Cumartesi, Aralık 31

2022

2022’ye girerken, blog’da 2021’in bana kattıklarından bahsetmiştim.

Düşündüm taşındım, bu sene böyle maddelerim var mıydı? Yoktu. Önce biraz üzüldüm. Senenin biraz ‘kuru’ geçtiğini düşündüm. Ardından kafayı toparladım. Belki o kadar da kuru geçmemiştir.

Soru şuydu: 2022'de ne yaptım? Biraz sesli düşünelim bakalım...

Evlendim. Öncesinde evlilik teklifi yaptım. Sevgilimin teklifi beklediğini tahmin ediyordum. Fakat o teklifi duyunca şaşırdı, mutlu oldu. O mutlu olunca, ben daha çok mutlu oldum. Aileydik zaten ama daha bir aile olduk. Ailelerimiz ilk kez tanıştı. Birbirlerini sevdiler. Bir araya geldik. Yemekler yedik. Sonra da evlendik. İmza attık. Hayatımız pratikte değişmedi ama bir başka oldu.

Yıllar sonra sigortalı bir işe girdim. Ofise gittim. Pandemiden sonra ilk defa düzenli olarak Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçmeye başladım. Yolda zaman harcama işini özlemediğimi fark ettim. Hemen hemen her sabah Marmaray kullandım. Bir Kadıköy-Beşiktaş insanı olmama rağmen Üsküdar’dan Beşiktaş’a geçtim.

Eşim araba aldı. Ben araba alamayacak durumda olmama üzüldüm. Ona yardım edemediğim için kendi kendime hayıflandım. Fakat bazı sabahlar ve akşamlar onun arabasıyla işe gidip döndük. Onunla fazladan iki saat geçirdim. Yol parası da vermedim. Hayatımız biraz kolaylaştı...

Oysa birkaç sene önce ben de araba alabilecek noktadaydım. "Biraz daha bekleyelim acelesi yok" dedim. Meğer varmış. Bu senenin ilk altı ayında hazıra dağ dayanmadı. Para biriktirmenin saçma bir yöntem olduğunu fark ettim. Birikimler eridi. Buna hazır değildim. Bu baskıyı yıllar önce de yaşamıştım. Bir daha yaşayınca gerildim. Bir daha yaşamamak, marketteki peynir reyonunda sinir krizi geçirmenin eşiğine gelmemek için daha akıllı olmak gerektiğini idrak ettim. Hızlıca daha çok para kazanmam gerektiğini düşündüm. Bu hedefimi iyi kötü gerçekleştirdim. Sular duruldu.

Televizyona çıktım. Ben buna şaşırmadım. Heyecanlanmadım. Gayet olağandı. Daha önce de çıkmıştım. Gerçi bu seferki pandemiden sonra ilkti. Fakat eşim, ailem, arkadaşlarım, komşularım çok sevindi. 1980’lerde televizyona çıkan adam gibi oldum. İlk kez böyle tepkiler aldım. Şaşırdım. Onların sevinciyle ben de mutlu oldum.

Gündemi takip ettim. Özellikle yılın ilk yarısında neredeyse başka bir şey yapmadım. Bol bol korktum. Rusya, Ukrayna’ya girince korktum, dolar ve enflasyon artınca korktum. “İyi ki çocuğum yok” dedim. Bunu düşündükten sonra her defasında gidip kedimi sevdim. Savaş çıkarsa onunla sığınaklarda ne yapabileceğimi düşündüm. Bunu düşünürken ekonomik krizin önemli olmadığını fark ettim. Markete gittim. Zamlı fiyatları gördüm. Savaşı unuttum.

Bodrum dışında bir yere tatile gitmeyi başardım. Hayatımda nadir olan bir deneyimi gerçekleştirdim. Denize girmeyi ihmal etmedim. Datça – Bodrum feribotuna bindim, çok hoşuma gitti. Hayatımda bir günbatımını tam orada, denizin ortasında geçirdim. Ağustos ayında Ege’de yağmura yakalandım. Gökkuşağı gördüm. Knidos’a gittim, umaç çorbası içtim.

Zaman zaman sevgilimi üzdüm. Onu sinirlendirdim. O bana kızdıkça ben hayattan soğudum. Kendimi amaçsız hissettim. Onun tepkisi azalınca, kendime geldim, rahatladım. Hayatın hep böyle devam edeceğini idrak ettim. Bunun iyi mi kötü mü, normal mi anormal mi olduğunu henüz anlamadım.

Eskisi kadar çok film izlemedim. Geçen sene 43’tü. Bu senenin rakamını bilmiyorum ama 30’dan azdır. En çok da Zendegi Va Digar Hich’i sevdim. Film azdı ama 2021'e oranla daha çok kitap okudum. Geçen sene sadece 5’ti, bu sene 13’ü gördük.

Sık sık spor yaptım... 103 gün bisiklete bindim, 126 gün koştum, 30 kere maç yaptım. Son iki maçımı son golde kaybettik, üzüldüm.

Bu sene çok ağladım. Sadece bir kez. Fakat 21 sene sonra ilk kez. Benim için çok yani. Patladım herhalde. Boşaldım. Sonrasında rahatlamadım. Üzüldüm. Özgüvenim zedelendi. Bir 20 sene daha ağlamamaya karar verdim. Fakat sene içinde gözlerim çok doldu. Film izlerken bile nemlendi. Kendi hayatımda yaşanmış acıları düşününce sorun etmedim ama başkalarının acılarının bana denk gelme ihtimali her defasında beni yerle bir etti.

Instagram kullanmaya başladım. Fakat az içerik girdim. Fotoğraf çekme alışkanlığını elde edemedim. Story atmıyorum. Gönderi de az giriyorum. Buna rağmen hesap açıldığı için birçok arkadaşım “Son kale yıkıldı” dedi.

Sosyal medyadan uzak kalmaya devam ettim ama blog’u hiç ihmal etmedim. Sene boyunca 225 içerik girdim. 2017’den sonraki en yüksek sayı. Bir de blog’lar öldü diyorlar…

Bu sene sadece bir maça gittim. Mart ayında oynanan Pendikspor – Bucaspor 1928 karşılaşması. Canlı canlı tek bir gol gördüm. Pendikspor 1.Lig’e çıkınca maça gitme fırsatım azaldı, isteğim de kalmadı. Oysa eskiden bu blog maç anıları ile doluydu.

Müzik dinleme alışkanlığım azaldı. Radyo da azaldı. MP3 Player'da. Youtube'u bile müzik için açmaz oldum. Sonra bunu yazdım.

Her akşam Kelimelik oynamaya devam ettim. Yanına bir de Wordle ekledim. Duolingo’yu telefonuma indirdim. Yazdan beri her gün İngilizce ve Almanca çalışıyorum. Yeni yıl için İspanyolca’yı hedefliyorum. Oysa bu senenin içine dahil etmeliydim. Çok geri kaldığımızı fark ettim.

Her pazar, Yargı izlemeye devam ettik. Yeri geldi 20:00’de başlayan Süper Lig maçlarının ikinci yarılarından feragat ettim, açtım çekirdeğimi kolamı, başladım diziyi izlemeye. Bu sezonu sevmedim ama. Erguvan ailesine sinir olmaya devam ettim. Popülist repliklerde fenalık geçirdim. Yine de Çınar hariç Kaya ailesine desteğimi esirgemedim. Cezmi Baskın’ı, Uğur Polat’ı, Hüseyin Avni Danyal’ı izlemekten büyük keyif aldım. Keşke Nergis Öztürk de devam etseydi.

2023 seçimlerine dair tahminler yaptım. Arkadaşlarımla tartıştım. Bir seneyi buna harcadık ama bir sene önce olduğumuz yerden bir adım uzaklaşamadık. Bunu fark etmek iyice sinirlendirdi. Sıkıldım. Bunaldım. Karamsarlaştım. Burada da üzüldüm. En sonunda kabullendim. Sık sık Demirkubuz’un meşhur tweet’ini andım, artık acı duymamaya başladım.

Dünya Kupası’nı izledim. Eşimle evimizde izlediğimiz ilk Dünya Kupası’ydı. Geniş ailecek izlediğimiz maçlar da oldu; İngiltere – ABD, İngiltere – Fransa gibi. Daha önceki Dünya Kupası finallerini nerede izlediğimi düşündüm. 2022’yi evde eşimle izledim. Tarihe not düştüm.

Yeni insanlar tanıdım. Eskilerden bazılarını sildim. Sık sık üzüldüm ama birçok kez mutlu oldum. Sonuç olarak öyle veya böyle; yaşadım.  Yanımda sevdiğim kadınla beraber yaşadık. Bir seneyi daha beraber geçirdik. Bir senenin sonuna daha beraber geldik. Engelleri aştık ve yılın sonuna sağ salim ulaştık.

Sonra da diyorlar ki; 31 Aralık'ta neden kutlama yapıyorsunuz?

Koca bir seneyi düşününce asıl ben soruyorum: Neden yapmayalım ki?


Cuma, Aralık 30

Toplum Sözleşmesi



"İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur.''

"Özgürlük elde edilebilir ama, kaybedildi mi, bir daha ele geçmez artık"

"İlk köleleri köle yapan kaba güçse, onları kölelikte tutan korkaklıkları olmuştur"

"Halklar, tıpkı insanlar gibi ancak gençliklerinde uysaldır. yaşlandıkça iflah olmaz bir hal alırlar, gelenekler yerleşip önyargılar kökleştiğinde, o halklarda reform yapma isteği tehlikeli ve nafile bir girişim olur. doktor görür görmez titremeye başlayan aptal ve korkak hastalar gibi, halk da kendi çektiği rahatsızlıklara dokunulmasına, bunları yok etmek için bile olsa asla katlanamaz"

"Kamu görevi yurttaşların en başta gelen işi olmaktan çıktığı ve yurttaşlar kendileri çalışacak yerde, paralarıyla hizmet görme yolunu seçtikleri zaman, devlet yok olmaya yüz tutar. Savaşa mı katılmak gerekiyor? Yurttaşlar paralarıyla asker tutar, kendileri evlerinde otururlar. Toplantıya mı katılmak gerekiyor? O zaman da milletvekillerini seçer yine evlerinde otururlar. Tembelllikleri onlara sağlasa sağlasa, yurdu köleliğe sürükleyecek paralı askerlerle, onu satacak temsilciler sağlar."

"Cezaların sıklığı bir hükümette her zaman için bir güçsüzlük ve tembellik belirtisidir."

"Başkentte yükselen her sarayı gördükçe, bütün bir ülkenin yıkıntıya çevrildiğini görüyormuşum gibi gelir bana."

Perşembe, Aralık 29

Örgütlü Bir Halk Yenilmez

Uzun zamandır siyaset ve ülke gündemine dair meselelere dair yazmıyordum. Yazılacak çok fazla konu var ama artık bir şeyler yazmanın veya bir şeyler konuşmanın çok gereksiz olduğu zamanlardayız.

Üstelik bu tip konular artık çok daha fazla tartışılıyor, o yüzden enerjimizi başka mecralara (sokak muhabbetleri, watsapp grupları vs) aktarıyoruz. Bir de seçim öncesi, "Konuşursam yer yerinden oynar, hadi sessizlik bizde kalsın" duygusuna da büründüm.

Fakat son EYT olayına kayıtsız kalmak mümkün değildi. Gerçi yine konu hakkında detaylı bir yazı olmayacak aşağıda. Zaten işin uzmanı da değiliz. Yani nasıl olmalıydı, kim haklıydı gibi sorulara cevap aramayacağım. Yine de söyleyecek cümlelerimiz var ve onun için kısa bir girişle başlayacağız.

Bu olay, birçok çalışan genç insan gibi benim de içime çok sinmedi. Yine birileri mağdur olmasın diye milyonlarca insan bir haktan yararlandı ve bu da seçim öncesine denk geldi. Sırttaki küfeler bizim üzerimize atıldı. Özellikle de 1990'ların sonunda yeni yeni çalışma hayatına giren kişilerin bu torbaya dahil olması, çok büyük haksızlık gibi duruyor. Kısacası ben EYT'nin karşı tarafındayım.

Bunlara benzer yorumları okuyorsunuzdur. Sizin de bir görüşünüz oluşmuştur. Belki de benden farklıdır. Gayet de olağandır. Toplumun bir kesimi bundan faydalanırken, diğer kesimi mağdur oldu. Yasa çıkmasaydı bu sefer oluşmuş başka bir mağduriyet ortada kalacaktı. Diğer yandan ideolojik olarak herkesin konuya yaklaşımı da başka olabilir, olayı herkes farklı değerlendirebilir, ilkeleri ve fikri ayrı bir 'doğru' üzerine eğilir.

Fakat ilginç bir şekilde siyasi arenada; yani ülkede kutuplaşmanın iyice zirve yaptığı bir platformda bu konuda farklı bir söz söyleyen yok. İktidar zaten karar alıcı olarak fikrini beyan etti. Gerçi daha önceki açıklamaları düşününce ve bu kararı seçimden önceye getirerek esas fikri olup olmadığı konusunda emin değiliz ama yine de sonuç olarak eylem esastır.

Diğer yanda ise muhalefet partileri var. Kemal Kılıçdaroğlu'nun zamanında attığı "Loading' tweeti akıllarda. EYT konusunda uzun zamandır destek vericiydi. Eski bir SSK Başkanı olarak, konunun karşısında hiç durmadı. İktidarı bu şekilde zorladığını düşündü. EYT'lilerden yana tavır aldı. İktidar karar alınca da, bunun sebebinin kendisi olduğunu ima etti. CHP'li bazı isimler de buna benzer tweet'ler attılar.

Yani kabataslak bir hesapla ülkede şöyle bir sonuç çıkıyor:

Yaklaşık 3 milyon kişinin yararlandığı bir yasa çıkıyor. Aileler ile 12 milyon yapsın bu rakam. Ülkede ise yaklaşık 30 milyon çalışan insan var. Bu yasadan yararlananları veya yasayla çok alakası olmayanları çıkaralım ve 20 milyona insin bu rakam. 12'ye karşı 20... Yani ülkenin nerdeyse yarısı farklı düşünüyor, diğer yarısı farklı...

Oysa siyasi partilerin aldığı oylara bakınca böyle bir ayrım çıkmıyor. Şu an benim takip edebildiğim kadarıyla, halkın yüzde 95'inde oyunu almış partiler aynı paydada buluşuyor. Yani bu konuda toplumun diğer yarısının sesi olabilen bir oluşum yok.

Neden? Cevap bariz. Tabi ki seçim stratejisi. İlkeler değil, EYT'lilerin en kısa sürede oyunu kapabilmek önemli. İlkeler üzerinden siyaset yapmayınca da çoğunluğun dayatmalarına kurban edilirsiniz. Ve daha kötüsü, kurban olduğunuzu fark etmezsiniz bile. Kendi siyasi başarınız olduğunu düşünürsünüz.

İster misiniz mesela şimdi de, uzun süre iktidara EYT konusunda baskı yapan muhalefet partileri, oluşan tepki nedeniyle bu sefer de yasa komisyona ve meclise gelince iktidarı "EYT çıkardılar, toplum rahatsız" diye eleştirsin? Olabilir.

Peki iktidarı, muhalefeti; bu siyasi partiler nasıl böyle oyuncak olabiliyor? Onun da cevabı başlıkta gizli.

EYT'lilere kızabilirsiniz. Haklı görmeyebilirsiniz. Beddua eden bile var. Fakat haklarını vermek lazım. İnsanlar örgütlendiler. Sosyal medyadan baskılarını yaptılar. Oluşumlar kurdular. Bir çatı altında toplandılar. Yaş konusunda bile geri adım atmadılar. Bu konuyu ülke gündemine soktular. Ve bir şekilde istediklerini aldılar.

Benzer bir süreç bedelli askerlikte de olmuştu. Bedelli Askerlik Platformu'nu kuran ve sık sık Ankara'ya giden çocukla dalga geçenler bile olmuştu. Sonra ne oldu? O örgütlü mücadele, 100 yıllık ülke tarihinin askerlik geleneğini değiştirmeye yetti. Artık parası olan bedelli askerlik yapabiliyor.

Topluma öğretilen, dayatılan "örgütlenmeyin, sokağa çıkmayın, birleşmeyin" anlatılarının ne kadar boş ve yersiz olduğunu biz zaten biliyorduk. Fakat bunu siyaset uzmanları ve siyasiler de dile getiriyor zaman zaman. Yakın fikirde olduğunu düşündüğünüz siyasiler bile "Aman yapmayın sakın, karşı tarafa yarar" diyebiliyor. Fakat toplumun belirli katmanları he defasında örgütlenerek istediğini elde edebiliyor.

Biz de "örgütlenme" denlince akla gelen tek simge; sol oluşumların sokağa çıkıp sert sloganlar atması ve belki de bir çatışma içine girmesi olarak algılanır. Oysa onlar bile tamamen örgütlenebilmiş değillerdir. Savundukları değerleri dile getiren milyonlarca insan varken, sayıları 1000'i zor bulur. Fakat sayılar arttı mı etki de artar. Sokak önemlidir ama artık sokakta olması da şart değildir.

Son 40 yılın en büyük sokak hareketi olan Gezi Parkı, bile böyle bir direnişin ürünü halen. Tabi ki verilen canlar var, içeride olan, müebbet alan insanlar, ödenen bedeller var ve belki de bu bedellerin karşılığında elde edilen kazanımlar, tüm bunların yanında az kalıyor...  Fakat istediğini yapmayı adet haline getirebilmiş muktedir bir iktidarın yapamadığı tek bir şey var son 20 yılda: O da Topçu Kışlası...

EYT konusuna dönersek, halk örgütlenmeye devam ediyor zaten. Son iki günde sosyal medyada ve sözlülerde yazılanlara bakınca yeni bir mağdur kitle de oluştu. Onlar da 8 Eylül 1999 sonrasında SGK'ya girenler. Bir gün, bir ay, bir yıl farkla 20 yıl fazla çalışmak zorunda kalanlar. Şimdi de onlar örgütleniyorlar. 

Zaten bu ülkede mağdur olmamak mümkün değil. Sadece sınır biraz değişir, kapsar, genişler veya sağa, sola, aşağı iner ve günün sonunda birinin kapısına dayanır. Peki bu sefer işin sonu ne olur? Bunu bilemeyiz. Fakat 8 Eylül 1999 sonrası SGK'ya girenler sağlam bir oluşum kurarlarsa; düşman kardeş gibi görünen tüm siyasi unsurların ortak ilgisini çeker, desteğini alır.

Sonuçta ilkeleri olmadan siyaset yapan insanlardan bahsediyoruz. Haliyle biraz güçlenip ses duyurmak korkutmaya yeter.

Salı, Aralık 27

Kurak Günler


Emin Alper’in meşhur olan tweet’ini görünce, yani bakanlığın filme verdiği desteği geri istediğini öğrenince Kurak Günler’i izlemek bize farz olmuştu.

Gerçi Cannes’da gösterilen filmi, zaten öncesinde de merak etmiştim. Fakat vizyonda mı izlerdim, vizyonda izlersem hemen mi giderdim yoksa bir platforma düşmesini bekleyip evde mi izlerdim bilmiyordum. Tweet ve haber önümüze düşünce, vizyonda destek olmamız gerektiğine karar kıldık.

Herhalde birçok kişi aynı fikirde olduğu için, salonlar ve seanslar doluydu. Kültür Bakanlığı’nın desteği geri çekmesinin nedenlerini tartışacağız ama herhalde durduk yere, halkın görmesini istemediği sahnelerin (artık onlar hangileriyse) daha çok görünmesine neden oldular. Hiç ilişmeseler, onlar için daha iyiydi sanki...

Filme dönelim.

Filmin temelinde bir ‘hukuk’ teması var. Son yıllarda bu konu çok fazla rağbet görüyor. Sadece sinemada değil, yerli dizilerde de benzer bir konsept var. Birçok dizide baş karakterler savcı, hakim veya avukat. İnsanların (izleyicinin) bir ‘adalet’ sıkıntısı olduğu aşikâr. İzledikleri savcıların, avukatların en azından akşam saatlerinde evlerine adaleti getirmesini, adaletin geldiğini görerek uykuya gitmeyi istiyorlar.

Uzun bir dönem gelir adaletsizliği Türkiye toplumun merkezineydi. Bu da dizilerde zenginliğin lüks arabaların, yalıların gösterilmesine neden oluyordu ki, bu zaten halen devam eden bir durum ve kolay kolay da dinmez. Fakat adalet, son dönemin (Emin Alper bir röportajında 2016 vurgusu yapıyor) en büyük ihtiyacı olduğu için popüler kültürde de karşılık buluyor.

Kurak Günler’de adaletin iki temsilcisi var. Daha doğrusu adaleti uygulayan, sağlayan ve hatta iktidarı elinde bulundurmaya çalışan iki taraf. Biri kurumsal, diğeri en yumuşak olarak ‘sosyal taraf’ olarak adlandırabileceğimiz gruplar. Her ikisinin zamanla iç içe girdiğini filmin ilerleyen dakikalarında görüyoruz ama önce karşımıza savcı Emre çıkıyor.

O kurumsal tarafın yüzü. İyi okullarda okuduğunu tahmin ettiğimiz, laik ve şehirli memur bir ailenin çocuğu olan ve Anadolu’ya tayini çıkan ‘beyaz’ Emre… Diğer tarafta ise Yanıklar kasabasında kendi adaletlerini sağlayan belediye başkanı, oğlu Şahin ve kankası Kemal var… Onlar yoksul Anadolu halkı ile beraber yaşayan, onların bir katman üzerine çıkmış, devletin uzanamadığı kasabada onlara liderlik yapan, iktidarı eline alan, ahlakı ve adaleti ve muhakkak daha fazlasını şekillendiren ama kendilerini de bunlardan muaf tutan bir grup.

Bir dönemin Anadolu romanlarında benzer konu sık sık işlenirdi aslında. Anadolu’ya tayine giden idealist öğretmen, savcı, doktorun yaşadıkları… Fakat o idealist memurlar, her zaman devletin gücünü arkalarında hissederlerdi. O güç her zaman köye kasabaya yetmezdi belki ama en azından gördükleri saygı karşısında maceraya 1-0 önde başlarlardı.

Emre ise yeni kuşağın memuru olarak 1-0 geride başlıyor. Zira iktidar artık Ankara’dan gelen memurda değil, kasabanın yerlisinde. Güçlü olan onlar. Hatta devlete daha yakın olanlar da onlar. Emre'ye karşı bir saygı yok. "Bize ilişmesin" beklentisi bile yok, "bizim işimize nasıl yarar" şeklinde bakılıyor. Ve ilk başta da bunun cevabı olumsuz oluyor. Zira karşılarında bir duvar buluyorlar.

Buna rağmen Emre maçın başında ikinci golü de yiyor. Kasabadaki ilk günlerinde belediye başkanının evine konuk oluyor. Rakılara ‘hayır’ diyemiyor, sarhoş oluyor, geceyi orada geçiriyor ve o geceye dair hatıraları bulanıklaşıyor. Filmin gelişme süreci de orada başlıyor.

Bu noktada Emre’ye kızdım ve hikâye de aslında beni biraz kaybetti. Bir savcının; üstelik idealist durmaya çalışan genç bir savcının, henüz ilk zamandan yabancı olduğu bir yerde bu kadar bariz bir hata yapabilmesi bana inandırıcı gelmedi. Olay örgüsünün sağlanması için konulmuş gibiydi, sanki biraz sahteydi. Filme dair ilk eksi notum buradan çıktı. Hem senaryoya karşı soru işaretlerim arttı hem de Emre karakteri gözümden düştü. Bu çok basit hatayı yapabilme cesaretini bulabilecek kadar ‘tecrübelenmiş’, tuzağa düşmesini engelleyecek ve durumu idare edecek kadar kasabada eski değildi. Annesi-babası memur olan, kasabaya geldiği ilk günlerde direnmesi gerektiğinin farkında olan idealist bir çocuğa yakışmayan bir hamleydi.

Spoiler vermemeye çalışarak devam edelim. Emre’nin o geceye dair iki ihtimali var. Ya köyde eşcinsel olduğu dillendirilen Murat ile geceyi geçirmiş olacak, ya da Pekmez adlı çingene kıza tecavüz olayının ortaklarından biri olacak.

Boynundaki kızarıklık bir cinsel ilişki ihtimalini güçlendiriyor ve o geceye dair seçenekler bu ikisi arasında kalıyordu.

Tecavüz veya eşcinsellik. Kasaba iktidarının hukuku, zaten hangisinin daha büyük ‘suç’ olduğunu çoktan kodlamıştı bile. Tecavüz, o kasabada defalarca olmuş, hatta Pekmez’in başına en az üç kere gelmiş ve halının altına süpürülmüştü. Oysa eşcinsel bir ilişki, aforoz edilmenin nedeni olarak sunulabilirdi.

Büyük ihtimalle bakanlığın esas rahatsız olduğu noktalar burası. Tabi senaryonun değişmesini bahane ediyorlar ve ben senaryonun ne kadarının ve hangi kısımlarının değiştiğini bilmiyorum. Fakat sanıldığının aksine eşcinsellik vurgusundan ziyade; Anadolu toplumun ahlakına ve ferasetine getirilen eleştiriler, devamında da Türkiye siyaseti ile paralel kurulan cümleler rahatsız etmiş olabilir.

Zira eşcinselliğin de filmde çok fazla yer kapladığını söylemek haksızlık olur. Bir değinme var ama bunlar sadece repliklerle sınırlı kalıyor. Üstelik o da beni rahatsız ediyor. Biz Emre’nin cinsel tercihlerini, fantezilerini, Murat hakkındaki hislerini bir türlü kestiremiyoruz. Belki o da kestiremiyor. O nedenle bunları öğrenmemiz elzem değil. Fakat hem Murat’ın gölde çıplak Emre’ye bakışı, hem ikisi arasında evdeki konuşmalar, hem ara sıra Emre’nin zihninde beliren görseller bize daha çok şey vadediyordu.  Haliyle birçok sahne, duygu ve düşünce muğlak kalıyor. O zaman ‘Bunlara ne gerek vardı?” sorusunu soruyoruz. Tabi ki biz de gereksiz ve olaydan kopuk bir “sevişme sahnesi” görmeyi istemiyoruz ama bulanıklık bizi filmden ve hikâyeden biraz uzaklaştırıyor.

Film sonuçta Brokeback Mountain değil. Bir aşk hikayesinden bahsetmiyor. Bence konu eşcinsellik de değil, Anadolu tabiriyle ‘oğlancılık’ denilen olgu daha yaygın. Zira Murat’ın hayat hikayesine girdiğimizde, istismar edilen bir erkek çocuğundan bahsediyoruz. Üstelik bu istismarın başrolünde, ahlak satan bir kasaba halkını görüyoruz. Film buralara da çok değinmiyor. Belki de Emin Alper, kör göze parmak sokan bir mesajlı film çekmek istememiştir. Bu noktada anlayış gösterebiliriz. Fakat filmin ‘eşcinsel içerikli’ adlandırılması beni rahatsız eder ve üzer. Öyle bir durum yok varsa da çok sınırlı. Genç erkek çocukların istismarı konusu ise daha geniş yer tutuyor.

Konudan konuya atlamak gibi olacak ama (film hakkında yazılacak çok şey var) başrollerde Selahattin Paşalı ve Ekin Koç gibi son dönemin iki popüler yakışıklı oyuncunun olması, salonu biraz genç kızlarla doldurmuş gibiydi. Diğer seanslar öyle miydi bilmiyorum ama bize denk gelen nüfus yapısında yaş ortalaması gençti. Bu da filmin etkisini bende düşürdü. Zira gençler filmdeki sert siyasi göndermelerin önemli bir kısmını gülerek karşıladı. Onlar için yaşananlar komikti. Bu noktada gençliği eleştirmiyorum. Onlar başka bir Türkiye’de, başka şartlarda ve oldukça da kapalı bir ortamda büyüdüler. Böyle replikler, mesajlar, göndermelere alışık değiller. Onların hoşuna gidiyor ve hatta güldürüyor. Fakat salondaki atmosferi filmi baltaladığını ifade edebilirim.

Filmin önemli bir metaforu obruklardı. İç Anadolu’da çok yaygın olan obruklar, Yanıklar'ın altyapı çalışmasında yeniden hortluyor. Belediye su kanalları açarak kasabaya su getirmeye çalışıyor ama devamında adeta bir doğa katliamına sebep oluyor. Yargı (bir önceki savcı) buna izin vermek istemiyor ama bu sefer de halk susuz kalıyor. Haliyle halkın tepkisi de hem önceki savcıya hem de devamında Emre’ye dönüyor.

Obruk bir çökmeyi simgeliyor. Filmin henüz başında savcı Emre ile kasabanın hakimi Zeynep’i dev bir obruğun başında görüyoruz. Filmin sonu da benzer bir şekilde taçlanıyor. Fakat ben son sahnenin yeterli kadar vurucu olmadığını, metaforun da da çok güçlü kalmadığını düşünüyorum.

Hatta film öyle bir şekilde noktalanıyor ki; sanki devamı gelecekmiş gibi hissediyoruz. Emin Alper röportajlarında aksini belirtiyor. Emre ve Murat’ın birlikteliği, kalabalık, öfkeli ve şiddetten beslenen halka karşı duruşunun bir devamı olması gerekirdi. Eğer olmuyorsa, o zaman filmden umutlu bir mesaj almamız zorlaşıyor. Öte yandan o öfkeli fanatiklerden kurtulmuş iki ‘yalnız’, dışlanmış ve farklı gencin karşı tarafta sağ salim durabilmeleri bir karamsarlık da vermiyor. Haliyle duygularımız iki arada bir derede kalıyor ve bu ‘sinemadan çıkan insan’ için en kötüsüdür.

Sonuç olarak, öyle veya böyle Kurak Günler, Türk sinemasında eli yüzü düzgün filmlerden biri. Bilen bilir bu blog'da hangi  filmleri yazdık ve izledik. Fakat yine de Kurak Günler benim için en iyilr sınıfının bir üyesi değil. Fazlasıyla muğlak, politik bir film için gerçeklik ve vuruculuktan biraz uzak. Buna rağmen sinematografisi oldukça iyi. Görüntü yönetmeni Yunan isim Christos Karamanis… Soyadı Karamanis insanın aklına Karaman göçmeni mi dedirtiyor. Bu arada Emin Alper de Karaman doğumlu…

Bu artılar benim için değerli. Emin Alper’in daha önce herhangi bir filmini izlememiştim ama bu ‘standart’ deneyime rağmen bakış açısını sevdim ve özellikle Tepenin Ardı için iştahlandım.

Öte yandan Savcı Emre’ Bey’e de laflar hazırladım. Savcı Ilgaz Kaya, Savcı Selim Kaya ve Savcı Fırat Bulut seninle aynı mesleği yaptıkları için utandılar.

Hadi yeri gelmişken oyunculara da değinelim. Selahattin Paçalı, temiz yülü bir çocuk. Fakat karizmatik mi? Değil. Yakışıklı mı? Bence o da değil. Şu an sokakta görsem tanımam. Standart bir yüzü olduğunu düşünüyorum. Oyunculuğunu da çok beğenmedim. Altın Portakal kazanması ayrıca şaşırttı.

Ekin Koç’u normalde çok beğenmem. Fakat burada işin hakkını vermiş. Tarz olarak Birol Ünel’i hatırlattı ama sevgili eşim buna çok sert karşı çıktı. Bu arada Ekin Koç’ı her zaman Acemi Cadı’nın Toygar’ı, Çakıl Taşları’nın Cihan’ı ve Şubat’ın Cantona’sı Kaan Yılmaz’a benzetirdim. Kariyerleri de benzer başlamıştı. Keşke buralarda göreceğimiz isim Kaan Yılmaz olsaydı.

Belediye başkanının oğlu Şahin’i canlandıran Erol Babaoğlu (o da Altın Portakal kazanıyor ve hakkıdır) ve onun kankası dişçi Kemal’i oynayan Erdem Şenocak, filmin yıldızlarıydı. Selin Yeninci, uyuz karakter hakime Zeynep’e can verdi ve bizim sinirlerimizi hoplattı. İyi oyunculuk herhalde?!

Çok uzattık. Daha yazacak cümleler de vardı ama onlar da bana kalsın artık. Yine de izlenmeye değer. Özellikle de vizyonda....

Pazar, Aralık 25

Fikri Takip

Dünya Kupası defterini yavaş yavaş kapatacağız. Fakat önce, turnuva başlamadan yaptığımız tahminlerin değerlendirelim. Özümüz sözümüz bir, kaçmayız, silmeyiz. Burada yazdığımız yazıda kurduğumuz cümlelerin üzerinden tane tane geçelim.

MADDE 1:

"Aslında kağıt üzerinde 32 takımı sıralayınca, kuru bir bakışla kafamda bambaşka bir şey çıkıyordu. Arjantin ve Brezilya final oynar, 2014'te gerçekleşmeyen rüya Katar'da yaşanır diyordum. Zira son dönemin en formda iki takımı onlar."

Akla ilk gelen doğrudur felsefesi bir kez daha doğru çıktı. Arjantin'in final oynayacağını düşünüyorduk. Sonra kararımızdan vazgeçtik. Keşke geçmeseydik.

MADDE 2: 

"İlginç bir şekilde turnuvanın favorisi olarak gördüğüm Arjantin erken eleniyor. Çünkü D Grubu'nda Danimarka'yı lider yaptım. Bunun sebebi de şuydu; Fransa - Danimarka maçı berabere biter, averajla grup lideri belli olur. Danimarka daha gollü maçlar oynama potansiyeli ile liderliği, Didier Deschamps'ın Fransa'sı da her zaman olduğu gibi grupta sıkıcı futbol oynayarak ikinciliği alır. Bunun getirisi olarak da ikinci turda Arjantin ile Fransa eşleşir."

Burada fena çuvalladık. Fakat ben mi çuvalladım Danimarka mı emin değilim. Herkesin gizli favori olarak sunduğu Danimarka fecaat bir turnuva geçirdi. Ben ilk maçtan notumu vermiştim zaten. Tunus karşısında tel tel döküldüklerinde gruptan çıkamayacaklarını anladım. Fakat iş işten geçmişti, tahminimizi çoktan kağıda dökmüştük. Haliyle Fransa lider oldu. Arjantin'in önü açıldı. İkilinin yolu finalde kesişti.

MADDE 3:

"Fransa, yine her zaman olduğu gibi,  bu tip 'çetin' maçları iyi oynar. Onların takılacağı yer geçen yaz olduğu gibi, İsviçre gibi rakiplerdir. Arjantin'in savunmasını Mbappe bozabilir (2018'de olduğu gibi), orta sahada Kante ve Pogba olmasa dahi Fransa rakibine üstünlük kurabilir. Don't cry for Messi, Argentina!"

Burada yanıldığımı kabul etmiyorum. Sonuçta bir Arjantin - Fransa eşleşmesi öngördüm. Fransa'nın bu tip maçları daha iyi oynadığını da izledik. İngiltere'yi geçerken, Fas karşısındaki kadar zorlanmadılar mesela. Finalde de Arjantin savunmasını Mbappe bozdu gerçekten de. Penaltıların sonucunu başka unsurlar belirliyor, orası bizi aşar. Şunu da unutmayalım; Arjantin turnuva boyunca üzerine koya koya ilerledi. Gruptan hemen çıktıktan sonraki halleri Fransa'ya kafa tutamayabilirdi.

MADDE 4:

"Sürpriz takımlarından biri, belki de birincisi, Sırbistan... Yine de temkinliyim zira bu ülkenin kritik maçlarda ve kritik zamanlarda kırmızı kart görme, kavga çıkarma, kendi arasında kavga etme gibi huyları var. Saha dışı her zaman soru işareti."

Basına yansıyan seks skandalından, 3-1'i bulan Kamerun karşılamasının 3-3'e dönmesinden, İsviçre maçındaki asabiyetten uzun uzun bahsetmeye gerek yok. Sanırım tahminimiz doğru çıktı.

MADDE 5:

"Ronaldo'nun yaşadığı, yaşattığı sorunlar ve Sırplardan rövanş alma isteğinin getirdiği kontrolsüzlük ile Portekiz kaybeder... "

Bunu Sırbistan eşleşmesi için söyledik ama Portekiz İsviçre'yi rahat geçti. Fakat gitti Fas'a takıldı. Bence yine doğruya biraz daha yakın tahmin. En azından Ronaldo'nun yaşadığı ve yaşattığı sorunlar turnuvaya damga vurdu. Ben de kendisinin yedek kalacağını tahmin etmezdim ama olaylar öyle bir gelişiyordu ki, her şey mümkündü zaten... Neyin ne zaman olacağı belirsizdi sadece.

MADDE 6:

"Sırbistan çeyrek finalde Belçika'ya takılıyor. Aslında geçemeyecekleri bir takım değil. Fakat Belçika'nın altın kuşağının artık bu aşamalarda kaybetme lüksü olmadığını düşünüyorum. Yarı finaldeki Danimarka- Belçika eşleşmesi ise her şeye açık."

Bu paragrafı biraz kısalttım. Gruptaki tahminlerimiz şaşınca, yollar da değişiyor haliyle. Birçok cümle taca çıkıyor. Fakat Belçika konusunda yanıldığımı kabul etmem lazım. Yine de Lukaku son maçta boş kaleye en azından bir tane atabilseydi kaderleri farklı olurdu. Sonuç olarak yarı finalde ne Danimarka'yı gördük ne Belçika'yı...

MADDE 7:

"Brezilya benim gözümde o kadar rahat ki; diğer taraftan tüm güçlü takımları yene yene geliyor finale. Çeyrekte Almanya'yı, yarıda Fransa'yı geçiyorlar. Finalde de Danimarka veya Belçika; kim gelirse gelsin yenip kupayı alıyorlar..."

Burada yanıldık. Brezilya'ya fazla güvendik. Oysa çok iyi maçlar oynadılar. Herhalde Hırvatistan yerine kafa bir takım gelseydi daha konsantre olurlardı. Öte yandan o paragrafın devamında bir 'ama'mız vardı...

MADDE 8:

"Brezilya'nın her zaman bir "ama" sı vardır. 1982, 1986,2006, 2014 (ev sahipliği sayesinde) çok iyi kadrolardı ve turnuvaların favorileriydi. Fakat kupayı alamadılar. 1994'te çok sıkıcılardı, 2002'de güç bela turnuvaya katıldılar ve ikisinde de kupayı aldılar. Bir kez daha favori olmaları bizi yanıltabilir. Bu ülke "iyi durumda olmayı" kaldıramıyor. "

Nokta atış....

MADDE 9:

"Gol kralı adayım ise; grup aşamasında zayıf rakiplere gol yağdırıp turnuva boyunca da beş maça çıkabilecek Hollanda'nın herhangi bir hücum oyuncusu... Penaltıcı Memphis Depay olabilir."

Mbappe sildi süpürdü. Helal olsun kardeşime seviyorum kendisini. Depay tahmini pek yerinde olmadı ama Gakpo'nun yukarıyı zorlaması teselli ikramiyesi olabilir. Diğer yandan Louis van Gaal'in sıkıcı futbolunu hesaba katmadığımı kabul etmeliyim.

Cumartesi, Aralık 24

The Big Wedding


Oscar kazanmış dört isim Robert de Niro, Susan Sarandon, Robin Williams ve Diane Keaton ile Oscar'da bir adaylığı bulunan Amanda Seyfried'i barındıran komedi filminden aslında zaten çok beklentimiz yoktu. Ekibin keyif için bir araya geldiğini ve bize yumuşak bir film izlettireceğini kabullenmiştik.

Fakat yine de asgari bir beklentimiz de oluşmuştu. Çok muazzam bir konusu olmayan ama iyi oyunculuklar ve ince mizah ile bizi güldürecek bir film çıkabilirdi. En azından yıldız dolusu filmin notu da bir üç yıldızı yakalardı.

Acımasız olmayalım; daha kötü filmler gördük. Bu film de izlenmeyecek seviyede değil. Yorucu olmasını istemediğiniz akşamlarda, takibi kolay bir film arıyorsanız; ideal tercih olur. Fakat yine de bu ekipten daha fazlasını beklerdik.

Mesela kısa süre önce izlediğim America's Sweethearts bunu başarmıştı. The Big Wedding'de De Niro ve Sarandon bizi tatmin ediyor. Robin Williams'ın süresi az. Gençler gayet vasat, Keaton da onlara eşlik ediyor.

Aklımda kalan bir espri zaten yok. Hikayenin de nereye gideceği çok belli ve bir heyecanı da yok. Biraz kolaya kaçılmış ama sonunda zoru başarmış. Bu ekipten çıkabilecek en standart iş çıkmış.

Cuma, Aralık 23

Şampiyona Elenenler II (Dünya Kupası)


Türkiye Kupası için yaptığımız şampiyonlara elenenler serisini Dünya Kupası'na da uyarlayalım. Arayı uzatmayalım, zira Dünya Kupası’nın havası sönerse dört sene sonra ancak yakalarız. Dört sene sonra da bu blog olur mu olmaz mı belli olmaz. 

Blog tarihindeki dördüncü Dünya Kupası’nı geride bıraktığımızı ekleyelim tabi. İstikrarlıyız.

Konumuza dönelim. Burada da şampiyona elenenleri sıralarken finalistleri almadık. Turnuva tarihi bolca grup aşamasına sahne olduğu için, bazı takımların listede üst sıralarda olması ilk başta şaşırtabilir.

Zaten ilk sırada da  bu ülkelerden biri var. İngiltere ve Fransa beşer kez şampiyonlara elenmiş; bunda bir sorun yok. Biri futbolu icat etmiş, diğeri de son döneme kadar “iyi ama çok iyi değil” sınıfındaydı. Yani sıklıkla yukarılara oynayıp eli boş dönen ve bu esnada şampiyonlara takılan takımlar olmaları normal. Fakat Peru’nun orada işi ne?

Tabi ki grup aşaması sayesinde bunu başarıyor. Tarihinde beş kez Dünya Kupası’na katılan Güney Amerika temsilcisi, her defasında şampiyonlarla karşılaşmış ve elenmiş. Turnuvanın uğur böceği, bir totemi adeta. 1930’da Uruguay’a, 1982’de İtalya’ya, 2018’de Fransa’ya ilk tur gruplarında, 1978’de Arjantin’e ikinci tur gruplarına tosluyor. En büyük başarısı olan 1970’te de çeyrek finale çıkıp Pele engeline takılıyor.

Aslında bizim de Peru ile benzer bir noktamız yok. Belki turnuvaya beş kere katılamadık ama her gittiğimizde şampiyona elendik. 1954’te Batı Almanya, 2002’de Brezilya ile oynadık. Üstelik ilginç olan her ikisi ile de ikişer maç yaptık. Sanıyorum ki tarihte eşi benzeri yoktur.

4 kez şampiyona elenen takımlar arasında Brezilya var. Şaşırtıcı değil. Meksika var. O da şaşırtıcı değil. Çoğu 1970 öncesi zaten. Hatta 1966’dan sonra ilk kez, bu sene şampiyona elendi. Fakat Avustralya’nın ne işi var? Turnuvaya altı kez katıldılar ve dördünde şampiyona elendiler. Üstelik 2006’ya kadar sadece bir kez turnuvaya katılmışlardı. Bu sene Arjantin’e, 2018’de Fransa’ya elenerek hızlı bir yükseliş içindeler.

Diğer takımların sayısı normal. Üç kere, iki kere ve tabi ki bir kere şampiyona elenmek, kim olursanız olun gayet normal karşılanabilir. Yine de turnuvaya katıldığını bile zar zor hatırladığımız takımları burada görebiliyoruz.

2002’deki kader ortaklarımız Kosta Rika ve Çin’e selam olsun; Honduras, Galler (bu sene değil, 1958) BAE gibi takımlar mevcut.

Turnuva tarihinin “baba’ takımlarından İtalya’nın sadece 1 kez şampiyona elenmesi (1998 – Fransa) ve onda da penaltılarla boyun bükmesi çok enteresan. Almanya da sadece iki kere şampiyona eleniyor. Üstelik ilki 2006’da kendi evindeki turnuvada… İkinci de bir sonraki turnuvada İspanya’ya… Benim şaşırdığım bilgiler bunlar.

İsviçre’ye de parantez açmak lazım. Tarihinde bir kez şampiyona eleniyor. 2010’da grup aşamasında İspanya’ya. İşin ilginç kısmı ise, o grup aşamasında İsviçre İspanya’yı 1-0'lık skorla mağlup etmişti. Hatta o üst üste üç kupa kazanan İspanya Milli Takımı’nı o dönem yenebilen az sayıdaki ülkeden biriydi. Fakat elendi işte…

Peki final kaybedenleri de listeye ekleyince ne oluyor? 

Sadece iki kere şampiyona takılan Almanya, finallerde dört kez gümüş madalya ile yetiniyor. Brezilya da iki final kaybetti. Yani iki ülke da 6 yapıyor. Aralarına da üçer kez final kaybeden Hollanda ve Arjantin’i de alıyorlar. Fakat birincilik Pazar gününden itibaren bu dörtlüye ait değil.

Arjantin’e yenilen Fransa, yedinci kez şampiyona elenmiş oldu. Finalleri dahil edersek en bahtsız ülke onlar. İnan Özdemir sık sık, Fransızların ikincilikleri ile ve kaybedişleri ile gururlandığını yazar. Bu bilgiye dair de bir sözü olacaktır muhakkak. 

Finalde yenilenler haricindeki listemiz burada:

5 kez: Peru, Fransa, İngiltere, 

4 kez: Brezilya, Meksika, Avustralya, 

3 kez: Yugoslavya, ABD, İspanya, Avusturya, İsveç, Arjantin, Portekiz, Çekoslovakya, Uruguay, Belçika, Hollanda,   

2 kez: Romanya, Türkiye, Güney Kore, Şili,  Almanya, Hırvatistan, Polonya, Kamerun, Suudi Arabistan, Paraguay,  

1 kez: Norveç, Bolivya, Galler, Ukrayna, Çin, Kosta Rika, İtalya, Macaristan, BAE, Rusya, Güney Afrika, İsviçre, Cezayir, Honduras, Gana

Perşembe, Aralık 22

Ziverbey Köşkü


 Ziverbey Köşkü, İlhan Selçuk'un bu kitabı ile meşhur oldu. Fakat yanlış köşk...

Aslında ufak bir yanılgı var. Kadıköy'de Ziverbey diye tabir edilen bölgede büyük bir köşk vardır. Şimdi orası site oldu. Çoğunluk o köşkü, kitapta bahsedilen köşk zanneder. Oysa orası Beyaz Köşk'tür.

Ziverbey Köşkü ise Erenköy tarafındadır. Daha doğrusu o taraftaydı. Artık yok. Tabi ki kentsel dönüşüme kurban gitti. İşin ilginç tarafı, Neuchatel Xamax maçında tribünde olduğunu iddia eden 20 milyon insan gibi yüzlerce insan da; bu kitap çıktıktan ve Selçuk anılarını anlattıktan sonra köşke dair hikayeler üretmişlerdir. Zamanında Ziverbey'deki köşkte acı acı bağrışlar duyduklarını söyleyen birçok insan vardır. Oysa kitapta bahsedilen yer orası değildir. Ne diyelim; belki de orası da bir işkence köşküydü.

Esas konumuza gelelim. 1970'lerde bir ay boyunca bu köşkte tutulan ve işkenceye maruz kalan isimlerden biri İlhan Selçuk'tur. Selçuk yıllar sonra bu kitabı yazar ve yayınlar. Açıkçası ben, işkencecilere duyulan öfke nedeniyle o bir ayın detaylarıyla anlatılacağı bir derleme bekliyordum.

Tabi ki anılar ve izlenimler mevcut. Oysa Selçuk, "Ben ne acılar gördüm" demiyor. Tam tersi büyük bir olgunlukla o bir ayı analiz ediyor. Esas olarak beni şaşırtan ve kitabın temelini oluşturan kısım ise Selçuk'un köşkte mahkemeye gönderilmeden önce tasarladığı müthiş plan.

Malum; işkenceye maruz alan insanlardan istenen ifadeler alınır ve işlem öyle tamamlanır. Yani ya o istenen cümleleri kullanacaksınızdır ya da işkence sürenizi uzatacaksınızdır.

Selçuk, ifadesini yazarken ve yazdırırken akrostiş sanatına başvuruyor ve işkence altında olduğunu hiçbir işkenceciye fark ettirmeden belgeliyor. Mahkemede de savunmasını buna göre yapıyor.

Kitabı yazma nedeni, ise yıllar sonra ortaya çıkıyor. Nazlı Ilıcak yönetimindeki Tercüman gazetesi, Selçuk'ın ifadesine ulaşıyor ve o ifadeyi 'itiraflar' adı altında yayınlıyor. Bunun üzerine Selçuk tüm olan biteni yazmaya karar veriyor. Belgelerle beraber...

Tabi ki işkenceye maruz kalmış birinin anılarını Hollywood gözüyle değerlendirmek ayıp kaçacaktır. Fakat bu yaratıcı fikrin verdiği ilhama şapka çıkarmak lazım. Gerçekten filmi çekilse heyecanla izlenecek bir öykü. Diğer bir açıdan romanı bile olabilirmiş. Bana ara ara Kelebek'i hatırlatmadı değil.

Kısacası, kolay okunan ama akılda detayları kalmayacak bir anı kitabı bekliyordum; daha fazlasını buldum...


Çarşamba, Aralık 21

Şampiyona Elenenler

Şampiyona elenmek turnuvaların teselli kaynağıdır. Tabi ki finalde yenilmekten bahsetmiyorum. Tamam, ikincilik de güzel bir duygudur, başarıdır ama sonuçta finali kaybetmenin yükü de ağırdır. Oraya kadar gelip, ufak farklar nedeniyle bir alt basamakta kalıyorsun. Orası acı verici...

Oysa ilk turda elendiğin bir takıma yenilince, sezon sonunda güzel bir teselli çıkıyor ortaya. "Oğlum bizim yenildiğimiz takım şampiyon oldu. Biz eleseydik biz şampiyon olurduk" diyenler her zaman vardı, daima olacak. Olmalı da... Bu işin tadıdır.

Öyleyse, tam da Türkiye Kupası'nın yeni sezonunun en alevli turunun başladığı şu günlerde kupa tarihine bir bakalım. Şampiyona elenen kaç takım var, en çok kim elenmiş gibi soruların cevaplarını arayalım.

Öncelikle, finalde yenilenleri bir kenara bırakalım. Finalden önce şampiyona elenmiş 83 farklı takım var. Aralarında bilinen takımlar var ama futbol tarihimizde çok iz bırakmamış ekipleri de görebiliyoruz.

Mesela Beşiktaş'ın amatör takımı... Bir dönem, Süper Lig takımlarının amatör takımları da vardı ve kupaya katılabiliyorlardı. 1988-89 sezonunda Beşiktaş'ın amatör takımı kupada yer aldı. Bayrampaşa ve Zeytinburnu'nu yenerek 3. tura çıktı. Ve burada kulübün ağabeyleri ile eşleştiler. Tabi ki kazanan A takımdı. O Beşiktaş da sezon sonunda Les Ferdinand'ın slalom yaptığı finalde Fenerbahçe'yi yenerek kupaya uzanacaktı.

Denizgücü, Muhafızgücü gibi ordu takımları, Ereğlispor, Balçova Yaşamspor, Kızılcabölükspor gibi ilçe takımları, Alibeyköyspor gibi semt takımları, Düzcespor, Bartınspor gibi futbol ortamında önümüze pek çıkmayan şehir takımları ve ne olduğunu unuttuğumuz Mobellaspor gibi ekipler; zamanında şampiyonlara elendiler. Tarihlerine bu gururla devam ediyorlar mıdır bilinmez...

En bahtsız takım ise Ankara'dan çıktı. Normalde, kupanın her sezonuna katılan ve doğal olarak çoğunda da elenen dört büyüklerin şampiyonlara sık sık takıldığını düşünebilirsiniz. Aslında haklısınız da... Beşiktaş 12, Fenerbahçe ve Trabzonspor 11 kere şampiyonlara elenmiş. Fakat onlarla aynı seviyede olan bir takım var.

Geçen sezon şampiyon olan Sivasspor'a da elenen Ankaragücü tam 12 kere şampiyonlara takılmış. Beşiktaş ile beraber en yüksek sayı.

Bu arada kupa beyi Galatasaray için bu rakam sadece 5! Karşıyaka ve Ankara Demirspor kadar... Zonguldakspor, Gaziantepspor, Eskişehirspor, Konyaspor gibi takımlar Galatasaray'dan daha çok yaşaış bu duyguyu.

Öte yandan 10 kez şampiyonlara elenen Bursaspor'u da atlamayalım... Öte yandan dokuz kez şampiyona elenen bir takımın olmaması da ilginç...

Peki finalistleri de dahil edince neler oluyor?

En çok final kaybeden Fenerbahçe (11), tam 22 kez şampiyonlara yenilmiş oluyor bu sayede. Beşiktaş 17, Trabzonspor 16'ya çıkıyor. Ankaragücü 15'te kalıyor, kardeş takımı Bursaspor da aynı rakamla yanına geliyor. Altay finaller dışında dört kez şampiyona elenirken, beş final kaybederek, yani daha çok sayıda finalde kaybederek, ilginç bir istatistiğe imza atıyor.

Yine de ben finalistleri bu listeye katma taraftarı değilim. Sebebini de yukarıda yazmıştım.

Yazıyı da toparlayalım. İşte şampiyonlara elenenler sıralı tam liste (umarım yanlış hesap yapmamışımdır):  

12 kez: Ankaragücü, Beşiktaş

11 kez: Fenerbahçe, Trabzonspor

10 kez: Bursaspor

8 kez: Konyaspor

7 kez: Eskişehirspor,

6 kez: Zonguldakspor, Gaziantepspor, Kocaelispor, Rizespor, Samsunspor

5 kez: Karşıyaka, Ankara Demirspor, Galatasaray, Kayserispor

4 kez: Altay, Adanaspor, Boluspor, Gaziantep FK, Gençlerbirliği, İstanbulspor, Orduspor

3 kez: Antalyaspor, Ankaraspor, Mersin İY, Diyarbakırspor, Denizlispor, Manisaspor, Sarıyer, Sivasspor

2 kez: PTT (Türk Telekom), Alanyaspor, Hacettepe, Bandırmaspor, Başakşehir, Erzurumspor, Dardanelspor, Karabükspor, Kasımpaşa, Malatyaspor, Hatayspor, Sakaryaspor

1 kez: Akhisarspor, Adana Demirspor, Beşiktaş Amatör, Bartınspor, Balıkesirspor, Bucaspor, Ereğlispor, Erzincanspor, Denizgücü, Denizli Belediyespor, Elazığspor, Göztepe, Karagümrük, Erciyesspor, Kastamonuspor, Konya Şekerspor, 1922 Konyaspor, Yeni Malatyaspor, Osmaniye Gençlik, Pendikspor, Şekerspor, Şanlıurfaspor, Tarsus İdman Yurdu, Trabzon 1461, Tokatspor, Ümraniyespor, Vefaspor, Vanspor, Alibeyköyspor, Lüleburgazspor, Düzcespor, Muhafızgücü, Mardinspor, Mobellaspor, İnegölspor, Balçovaspor, Diyarbakır BB Spor, Kızılcabölükspor, Keçiörengücü

Salı, Aralık 20

Kadının Adı Yok

Duygu Asena ve Kadının Adı Yok isimlerini 90'larda sıklıkla duyardım. En çok da Hıncal Uluç diline pelesenk etmişti. Üzerinden çok zaman geçti, konuşmaların ve tartışmaların odak noktasını pek hatırlamıyorum. Sanıyorum Uluç (Erkekçe'nin genel yayın yönetmeni), sıklıkla Asena ile (Kadınca'nın genel yayın yönetmeni) dalga geçiyordu. Belki de dostça atışmalar yapıyorlardı ama o zamanlar (ve sonrasında da) ekranlarda en çok görünen isim Uluç olduğu için, onun iğneli cümleleri daha çok yer ediyordu zihnimizde. Asena'nın verdiği cevapları ise duymuyorduk bile.

Bizler henüz ergenliğe bile girmemiş tıfıllardık. Fakat hem okumadığımız kitap hem de ekranlarda pek görmediğimiz yazar, o günlerde gözümüzde biraz itibarsızlaştırılmıştı. Neredeyse "Deli kadın" formuna sokulmuştu.

Açıkçası Asena da zaman geçtikçe, bu tanıma uygun cümleler kurmaya başlayacaktı. Belki ana akımın üzerine gelmesi onda bir öfke yarattı. Belki de bu sivrilme hali hoşuna gitti ve daha da sivri olması gerektiğine inandı. Tıpkı Uluç'un her zaman yaptığı gibi. Fakat Uluç bir erkekti ve zaten futbol, konser, sinema, güzellik yarışmaları konuşan bir adamdı. Asena daha ciddi meselelere giren bir kadındı. Sivrilmesi hoş karşılanmazdı. Karşılanmadı da...

Öyle veya böyle; sonuç olarak 1980'lerde yazılan ve 1990'larda sıkça tartışılan Kadının Adı Yok romanını ancak 2020'lerde okuyabildim.

Bugünlerde 'feminizm' kavramı çok revaçta. İçerik olarak değil, tanım olarak değil ama en çok sıfat olarak kullanıyor. Birçok insan (bunun başını ünlüler ve sosyal medya fenomenleri çekiyor) kendilerine feminist sıfatını takıyorlar ve kavramın içini kendi istedikleri gibi dolduruyor. Kimin nasıl düşüneceğine ve ne şekilde yaşayacağına karışacak değiliz ama bu çok seslilik, halen hak ettiği gücü yakalayamamış bir hareketin karman çorman bir hale gelmesine neden oluyor. Kısacası, halen bu hareketin zayıflıkları ve kavramın ise (en azından Türkiye'de) boşlukları var.

Oysa, 1980'lerin sonunda bu kavram çok hızlı güçlenmeye başlamıştı. Darbenin sonrasıydı ve birçok politik düşünce eriyip giderken feminizm baş kaldırmaya çalışıyordu. O kitleselleşme Duygu Asena'nın hem gazetelerde ve dergilerde yazdığı yazılardan hem de Kadının Adı Yok'un (60'tan fazla baskı yapmış) yayılmasından geliyordu.

Kadının Adı Yok, tam da bu yüzden halen önemini koruyan ve her zaman koruyacak güçlü bir roman. Aslında Duygu Asena'nın yazarlığı eleştirilebilir. İyi bir romancı değil gibi. Gerçi bu romanı, onun ilk eseri. O açıdan düşününce eksiklerini görmezden gelmek mümkün olabilir. Fakat en azından edebiyat çevreleri o yıllarda sırtlarını çok çabuk dönmüşler. Bir hafta önceki postta ilk kez bir kitabını okuduğum Tomris Uyar bile, bir kadın olmasına rağmen dayanışmaya gitmemiş ve Asena'yı yerden yere vurmuş. Bana kalsa (kalmaz gerçi) Uyar'ın ve Asena'nın bir hafta arayla okuduğum iki kitabını tartsam; Asena'ya önceliği verirdim.

Oysa zaten kitabın önemi edebi dilinde ve gücünde yatmıyordu. Duyu Asena, bugün bile halen kafa karışıklığına sebep olan 'feminizm' hareketinin başucunu kitabını yazmış. Muhakkak tarihte hem yerli hem yabancı yazarlar ve akademisyenler konuyla ilgili çok daha detaylı ve kapsamlı eserler üretmiştir. Fakat esas önemli olan, hem her toplumun kendi özelliklerini vurgulayarak öznel bir ürün çıkarmak hem de bunu sade bir dille her kesime ifade edebilecek şekilde yazabilmekti.

Duygu Asena, yarı otobiyografik bir roman yazmış. Kitaptaki birçok olay onun hayatında yaşanmış. Romandaki muhafazakar babaya benzeyen kendi babası, kızlarına aynı tutuculukta davranmış. Tıpkı romandaki gibi, kızlarının üniversite okumasını istememiş, kazanamayacaklarını düşündüğü için sınava girmelerine izin vermiş ve sınavı kazandıkları için bu kararından pişman olmuş.

Asena tıpkı romandaki gibi, çalıştığı Hürriyet gazetesinde ayrımcılığa uğramış, bu esnada özel hayatı ile gündeme gelmiş, gazetede evli biri ile ilişki yaşayınca kovulmuş, oysa aşkın diğer tarafındaki adam (kim olduğunu bilmiyorum) işine devam etmiş. 

Biyografik bir roman gibi dursa da özellikle şehirli orta sınıf Türk kadının toplumda, ailede, iş hayatında, okulda, ilişkilerinde yaşadığı, yaşayacağı ve yaşayabileceği her sıkıntıyı örneklendirmiş. Romanın giriş ve gelişme bölümleri bu anlamda çok önemli. Türkiye'deki feminizm hareketinin kitlelere yayılması için halen kullanabilecek, değerini kaybetmemiş bir roman.

Fakat yine de son tahlilde ufak bir zaafı var. Asena'nın yarattığı kadın karakter, yine bir erkeğe ihtiyaç duyuyor. Buna ihtiyaç demek belki yanlış olur ama kitabın sonun yine 'onunla/onlarla' bitiyor.  Oysa roman boyunca, ayakları üzerinde duran, bunun için mücadele eden bir kadının tasvirini okumuştuk. Bunu da başarıyordu. Peki o zaman romanın sonundaki hüznümüz niye? Aşkı bulamayan kadına üzülecek miydik? Tabi ki başka romanlarda, benzer hikayelerde üzülürdük de sanki burada bu hüzün bize geçmemeliydi. Özgürlüğün bedeli yalnızlık olabilirdi ama bu bize kötü, acı hatta pişmanlık yaratan bir duygu vermemeliydi.

Kitabı okurken sıklıkla zihnimde film sahneleri canlandı. Hatta kendi kendime "Tam bir Müjde Ar- Atıf Yılmaz filmi çıkar bundan" dedim. Üstelik romandaki karakter (kadının adı yok) sarı saçlı bir kadın olarak tasvir edilmişti. Buna rağmen Müjde Ar imajından arınamıyor, Atıf Yılmaz'ın klasikleşmiş anlatım tarzından çıkamıyordum.

Sonradan öğrendim ki zaten bu roman filme çevrilmiş. Yönetmen koltuğunda tabi ki Atıf Yılmaz vardı. Fakat sene artık 1980'lerin sonu olduğu için Müjde Ar'ın yerini Hale Soygazi almış. Filmi izlemedim ama zaten kafamda çektim bile. Sanırım izlememe gerek kalmadı.

Filmi es geçelim şimdilik. Roman ise halen hak etmediği eleştirileri almaya devam ediyor. İnternet sitelerindeki yorumlara bakıyorum, yine bayağı bir bakış açısı ile eleştiriler mevcut. "Kadın madem feminist, neden diğer kadınlarla dayanışmıyor da bireysel takılıyor"; "Madem kadın babasının annesini aldatmasına kızıyor, neden evli adamlarla ilişki yaşıyor" gibi; aslında romanı ve karakteri değil, feminizm hareketini ve biraz sivrilen kadınları eleştiren, onları baskılamayı amaçlayan, baskılamayı da kendi menfaatleri için değil de ahlaki sınırlar çizerek meşrulaştırmaya uğraşan kitleler bunu yapıyor.

Oysa Asena'nın bu ilk romanı dışında yaptığı işlere bakarsak, kadın dayanışması için uğraştığını görüyoruz da. Özellikle Kadınca dergisi esnasında, üreten ve çalışan kadınları sıklıkla gündeme getirmiş, örnek rol modelli olarak sunmuş, kadını Cosmopolitan modeli olarak değil, toplumun asli unsuru olarak göstermeye çalışmış; bunu da en azından 1980 sonrası karanlık dönemde yapabilen ilk cesurlardan biri olmuş.

Sanırım Asena iyi bir dergici, gazeteciydi. Ve yazı dili de o alanlar için keskinleşmişti. Hatta bir dönem (Hürriyet'ten kovulduktan sonra) bir reklam ajansında metin yazarlığı da yapmış. Daha kısa ama vurucu cümleler üretmeye kodlanmış bir kalem. Belki de o yüzden Romanın Adı Yok, edebi açıdan güçlü değildi, zira onun alanı başkaydı. Fakat önemli olan edebiyat çevrelerini sarsmak değildi. Esas amacına da ulaşmıştı.

Açıkçası bunlara dair benim de çok bilgim yoktu. O nedenle 'sanırım' ve 'belki' kelimelerini, -miş'li geçmiş zamanları sıklıkla kullandım. Zaten buraya yazdığım birçok kitap ve film yazısında; kafamda kalanları hızlıca yazar, internetten da çok kısa bir araştırma yapardım. Fakat edebi olarak zayıf bulduğumu itiraf ettiğimi Kadının Adı Yok, beni birçok internet sitesini tıklamaya yönlendirdi. Merak ettim. Bu kitap nasıl yazıldı, nasıl yasaklandı, Duygu Asena kimdi, bu romanı nasıl üretti? Bu kadar çok meraklı soruyu sordurması başlı başına önemliydi.

Bütün bu soruların cevaplarına ve yukarıdaki bilgilere de (Asena'nın hayatı, Tomris Uyar eleştirisi, Kadınca dergisi vs) o sayede ulaştım. Yani ne roman sadece bir romandan ne de Duygu Asena sadece romandaki kadından ibaret...

Peki ben, internette rahatlıkla bulabileceğini bu bilgileri neden uzun uzun burada yazdım. İşte onun için ilk paragrafa dönmek gerekiyor. Sanrım, 90'larda bu kadına haksızlık edildiğini ve yaşım küçük olsa da o haksızlığın bir parçası olduğunu düşünüyorum. Belki de bir özür, belki de bir günah çıkarma...

Çoğu kitabı çok satanlara girmiş ve hayatını kaybetmiş bir yazar için önemli değil ama onun hakkında birkaç satırdan fazlasını yazmak, onu daha uzun anmak gibi bir borcum vardı galiba. Ödedim mi? Sanmıyorum. Ama başladım...

Pazartesi, Aralık 19

Hikayelerin Şampiyonluğu

Şampiyonluklara anlam katan biraz da yoldaki hikayelerdir. Buralara vurgu yapanlar romantizm ile suçlansa da olay biraz da budur.

Arjantin'in şampiyonluğunu bazı şampiyonluklardan ayıran ve onu bazı şampiyonluklarla aynı noktaya çıkaran hikayelerinin bolluğuydu. O yola anlam katan hikayeleri sıralayalım. Daha fazlası varsa da siz ekleyin...

1) Lionel Messi: Şampiyonluğun ve hatta turnuvanın tamamen Lionel Messi üzerinden okunmasına karşıyım ama yine de onun için sorulan soruların bu yolculuğa eşlik ettiğini inkar edemeyiz. 12 yıldır, Lionel Messi bu kupayı kazanacak mı, kazanamazsa en iyi olamayacak mı tarzı tartışmalarla iç içeyiz. Ben her ne kadar bu tartışmaları sevmesem de, sırf bu sorunun cevaplanması için Arjantin'in serüvenini ilgiyle izledik. Sorular cevaplandı. Peki şimdi ne olacak? Olan Dünya Kupası'na oldu, kendisine yeni bir soru ve yeni bir özne bulması lazım.

2) İlk maçta yenilgi: Dünya Kupası'nda ilk maçını kazanamadan finale yükselen ilk takım 1966'da İngiltere'ydi. Yenilerek başlayıp finale yükselen ilk takım 1982'deki Batı Almanya'ydı. Yenilerek başladıktan sonra kupayı alan tek bir takım vardı, o da 2010'da İspanya'ydı. Yani Lionel Messi'nin Barcelona'dan takım arkadaşları. 2022'de Arjantin bunu tekrarladı. Fakat bir fark var. İspanya o turnuvada İsviçre'ye 1-0 yenildiğinde hem sağlam bir Avrupa takımına boyun eğmişti hem de bir yol kazası olduğu aşikardı. Arjantin, Suudi Arabistan'a yenildiğinde aynı durum söz konusu değildi. Birçok insan Tangocuların gruptan çıkmayacağını düşünüyordu. Bir ay önce Arjantin'de bambaşka bir hava vardı. Siyahtan beyaza dönmenin tadı da bir başka olsa gerek.

3) İkinci yarılar: Suudi Arabistan maçından sonra gruptan oynanan iki karşılaşmanın da ilk yarısı 0-0 sona erdi. Mutlak kazanılması gereken maçlardı ve 45'er dakikalar çöpe atılmıştı. Hatta Polonya maçında Messi penaltı bile kaçırmıştı. Sonrasında maçlar kazanıldı. Tabi Arjantin gibi takımların zorlanması hoş karşılanmaz. Onların ilk yarıdan işi bitirmesi istenir. Fakat bu maçlarda sonucun geç gelmesi, stresin artması, gerginliğin yayılması, tırnakların yenmesi, totemlerin yapılması, duaların edilmesi ve sonrasında maçların kazanılması olayı daha anlamlı hale getiriyor. Sıradan maçlar değil, hepsi birer anı...

4) Martinez ve penaltılar: Üçüncü maddede olduğu gibi; maçların uzaması, kazananın son anda belli olması, gelgitlerin yaşanması her zaman değerlidir. Yolun bir noktasında, tam düşecekken, son anda tutunmak ve devam etmek güzel hikayedir. Arjantin, turnuvada bunu çok defa yaşadı. Üstelik çoğunda elleriyle uçurumun kenarına tutunan kaleci Emiliano Martinez'di. Avustralya maçının son dakikaları, Hollanda maçındaki penaltılar, Fransa maçının son saniyesi ve Fransa maçındaki penaltılar... Adamın Katar günlerine dair bir belgesel çekilse, Messi'den daha çok ilgimi çekebilir.

5) Taraftar akını: Bu maddeye çok girmeyeceği, zira detaylı olarak burada yazdık.

6) Hollanda maçındaki kavgalar: Birbirimizi kandırmayalım. Sık sık modern insanın kimliğine uygun davranarak "Futbolda kavga istemiyoruz" deriz ama her taraftar sahada rakibiyle didişen futbolcusunu sever. Bunu süreklilik hale getirmesin, tribüne oynamasın yeter. Arjantin - Hollanda maçı böyle bir karşılaşmaydı. Her zaman olmayan ama olunca da duyguları tavana yükselten 120 dakika. İki takım oyuncuları da sık sık birbiriyle didişti. Kariyeri boyunca  böyle anlarda sessiz sakin kaldığı için eleştirilen Messi bile, maç sonunda Weghorst'a laf yetiştirir oldu. Eminim ki o akşam takım bütünlüğü için önemli bir parçaydı.

7) Brezilya'nın elendiği gün: Ezeli rakibinizin olması güzeldir. Milli takımlarda ise bu duygu biraz eksiktir. Genelde komşular ve politik gerginlik içinde olunan ülkelerle bir rekabet ortamı oluşturulur. Fakat onların da sahadaki güç dengesi çoğu zaman birbirlerine yakın olmadığı için maçlardan ve derbilerden tat almak zorlaşır. Brezilya ve Arjantin ise öyle değil. Hem coğrafi olarak birbirlerine yakınlar hem de dünya futbolu konusunda başa güreşiyorlar. Yani yakınlık ilişki olmasa bile birbirlerine meydan okuyabilirlerdi. Sonuç olarak 9 Aralık günü Katar'da yaşananlar enteresandı. İki takım turnuvaya favori olarak geldi, Arjantin kötü başladı, Brezilya'ya kupayı verenler bile oldu, sonra aynı gün sahaya çıktılar. Arjantinliler tribünde kendi maçlarını beklerken, Brezilya penaltılarla elendi. Yani hem ezeli rakip eve döndü, hem de Arjantin'e daha kolay yol açıldı. Müthiş gaz unsuru...

8) Enzo ve Julian: Bence turnuvada Arjantin'i yukarıya çıkaran ikili buydu. Suudi maçında ilk 11'de yoklardı. Scaloni, o gün dedelerle oynadı. Sonra gençleri sahaya attı ve meyvelerini topladı. Bu yazının konusu taktiksel müdahaleler değil. Fakat müdahaleler ve sonrasında kazanılan başarı, ismini yeni yeni duyurmaya çalışan iki genç çocukla olunca anlamlı hale geliyor. Onların hikayesi de Arjantin'in hikayesine renk katıyor.

9) Finallerin golcüsü Di Maria: Angel Di Maria bence turnuvada iyi değildi. Zaten çok da oynamadı. Fakat hikayeye geçen seneden başlamak lazım. Senelerdir kupa kazanamayan Arjantin, Maracana'da Brezilya'yı yenerek hasretini dindirdi. Bu özgüvenin muhakkak Katar'a yansıması olmuştur. İşte o gün finalin golünü atan isim Di Maria'ydı. Döndük Katar'a... Finalde ilk 11'e girdi. Fransa maçında skoru 2-0'a getiren golü attı. İki sene, iki final, iki kupa, iki gol ve karşınızda Angel di Maria... Kötü oyun ama güzel hikaye...

10) Scaloni: Adamı iki maçlığına göreve getirdiler. İki kupa kazandı. Suudi Arabistan maçından sonra evine gönderiyorlardı, şimdi Buenos Aires'e kupayla inecek. 2006'da Messi'nin takım arkadaşıydı. Şimdi ona kupa kazandıran hoca oldu. Sahada oynarken birbirleriyle konuşurken bir fotoğrafları varsa caps hazırlardım:
"Leo, sana Dünya Kupası'nı kazandırayım mı"
"Hayır ben sana kazandırayım."

Pazar, Aralık 18

Huzursuzluk


Zülfü Livaneli'nin müzisyenliğine daha aşinayım. Edebiyat kısmı ise aynı derecede değil. 2008 yılında askerdeyken okuduğum Mutluluk'u çok sevmiştim mesela. Aslında o günden ve o referanstan sonra daha çok okumam gerekirdi ama orada kaldı birlikteliğimiz!

14 sene bekledim. Livaneli'nin 2017 yılında yazdığı ve o dönemin gündeminden beslendiği romanı Huzursuzluk'un hiç farkında değildim. Tamam; ben de kitap kurdu veya her yeni çıkan kitabı merak eden bir okuyucu değildim ama en azından bu tip popüler yazarların çıkan kitaplarından bir şekilde haberdar olurdum. Üstelik Huzursuzluk oldukça geniş kitlelere ulaşmış, çok satmış... Benim radarıma girmemesine şaşırdım.

Livaneli gibi 70'li yaşlarında birinin zamanını ruhunu yakalamaya devam etmesine şapka çıkarıyorum. Ne yaşadığı ülkeden, ne beraber yaşadığı insanlardan uzak değil. Fildişi kulelerde değil, toplumun içinde. Belki de gerçek aydınlardan biri.

Huzursuzluk da bu anlamda doyurucu bir kitap. Ortadoğu'da yaşanan ve Amerika'ya kadar uzanan bir dramı merkezine alıyor. Hikayeyi anlatırken hem karakterlere hem mekana hem kültürlere uzanıyor. Hiçbirine uzak değil. Bize çok sayıda bilgi veriyor ama bu esnada öyküden de uzaklaşmıyor. Yani bilgi yağmuruna uğramadan bilgileniyoruz. Üstelik aynı anda hem kadim kültürlerden hem popüler kültürden bahsediyor, bir Ezidi kızını anlatırken şehirlilerin yaşantısından da bahsediyor.

Aslında Mutluluk'ta da bu durum vardı ve çok daha güçlüydü.

Bu arada karakterlerin de genç olduğunu ekleyelim. Yani 70 yaşındaki Livaneli, 30'larındaki insanları tahlil ederken zorlanmıyor. Bu bile toplumun herhangi bir kesiminden uzak kalmadığının kanıtı gibi...

Fakat diğer yandan kitabın ebedi açıdan çok kuvvetli olmadığını üzülerek belirtmem gerek. Livaneli'nin ülke standartlarında (hem de 2017 standartlarında) iyi bir roman kaleme aldığını kabul edebiliriz ama sanki eser biraz çalakalem yazılmış gibi geldi.

Hızlı hızlı geçilmiş, kafadan geçenler hemen yazıya aktarılmış. Akla bir konu gelmiş. Bu konu karakterler üzerinden detaylandırılmış ama yazıya geçerken çok fazla üzerine düşünülmemiş gibi. Hatta belki de yazarın, belirli kesimler, gruplar, karakterler üzerinde bazı fikirleri vardı. Bunları ifade etmek istiyordu. Bunun için bir roman kurguladı ve satır aralarına bu fikirleri döşedi. Yalnız o cümleler de biraz slogan tarzında kalmış gibiydi.

Belki de biz yanılıyoruzdur. Üstelik bu önemli bir eksi(k) mi onu da bilemiyorum. Sonuçta kitapta anlatılan dram bir şekilde içimize işliyor, kafamıza giriyor ve bizi de bir şekilde huzursuz etmeyi başarıyor.

Belki biz de Livaneli ile benzer fikirlere, 2010'larda Ortadoğu'da yaşanan cehennemde hangi tarafların acı çekip hangi tarafların acımasız olduğu konusunda aynı düşüncelere sahip olduğumuzdan bir bağ kurduk. Konuya daha ortadan veya daha bilgisiz bakan birini çok fazla etkilemeyebilir. Oysa esas mesele, benzer fikirlere sahip olanların yüreğine girmek değil, diğerlerini etkilemek olmalıydı.

Sonuç olarak; kötü bir roman değil. İyi de değil. Eminim ki Livaneli'nin daha iyi eserleri vardır. Bundan sonra arayı 14 sene uzatmamayı planlıyorum.


Cumartesi, Aralık 17

Kırıcı Bir İlan

Belçika Futbol Federasyonu'nun Roberto Martinez'in ayrılığı sonrası verdiği iş ilanını yadırgadım.

Oysa birçok kişi bunu hoş ve güzel olarak değerlendirdi. Bir farklılık olarak niteleyenler, "sosyal medya çağı için uygun bir hamle" diyenler oldu.

Tamam; iş ilanı vermekte sıkıntı yok. Dünyanın bir önceki bir numarası Belçika da olsanız, futbolu icat eden İngiltere de olsanız, Dünya Kupası'nı en çok kazanan Brezilya da olsanız böyle bir girişimde bulunmanız anlaşılabilir.

Beni rahatsız eden iş ilanının detaylarıydı. Verilen detaylar sanki, Roberto Martinez'i eleştirmek için kullanılmış.

"Taktik bilgisi ve iç görüleri güvenilir, doğru kişisel becerilere sahip, en iyi oyuncuları yönetebilme deneyimine ve kazanma alışkanlığına sahip, birbirine sıkı sıkıya bağlı bir grup oluşturmayı nasıl başaracağını bilen, oluşturduğu takıma genç oyuncuları entegre etmeyi başaran bir teknik direktör arıyoruz..."

Bu vasıflarda olmayan bir teknik direktörü kabul etmeyecek misiniz? Mesela ilk cümlelere tamamen uyan Jose Mourinho, son maddede zayıf kalır. Başvuru yapsa, sırf bu madde yüzünden elenecek mi? Hatta Mourinho veya onun ayarındaki bir teknik direktörün başvuru mu yapması gerekecek?

Tabi ki federasyon bu ilanlara yapılan başvurular üzerinden bir değerlendirme yapmayacaktır. Yapacak mı yoksa? Yani ne bileyim, teklif götürebileceği herhangi bir teknik direktöre gitmeyip sadece ilanlara bakacak değil ya...

Yani hoca arayışları zaten bildiğimiz yollardan devam edecektir. Bu esnada ilan da verilebilir. Bunu kurumsal iş hayatına paralel bir dille süsleyebilirsiniz. Gayet de komik olurdu. "Esnek çalışma saatlerine uyumlu", "Tercihen ofis ortamında çalışan ama dileyen için evden çalışma imkanı..." gibi cümleler kullanılabilirdi.

Fakat taktik bilgisi, genç oyuncuları entegre etme falan deyince sanki Martinez bunları yapmamış da, gelenin bunları yapması özellikle istenmiş gibi oluyor. Belki de öyledir. Gerçekten de senelerdir turnuvalarda beklenti vermeyen hocalarından memnun değildi Belçikalılar. Fakat bunu dile getirme yöntemi bu mudur? Hatta bunu artık bu saatten sonra dile getirmeye gerek var mıydı? Olan olmuş, ölen ölmüş...

Komşu Hollanda'dan gelen Dick Advocaat'ın bir senelik dönemini saymazsak, Martinez 55 sene sonra Belçika Milli Takımı'nı çalıştıran ilk yabancı teknik direktördü. Acaba yerli olsaydı, mesela ülkenin eski efsane futbolcularından biri olsaydı, bu ilan çıkar mıydı? Sadece soruyorum.

Merak ettiğim bir diğer husus; federasyonun şu anda  yerli veya yabancı konusuna bakışı nedir? Mesela yine yabancı teknik direktör istiyorsa ama ilana hiçbir yabancı teknik direktör başvurmazsa ne olacak?

Cevaplar belli zaten. Bunların hepsi formalite sorular. Olan Martinez'in itibarına oldu.

Bu ilan gerçek bir iş ilanı değildi belki ama gerçek ve negatif bir referans mektubu artık...

EDIT:

Yazıyı yazdıktan sonra dikkatli okuyucularımızdan mail ve mesaj yağmuruna tutulduk. (sadece 1 kişi).

Roberto Martinez göreve gelmeden önce de Belçika Futbol Federasyonu'nun benzer bir ilan verdiğini, bunun artık bir gelenek olduğunu belirtti.

Ben o dönemi ıskalamışım. Fakat görüşüm yine aynı hala. "Buna gerek var mı?" diye sormaya devam ediyorum.

Fakat bu sefer bazı sorular daha anlam kazandı. Yani Roberto Martinez, Everton'ı çalışmış bir Premier Lig hocası olarak federasyona CV'mi yollamış? Süreç öyle mi ilerlemiş.? Eğer öyle ilerlemediyse halen neden ilan veriliyor?

Martinez'in ilk görüşmeler esnasında powerpoint sunumu yaptığından bahsediliyor ki bu gayet olağan bir durum. Abdullah Avcı da Beşiktaş ve Trabzonspor ile görüşmelerinde sunumlar hazırlamıştı. Fakat kulüplere CV yolladığını sanmıyorum.

Bu düzletmeyi ve 2016'da yaşananları halkımıza aktaralım ama fikrimiz halen değişmedi...

Cuma, Aralık 16

Ödeşmeler ve Şahmeran


 

Barış Bıçakçı ile başlayan hevesim beni Sait Faik'e götürmüştü. Bir süre hikaye formunda kalmak istemiştim. Kendi hevesimi alevlendirmeliydim. Tomris Uyar'ı daha önce pek okumamıştım. Bir öykü kitabı ile başlamak iyi fikir olabilirdi. Hem kendisi ile tanışmış olurdum gem de serime devam ederdim.

Fakat nedense beklediğim hazzı alamadım. Uyar'ın şairlik yeteneği kitabın satırlarına sızmış. O konuda diyecek lafımız yok. Kelimelerle oynanmış. Bir edebiyatçı olduğunu hissettirmiş.

Oysa benim için konu önemliydi. Konulara girmekte çok zorlandım. Yazarın oldukça tepkili olduğunu hissettiğim ama neye tepkili olduğunu kavramakta sıkıntı yaşadığım öykülerdi. Hatta öykü de denemezdi. Daha çok bir iç döküş gibiydi belki de. Kurgusal karakterler yaratılsa da sanki Uyar kendinden bir şeyler anlatmaya çalışıyormuş gibiydi. Biraz bunaldığımı itiraf etmeliyim.

Açıkçası öykülerin içine girmekte zorlandım. Aklımda kalan bir öykü var mı diyerek kendime sorsam, herhalde kitabın kapanışı olan Şahmeran dışında bir alternatif üretmem zor oldu. Şahmeran da zaten çok iyi değildi bence ama en azından akılda kalması için yeterli sayıda motif kullanmıştı. Kısacası; en iyisi bile beni çok etkilemedi.

Böylece kısa süren öykü kitabı silsilem sona erdi. Galiba arar vermem lazım. 2023'te yeniden oraya yönelmeyi planlıyorum ama önce biraz daha roman, anı ve diğerleri...

Perşembe, Aralık 15

Muchachos Kazansın

Dünya Kupası'nda tarafım devamlı değişiyor. Zaten takım sayısı azaldıkça, kalanlarla idare ediyoruz. Fakat esas sıkıntı benim kararsızlığım ve bir takımın arkasında olamam...

A Milli Takım bizi turnuvalardan o kadar yıl boyunca uzak tuttu ki, çevremdeki herkesin ikinci bir milli takımı var. 2002'den önce de böyleydi, sonrasında bizim kuşak da takımlarını seçti. Herkesin her turnuvada desteklediği bir başka takımı var. Ben her zaman İtalya ve İspanya'ya daha yakındım ama hiçbir zaman da (2006 hariç) çevremdeki çoğu 'sıkı' taraftar gibi olamadım.

Bu turnuvada zaten İtalya yoktu, İspanya da daha Katar'a gelmeden beni umutsuzluğa sürüklemişti bile. O nedenle turnuva boyunca sık sık başka başka takımların kazanmasını istedim. Sabit bir noktada kalamadım. Fakat turnuva havası başkadır ya; işte o hava beni her geçen gün Arjantin'e yakınlaştırdı ve emin olun bunun Lionel Messi ile hiç alakası yok.

Sanırım bizim yakaladığımız Dünya Kupası zamanının en renkli takımı Arjantin...

86 ve 90 Maradona ile finaller, 94 doping skandalı, 98 İngiltere ve Hollanda maçları, 2002'de favori gelip ölüm grubunda erken elenme, 2006 belki en renksizi, 2010'da zar zor geçilen elemelerin ardından kulübede Maradona sahada Messili maçlar, 2014 kaybedilen final...

Son 30 yılda bu kadar renk katan, turnuvaya her duyguyu veren, dibi de zirveyi gören de başka bir ülke olduğunu sanmıyorum.

2014'te durdum, zira orası önemli. O turnuvada Arjantin finale kadar giderken, bir aya damga vuran tezahürat vardı. Pele ile Maradona'yı kıyaslayan, 1990'daki maça atıfta bulunan harika bir tezahürat... Brezilya ile Maracana'da oynanacak bir finale ve kazanılacak kupaya kilometrelere uzaklarda olan beni bile inandırmışlardı. Christian Vieri bile bu tezahüraı söylüyordu.

Yani renklilik sadece sahadan ibaret değildi. Arjantin taraftarları da, tıpkı takımı ve figürleri gibi turnuvalara damga vuruyor. Hadi Brezilya komşu ülkeydi, aktılar oraya kolayca. Katar'da bile şu an Arjantin şovu izliyoruz. Başka hiçbir ülke taraftarı bu kadar yoğun ve coşkulu değil (Belki Fas'ı ayırabiliriz ama onlar da takımlarının peri masalı sayesinde güç alıyor). Her maçta tribünlerin dörtte üçü Arjantinlilerle dolu. Üstelik öyle kuru gürültüden, sıkışınca söylenen milli marşlardan ibaret değiller.

2014'teki tezahüratları kadar güzel olmasa da 2022'ye de damga vurdular. Muchachos her maçta dakikalarca söyleniyor. Oyuncular maç sonunda tribünlerle beraber söylüyor, sonra gidip soyunma odasında kendilerinden geçiyor.

Arjantin'i Lionel ve Diego'nun ülkesi olarak tanımlayan, Falkland Adaları'na gönderme yapan, kaybedilen finalleri unutmayan, geçen sene Maracana'da kazanılan Copa America'yı unutmayan muhteşem sözleri ve iyi bir melodisi olan tezahürat.

Aslında bir tezahürat değil. Ya da aslında bir tezahürat. Racing taraftarlarının aynı melodiden başka bir tezahüratları vardı. Sanırım Racing taraftarı olan La Mosca grubu, turnuvadan önce bu melodinin üzerine milli takım için sözler yazıp bir şarkı yayınlanıyor. Bu şarkı da ülkede bir fenomene dönüşüyor. Sosyal medyada kendi cover'larını yayınlayanlar, televizyon programlarında söyleyenler ve daha fazlası...

Konuyu bölmeyeyim ama Racing tezahüratının buraya kadar gelmesi de bizim için şaşırtıcı. Yani Boca-River değil, Racing... Biz de Eskişehirspor tribünlerinin bir tezahüratının milli takıma seçilmesi gibi. Zaten büyüklerin (kitlesi yoğun olanların) tezahüratları bile milli takıma adapte olamıyor... Arjantin futbol kültüründe her şey mümkün demek ki...

Bu tezahüratı bana ilk olarak turnuvanın ilk günlerinde İspanya'daki dostumuz Ata Atay göndermişti. Dinlediğimde güzel bulmuştum ama 2014 etkisi de alamamıştım. Fakat turnuva ilerledikçe tezahüratın kendisine değil, yarattığı coşkuya hayran kaldım.

Bu coşkuya, bu inanmışlığa, bu adanmışlığa kayıtsız kalamam. Biz duyguların esiriyiz. Tutkuları olan insanlarla ortak noktamız var. 2014'te de böyle hissetmiştim ama o zaman finalde rakip Brezilya olmayınca hava kaybolmuştu.

Şimdi ise durum öyle değil. Arjantin sadece Brezilya'ya nanik yapmak için değil, artık zamanı geldiği için bu kupayı istiyor. Her unsuruyla istiyor ve bu da beni çok etkiliyor.

Tribünde taraftarlar, protokolde eski futbolcular, sahada şu andaki futbolcular... 

Hollanda maçında soyunma odası koridorları karışıyor, bir bakıyorsunuz Agüero orada... Ne alaka diyorsunuz, bu sefer tribünde Crespo'yu, Sorin'i, Kempes'i görüyorsunuz. Kulübeye bakıyorsun, yenilince ve yenince ağlayan bir Aimar... İnsan ister istemez Dünya Kupası maçlarına kafası güzel gelen coşkulu Diego Maradona'yı da arıyor ama kimse onun yokluğunu  hissettirmiyor. Hollanda maçı öncesinde Brezilya'nın elendiği haberi geliyor, tribün coşuyor.

Sadece Katar değil; normal olarak Buenos Aires'te de meydanlar kalabalık. Tüm halk hep beraber maçları izliyor. Bir sosyal etkinlik olarak değil ama; orada olmak için değil. Herkes kupayı istiyor. Çok istiyor.

Duyguları olanları severiz. Haliyle biz de bir ay içinde, zamanla artarak, kartopu çığa dönüşerek Arjantin'e gönül vermeye başladık. Şimdi artık Fransa ile oynanacak finalde Muchachos kazansın diyorum. Fransa'ya Mbappe'den dolayı sempatim vardı ama bu oyun sadece futbolcularla sınırlı değil ki. Tribünden geldik biz, özümüzü unutmayalım.

Hem zaten Fransa geçen turnuvayı kazandı. İki turnuva üst üste kazanmak da Pele'ye yakışıyor. Orada kalsın. Arjantin'in vakti geldi artık...

Son dönemde hep şuna benzer cümleler kullanılmıştı: Messi'nin Dünya Kupası'nı kazanmaya ihtiyacı yok. Dünya Kupası'nın, Messi'nin kazanmasına ihtiyacı var...

Messi falan hikaye... Yani gerçekten işin hikaye kısmı. Belki şampiyonluk gelince detaylandırırız orayı. 

Fakat esas olarak; Dünya Kupası'nın bu taraftarlığa bir kupa borcu var...