:

"Geçen sene Galatasaray şampiyon oldu, sokakları görecektin"

Cumartesi, Ağustos 7

Nerede Bu Final?

 


Fransa'da Süper Kupa geçen hafta oynandı ve Burak Yılmaz'ın (eski bir Antalyaspor ve Beşiktaşlı) asist yaptığı maçta Lille kupayı kazandı. Zenit, U.Craiova, Sporting gibi takımlar da Avrupa'da sezonu kupayla açtı.

Bu hafta Leicester - Manchester United maçı oynandı. Tamam; her ülkede sezon başı oynanmıyor  bu kupa ama Türkiye'de bu iş sezon başına sabitlenmişti.

Geçen sezon Başakşehir - Trabzonspor maçının Ocak ayında oynanması bir istisnaydı. En azından biz öyle düşünmüştük. Zira mantıklı bir gerekçe vardı. Pandemi nedeniyle iki sezon arası çok kısaydı ve Süper Kupa maçına yer bulmak zordu. Peki bu sene?

Hepsi bir kenara, halen daha maçın ne zaman oynanacağını bilmiyoruz. Bir açıklama da yok. Bir anda karar verip, araya sıkıştıracaklar gibi. Büyük ihtimalle devre arasında olacak.

Zaten lig şampiyonu ile kupa şampiyonunu (veya finalistini) karşı karşıya getiren mücadelenin bence her zaman sezon sona erdikten hemen sonra oynanması lazım. Eskiden, Cumhurbaşkanlığı Kupası günlerinde olduğu gibi. Hadi bu değişimi kabullendik ve sezon başlarına alıştık. Bari bu bir geleneğe otursaydı.

Beşiktaş ve Antalyaspor kupa için karşı karşıya gelecek. Geçen sezonun iki başarılı takımı. Zaten normal zamandaki bir Süper Kupa maçında başarıda emeği geçen oyuncuları bazıları yer almayacaktı. Devre arasına kadar kim öle kim kala...

Oyuncuları da geçtim; ya bu turnuvanın, organizasyonun ve hatta bağlantılı olarak Süper Lig'in hiç mi değeri yok. Bu kadar mı "Yaparız bir ara, geçeriz" düşüncesi hakim olur.

Yapmış olmak için iş yapmak... Tam bir Türkiye tarzı...

This Is It

Michael Jackson 2009 yılında bir turneye çıkmıştı ve o günlerde hayatını kaybetti.

This Is It, o turnenin adıydı. Sonrasında çekilen belgesel ise Jackson'a veda projesi altında değerlendirilebilir. Staples Center'de yapılan provalar esnasında çekilmiş görüntüler bir araya getirildi. Hatta Jackson'ın ölümünden iki gün önceki görüntüleri de mevcut. Usta gayet sağlıklı ve dinç duruyor. Hayat işte...

Aslında düşünce güzel. Popüler müzikte sahnenin önemini ortaya koyan ve bir mihenk taşı olan Jackson'ı anmak ve anlatmak için daha iyi bir yol olmazdı. Fakat uygulama pek içime sinmedi. Jackson'ın sahne sovları, Jackson'ın ekibinde dansçı olmanın dayanılmaz hafifliği ve koreografi sanatının detayları yerine bir Jackson konseri hazırlamış. Büyük ihtimalle Jackson turneyi gerçekleştirip ölmeseydi, aynı görüntüler önümüze turnenin kamera arkası DVD'si adı altında piyasaya sürülecekti.

Sanatçının ne kadar mükemmeliyetçi olduğunu izleyip,  "Hadi biraz da şarkı arası verelim" diyen öğle kuşağı programı gibi devam ediyoruz. 112 dakika içinde 20 şarkı var.

"Ölen öldü, biz ekmeğimize bakalım" zihniyeti de hissettirdi kendini. Bu da üzdü. Hatta vizyona da "Sadece iki hafta" diye sokmuşlar, sonrasında da devam etmişler. Güzel pazarlama taktikleri bunlar...

Sonuç olarak ortaya çıkan yapım Michael Jackson hayranlarını kesinlikle tatmin eder. Hatta zaten onlar kesinlikle şu ana kadar 10'ar kere fazla izlemiştir. Fakat benim  gibi uzaktan takip eden birinin içime sinmedi. Daha farklı bir içerik bekliyordum. Ve keşke öyle bir şey olsaydı. Bunlar zaten var...

Cuma, Ağustos 6

Ayrılık Zamanı


Lionel Messi, geçen yaz kulübe faks çekip ayrılmak istediğini belirttiğinde Bodrum'daydım. Bir sene sonra yine Bodrum'da olduğum günlerde Messi, bir kez daha dünya futbolunun gündemine oturdu.

Benim bulunduğum yerin konuyla alakası yok ama ister istemez hafıza, mekandan etkilenerek hızlıca tazeleniyor. Geçen sene o olaylar yaşanırken kendi kendime ve yakın çevreme "Hiçbir şey olmaz, yine kalır Barcelona'da" demiştim. 

Bu sefer her şey resmileşmek üzere. Messi, büyük ihtimalle Barcelona'ya veda edecek. Ve durumu değiştirmek adına görünürde somut bir çıkış yolu yok.

Aslında her güzel şeyin sonu olduğu gibi Messi ve Barcelona birlikteliği de bir gün sona erecekti. Geçen sene de olabilirdi, önümüzdeki sene de... Bu seneye denk geldi. Fakat geçen yaz yaşananlar akla, mantığa, hayatın doğal akışına daha uygundu. Oysa Barcelona'nın Messi'nin maaşını ödeyemeyecek duruma gelmesinden dolayı, sadece en büyük yıldızını değil belki de tarihinin en büyük kültür hazinesini elden çıkarması inanılır gibi değil.

Tabi bu süreç bir anda olmadı. Hatta her şey yıllar önceki Neymar transferiyle başladı. PSG'ye Brezilyalı oyuncusunu kaptıran Barcelona, elde ettiği bonservis geliriyle har vurup harman savurdu. Griezmann (bence mantıklı transferdi), Dembele, Coutinho gibi oyunculara paraları saçtılar. Paralar saçıldı ama gelirler beklendiği gibi olmadı. Başarılar gelmedi. Üstüne bir de pandemi patladı. Gelirler iyice düştü. La Liga'nın belirlediği limitler aşılma noktasına geldi. Kulüp Messi'ye para ödeyemeyecek duruma ulaştı.

Aslında Barcelona'daki kötü gidişin faturası bir önceki yönetime kesilmişti. Zaten sorumluluk onlarındı. Maddi sorunların yanı sıra yaşanan bir türü problemin ardından yönetim değişti. Yeni başkan; eski başkan Joan Laporta oldu. Laporta'nın Mart ayındaki kongrede ezici bir oy çoğunluğuyla seçilme nedeni, tamamen Lionel Messi ile olan yakın ilişkileriydi. Burak Elmas'ın Fatih Terim kozu gibi, Laporta'nın da Messi kozu vardı. Messi'ye yakınlığıyla kongre üyelerini ikna edebilirdi. Etti de... Peki birkaç ay önce kulübe faks çekerek ayrılmak isteyen Messi'yi nasıl ikna edecekti?

Laporta, hem kameralar önünde hem de büyük ihtimalle Messi ile görüşmelerinde rekabetçi bir takım kuracağının sözünü verdi. Messi'nin istediği de para puldan ziyade buydu. Hatta teknik direktör Ronald Koeman da bu uğurda çalışmalarına başlamıştı. 2021 başından itibaren Barcelona, çok daha umut verici bir takım haline dönüştü. Başta Pedri olmak üzere genç oyuncular takıma adapte oldu, Griezmann biraz daha rolünü buldu, takım sahada sonuç aldı ve en önemlisi Messi'nin yüzü gülmeye başladı.

Yaz başlayınca Laporta da mesaiye girişti. Agüero, Wijnaldum, Depay gibi transferler Messi'nin özlediği rekabetçi takımın ilk adımlarıydı. Diğer yandan Messi de Copa America kazanınca, üzerinden büyük bir yük kalktı. Kış ve ilkbahar gibi yaz da çok verimli geçiyordu.

Fakat maddi sorunlar aşılamadı. 30 Haziran'dan beri boşta olan Messi'yi kadroya yazdırabilecek bir ekonomik boşluk yaratılamadı. Hatta yeni transferlere bile lisans çıkarılamadı. Barcelona'nın mevcut uyması gereken limitin yüzde 95'lik kısmını kadroda yer alan oyuncuların maaşları oluşturuyor. Yani Messi'yi dahil edebilmek için  kadroyu muhakkak boşaltmak gerekiyor.

Barcelona'nın önünde az da olsa bir süre var. Messi herhangi bir takımla anlaşana kadar Barcelona ihtimali her zaman masanın köşesinde, yer düşmek üzere olsa da, durmaya devam edecek. Hatta İspanya'da bu ihtimale inananların sayısı, yapılan resmi ayrılık açıklamasına rağmen halen çok fazla. İki tarafın da istekli olduğu aşikâr. Fakat matematik izin vermiyor. Boşa alsan dolmuyor, doluya koysan almıyor!

Messi giderse en büyük sıkıntıyı da Griezmann, Dembele, Coutinho üçlüsü çekecek. Sorumsuz göç politikaları nedeniyle mültecileri "İşlerini ellerinden alan yabancılar" olarak gören ve tüm öfkeyi mülteciler üzerine yükleyenler gibi, Barcelona taraftarı da Messi'nin kaybedilmesinin nedenini en çok bu üçlüde arayacak. Hatta Cuma sabahı yapılan idmana gelen Griezmann'a tesis önüne büyük tepki olmuş. Maç günleri stadyumda neler olacak göreceğiz...

Peki Messi nereye gider? Ben son güne kadar Barcelona ihtimalini masada tutuyorum. La Liga'dan başka takım olmaz. Grealish için rekor kıran Manchester City biraz bekleseydi, bir numaralı aday olabilirdi. Fakat o ihtimali kaçırdı. PSG bu tip transferler için her zaman akbaba gibi hazırda bekler ve en büyük aday konumunda. Üstelik PSG bu transfer için boşluk yaratmak zorunda kalırsa kazanan Real Madrid olur. PSG bir ihtimal Messi için Mbappe'ye yol verebilir. Bu noktada Madrid hem bir yıldız kazanır, hem de rakibinin de en büyük efsanesini uğurlamasını izler.

Messi'nin kıta dışında (ABD veya Arjantin) oynaması ise henüz erken ve düşük ihtimal. Barcelona'da kalması bile daha gerçekçi duruyor.

Şu ana kadar yaşanan süreçte en çok üzüldüğüm ise Agüero oldu. Sen kankan Messi ile aynı takımda oynamak için City'den ayrıl, Barcelona'ya gel ama adam başka takıma gitmek zorunda kalsın.

Eğer PSG transferi gerçekleşirse bir de Neymar tarafı var. Barcelona'da ikinci adam olmak yerine PSG'de kral olmaya git, sonra yanına Messi gelsin. Gerçi Neymar ile Messi'nin arası fena değil ve beraber kupa kazanma ihtimalleri de çok yüksek. Yine de ilginç bir hikaye olur.

Bu arada Barcelona'nın 10 numaralı forması da artık emekli olur herhalde...

Until Forever

Önce filmin hikayesinden başlayalım. Çevresinde çok sevilen; derslerinde, yaptığı sporda ve özel hayatında başarılı olan Michael; bir anda amansız bir hastalığa yakalanır. Hayatı alt üst olur. Fakat pes etmez ve hemen mücadele etmeye başlar. Bu mücadelesi gerçekten takdire şayandır. Bizi filmde tutan yegane şey de budur.

Gerçek bir hikaye... Böyle hikayeleri okumak ve izlemek insanlara güç ve ilham verebilir. Diğer yandan yapımları eleştirmek de vicdan azabı yaşatabilir. 

Fakat ne yazık ki sinema açısından hiç hoşumuza gitmeyen bir filmdi. Oyuncular çok başarısız. Duygu yüklü bir hikaye ajitasyona dönmüş. Dini ögeler çok fazla kullanılmış. Herhalde filmde en çok kullanılan kelime "God" olmuştur. Hatta filmin adı ilk olarak "Undying Faith" olarak belirlenmiş, sonra vazgeçilmiş.

Ayrıca fazla didaktik bir anlatım var. İyiler çok iyi, kötü karakterler adeta canavar gibi temsil edilmiş. Özellikle ikinci yarısında da tempo düşüyor ve gözler kapanmaya başlıyor.

Diğer yandan IMDB puanı 6.4'e kadar yükselmiş. Büyük ihtimalle protestanlığın çok göz önünde olması dindar ABD'lileri mest etmiş. Zira çok daha iyi filmleri, çok daha düşük puanlarla görmüştük. Ya da en başta dediğimiz gibi, hikayenin kendisi ve gerçek oluşu insanları kötü puan vermekten uzaklaştırmıştır.

Filmin en ayırt edici tarafı beklenen sonun gerçekleşmemiş olmasıydı. Ayrıntı vermek istemiyorum ama bir yandan da bu filmi nereden bulup izleyeceksiniz. Hadi buldunuz, sonra da bu yazıya denk geldiniz; zaten izlemekten de vazgeçersiniz. Gerçi en son MUBI'de görmüştüm. Tercih sizin ama kesinlikle tavsiye edilmez. 

Perşembe, Ağustos 5

2021'in Altın Madalyası

Acı veren yangın gündemi kafayı meşgul etse de olimpiyat finali oynanmadan bir İspanya yazısı yazmalıydık.

İspanya, cumartesi sabahı Brezilya ile altın madalya mücadelesine çıkacak. Finali kazandıktan sonra yazılacak yazı, başarıdan nemalanmaya çalışan bir fırsatçılık olarak gözükebilirdi. Düşüncelerimiz, altın ve gümüşü ayıran ince çizgiden biraz daha belirgin olsa da, o günün gösterişi altında kaybolabilirdi.

Demek istediğimiz kısaca şu: Bu yazın futbol ülkesi galiba yine İspanya' Tıpkı 2010'ların başında olduğu gibi. Tamam bir kupa alamadılar (henüz), İtalya ve Arjantin gibi üst düzey bir turnuvada gülemediler belki ama katıldıkları iki turnuvada da önemli işler çıkardılar.

Peki olimpiyat başarısı ne kadar önemli? Zira belki de oyunların en az ilgi gösterilen branşı futboldur. U-23 turnuvası desen değil (mesela Fransa, U-23'te kadroya zor girecek oyuncularla geldi), A takım turnuvası desen o da değil, olimpiyat ruhundan uzak, rekabetten uzak bir organizasyon. Diğer tarafta kadınlar turnuvası, erkeklerden çok daha net, çok daha sert, çok daha cazip. Dünya Kupası tadında bir organizasyon. Fakat erkeklerde öyle bir durum söz konusu değil. En sıkı futbolseverler bile maçlara göz ucuyla bakıyor. 

Fakat yine de olimpiyat başarısı, A takım ile kesişince değer kazanıyor. 

Euro 2020'de İspanya, yarı finale kadar yükselirken sadece tek galibiyet elde etti. Özellikle grup aşamasında çok zorlandı. Kendi taraftarları tarafından ıslıklandı. Son maçta gruptan çıkabildi, İsviçre'yi penaltılarla eledi. Fakat yarı finaldeki İtalya maçı adeta bir güç gösterisi oldu. Daha da doğrusu dünya futboluna verilen "Ben daha ölmedim" mesajıydı.

Turnuvanın en iyi oynayan ve sonrasında kupayı alacak takımına sahayı dar etti İspanya. Bunu yaparken de klasik futbolundan taviz vermedi. "Pas oyunu öldü, yaşasın önde baskı" diyenlere ders verdi. Üstelik kadrosunda çok fazla elit oyuncu da yoktu. Pau Torres, Eric Garcia, Laporte, Simon, Pedri, Olmo gibi isimler A takım seviyesine yeni yeni çıktı. 

Ayrıca santrforlardan istediği katkıyı da alamadı. İyi bir santrfor, belki de kupayı getirecekti. Üstelik bu santrfor sorunu 10 senedir devam ediyor. Torres ve Villa'dan sonra o boşluğu dolduramadılar. Dünya sporuna basketbolcudan tenisçiye, Formula 1 yarışçısından hentbolcuya kadar birçok isim armağan eden İspanyol sporu, 10 senedir bir santrfor bulamadı. Bulduğu tek isim Diego Costa da Brezilya'dan devşirildi.

Buna rağmen İspanya, yani hem yetersiz mevki hem de genç çocukların çokluğuna rağmen, kendi oyununu çatır çatır oynamaya devam etti.

Dönüyoruz olimpiyata. Burada statü U-23 diye geçiyor ama bazı 24 yaş oyuncuları da kadroya dahil edilebiliyor. Ayrıca bu yaş grubunun üzerinde olan üç oyuncuyu daha kadroya katabiliyorsunuz. Bu avantajlara rağmen İspanya'nun en yaşlı oyuncusu 25 yaşındaki Marco Asensio oldu. Dani Alves, Pierre Gignac, Florian Thauvin, Max Kruse, Max Gradel gibi tecrübeli isimlerin mücadele ettiği yerde İspanya, nispeten daha genç bir kadroyla finale çıktı.

Peki bu genç kadroya tecrübesiz diyebilir miyiz? Hayır. Hatta tam tersine biraz yorgun demek daha doğru olur. Unai Simon, Pau Torres, Mikel Oyarzabal, Eric Garcia, Pedri, Dani Olmo... Bu altı oyuncu daha bir ay önce Avrupa Şampiyonası'nın yarı finalinde oynadı. Şimdi olimpiyat finaline çıkacaklar. 18 yaşındaki Pedri, finalde forma giyerse 2020-21'deki 73. maçına çıkacak. Avrupa'da bu sezon ondan daha fazla çıkan başka bir oyuncu yok. Ve döner dönmez de yeni sezona başlayacak. Kadroda yer alan diğer oyuncular da (mesela Oscar Mingueza, Marc Cucurella, Juan Miranda, Dani Ceballos, Bryan Gil) A takım kadrosuna zaman zaman adlarını yazdırdılar, yani oranın tecrübesini tattılar.

Peki buradan ne çıkarmak lazım? Sonuçta her olimpiyat takımı, geleceğe umut veren gençlerden oluşur. Fakat burada önemli bir fark var. İspanya hem A takımda geleneğini devam ettiriyor, hem de alt yaşlarda diğer ülkelere ağırlığını hissettiriyor. Hemen hemen aynı çekirdekle hem olimpiyat finali oynuyor, hem de Avrıupa Şampiyonu'na penaltılarla yeniliyor.

Yazıda adı geçen isimlerin yaş ortalamasının 22-23 olduğunu düşününce, bu kadro da en azından 10 sene daha üst düzey futbolda devam edecek gibi duruyor. 2008-2012 arasında üç kupa alan takımın başarısını yakalarlar mı göreceğiz. Biraz zor olduğunu kabul etmek gerek. Fakat yapının sürdürülmesi, üstelik bunun aynı oyun anlayışıyla devam etmesi, alttan gelen genç oyuncuların bile hiç sorun yaşamadan aynı genlere sahip olduğunu göstermesi çok değerli.

Her iki turnuvada da en azından yarı final oynayan bir takım, sonuç ne olursa olsun tek bir turnuvanın değil ama tüm yazın altın madalyasını hak etmiş demektir.

Bu arada bir not: Olimpiyat oyunlarını 1992'den beri bir Avrupa takımı kazanamıyor. Nijerya, Kamerun, Arjantin (2 defa), Meksika ve Brezilya'dan sonra fırsat İspanya'nın ayağına geldi.

Peki 1992'de kim kazanmıştı? Barcelona'daki oyunlarda gülen yine İspanya'ydı. Guardiola, Canizares, Luis Enrique, Abelardo, Ferrer, Alfonso ve Kiko'lu kadro belki devamında büyük başarılara imza atamadı ama sonrasında gelen büyük başarıların hazırlayıcı oldular. Özellikle çıkardığı iki teknik direktörle...

Pazartesi, Ağustos 2

The Ex

 


Çok iyi bir oyuncuyu kadrosu olmasına rağmen beklentileri aşamayan, hatta çok da uzağında kalan bir film. 2006 yılında, yani hem Zach Braff hem de Jason Bateman'ın zirve dönemlerine çekilen filmden daha iyisini beklerdik.

Çok kötü film olmasa da, çok gülmeyi beklediğimiz için hayal kırıklığına uğruyoruz. O noktada Bateman ve karakteri Chip bize biraz yardım ediyor. Braff, klasik donuk yapısıyla bir şeyler yapmaya çalışıyor ama yetmiyor. 

Senaryo da yetersizdi. Üstelik sonu da çok kötüydü. Filmi iyi hatırlamak için vasatın üzerine konulacak harika bir nokta işimizi görürdü. Fakat o da olmamış. IMDB puanı oldukça düşük zaten.