İstanbul, tarihinin en büyük sel felaketlerinden biriyle karşı karşıya 48 saattir. 1 yılda düşen yağışın 4'te 1'nin, 1 günde düştüğü ve böyle bir afet karşısında oluşan sonucun kaçınılmaz olduğu görüşü hakim yetkililerde. Dev puntolarla Tsunami diye başlık atan gazeteler de var. Evet afetin korkunçluğu ortada, ve en azından mal kaybını önlemek mümkün görünmüyor. Ama an itibariyle ölü sayısı da 28'e yükseldi, buna ne demek lazım... Depremi önceden kestirmek mümkün olmadığı için, 17 Ağustos'ta binlerce insanın ölmesini çaresizlikle izledik. Tek tük enkaz altından çıkan insanlar için seviniyorduk ve dua ediyorduk. Teselli bulmaya çalışıyorduk. Ama sel öyle değil ki... En siktiriboktan hava durumu sitelerinde bile 10 günlük hatta 15 günlük hava raporlarına ulaşmak mümkün. Hava durumu, önceden kestirilebilecek birşey. Böyle bir afet karşısında mal kaybını önlemek mümkün değil. Bugün dünyanın süper gücü bile kasırgaya, fırtınaya, teslim olabiliyor. Ama insanların haftalar öncesinden haberi oluyor ve bütün bir kasabayı tahliye ediyorlar. Böylelikle milyon dolarlık maddi kayıplar yaşansa bile can kaybına rastlanmıyor.
***
Bu can kayıplarını hangi yetkili neyle açıklayacak çok merak ediyorum. Herkes afete suç buluyor, az önce telvizyona çıkan Kadir Topbaş "helikopterle geçerken gördüm, Bahçeşehir'in yukarısındaki evler ne kadar yanlış biçimde yerleştirilmiş... İnsanlarımızda bu kadar maddi hırs olmamalı" falan filan diye birşeyler üfürüyor. Yahu sen yetkilisin, kahvedeki bir adam değilsin ki bu yorumu yapasın... Senin yıkım ekiplerin bir göz odalı gecekonduyu yıkmaya kalktığı zaman insanlar taşla, sopayla elinde ne varsa onunla saldırıyor. Çünkü o adamın evi yok... Bahçeşehir'in yukarısına ev yapanları eleştiriyorsun, "tehlikelidir ve yasaktır" tabelasını dünyada en çok siklemeyen milletiz biz. Evi yok adamın, umrunda mı sel mel. Allah'a emanetiz diye oturuyor işte, başını sokacak bir yeri olsun kafi. Doğru bir zihniyet mi, tabii ki değil. Ama bu mevkideki adamlar bundan şikayet etme lüksüne de sahip değil. Kaldı ki bu çarpık kentleşme, köyden kente olan ölçüsüz göç bugün iktidarda bulunan zihniyetin 60 yıldır bu ülkeyi yönetmesinin bir tezahürü. Ben demiyorum ki sel götüren sokakta yüzen arabayı tutsun, kuru bir yere alsın. Cana gelen mala gelsin diyoruz ya, bunu da mı demeyelim... Bir sel olsun ve onlarca insan ölsün, bir deprem olsun binlerce insan ölsün, bir terör belası musallat olsun ve binlerce sivil, yüzlerce asker şehit olsun. Nasıl çözeceğiz sorunlarımızı, nasıl mücadele edeceğiz bilmiyorum.
***
Aklıma Trabzonspor'lu Atilla abiden önce gittiğim berberim geldi. Konu siyasetten açılmıştı da rutin bir traş esnasında, 70'lerde Ecevit iktidarında, ambargolu yıllarda yaşanan tüp kuyruklarından, yağ kuyruklarından bahsetmişti. Ve de eklemişti "Kitapsız solun olduğu yerde bereket mi kalır???"... Rahmetli, 17 Ağustos'ta da Başbakandı ve DSP'nin başını çektiği koalisyon hükümetine inanılmaz eleştiriler gelmişti. Ne uğursuzluğu kalmıştı Ecevit'in ne de basiretsizliği. İşte basiretsizliğin kralı var burda, kimse eleştirebiliyor mu? Afet çok büyük, Allah'ın seline karşı duvar örecek halimiz yok ama o bölgede yaşayan insanlar evlerinden çıkarılamaz mıydı? Daha ciddi önlemler alınamaz mıydı? İlla onlarca insanımız öldükten sonra mı doğal afet masaları falan kurulacak? Bu hükümete karşı bu halkın sempatisi ve güveni de azalmıyor. 2007'de Türkiye tarihin en kurak yazını yaşarken, Ankara'da günlerce su yokken ve Nihat Genç'in deyimiyle koca bir şehir cenabet gezerken, Melih Gökçek su buluyorum diye boruları patlattı ve damla su akmayan şehirde sokaklardan bildiğimiz kullanım suları sel oldu aktı. Bu sempatiyi bu güveni anlamıyorum. Ecevit demiştik onunla bitirelim madem, şu Demokratik Açılım muhabbeti Ecevit zamanında olsaydı, ne komünistliği kalırdı, ne Allah'sızlığı kalırdı ne de başka birşey... Doğru veya yanlış, haklı veya haksız, mahalledeki adam böyle düşünecekti. Şimdi de böyle mi düşünüyor?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder