Cumartesi, Şubat 28

92-93 Sezonunda


Ali Okancı'nın harika blogundaki yazılardan sonuncusu. http://pennearabiata.blogspot.com/2009/02/son-14-yila-gore-sampiyon.html. Son 14 sezonda ligin 21.haftasına lider giren takımlardan 9'u şampiyon olmuş. Geriye kalan 5 sezonda ikinciler şampiyon olmuş. Peki 15 sene önce ne oldu? Hayal meyal değil, çok net hatırladığım en eski sezon. Futbol tarihimin resmen başladığı sene.

O sezonun 21.haftasına üç takımda aynı puanla girdi. Fenerbahçe lider, Galatasaray ikinci, Beşiktaş üçüncü sırada. O sezon ilk yarıyı lider kapatan Kocaelispor 41 puanla dördüncü. 20.haftada oynanan maçta son sıradaki Konyaspor ile 1-1 berabere kalmasıydı o da 43 puanda olacaktı.

21.haftada Fenerbahçe Altay'ı 3-1 yendi. Beşiktaş Konyaspor'u 7-0la geçti, kimse şike var demedi. Galatasaray ise Trabzon'da Trabzonspor'a Cyzio'nun attığı tek golle yenildi. Bu sonuçla Galatasaray 2 puan geriye ve 3.sıraya düştü. Kocaelispor ise Ankaragücü'ne bir puan verince Galatasaray'ı geçme fırsatını tepti. Trabzonspor aldığı üç puanla zirve yarışına sokulmaya çalıştı.

22.haftada Fenerbahçe belalısı Aydınspor'u Aydın'da 2-0 yendi. Beşiktaş Ankara'da Ankaragücü'nü 6-0 yendi, kimse şike var demedi. İki İstanbullu'nun averajları eşitlendi. Galatasaray Bakırköy'ü 3-0la geçti. Kocaelispor galibiyet hasretine İzmir'de Altay'ı yenerek son verdi. Trabzonspor ise Bursaspor'u 3-0 yendi.

Uzun uzun sezonu anlatmıyorum. Bu sezona çok benzeyen bir kapışma vardı. Ali Okancı'nın yazdığı istatistikle bağlayalım. O sezon şampiyon olan Galatasaray ligde ilk ikiye 24.hafta sonunda girdi. Lider Beşiktaş'ın bir puan gerisindeydi. Fenerbahçe iki maç üstüste kaybetmişti.

25.haftada bir Kadıköy nisanında rakibini 4-1le geçen Galatasaray İstanbul'da Trabzonspor'a yenilen Beşiktaş'ın önüne geçti. Trabzonspor'a galibiyeti getiren golü son dakikalarda Cyzio attı. Sezon sonunu Galatasaray önde bitirdi.

Harbiden ne sezondu be. Yeni bir yazı hatta kitap konusu.

İtalyan Futbolu Düşüşte Mi?


Son 3 günün sorusu bu oldu Avrupa'da. Ne olursa olsun biz veya Avrupalılar, dünyadaki herkes saha içi sonuçlarla değerlendirme yapıyor. Bu hafta saha içinde başarısızdı İtalyanlar. O yüzden bu tarz sorular sorulmaya başlandı.

Türk futbolunu bir kenara koyarsak benim için en izlenesi lig İtalyan Ligi'dir. "izleyenUlan Türk Ligi'ni izleyen adamdan ne hayır gelir" diyebilirsiniz. Saygı duyarım. Bunu tartışmayacağım. Ama İtalyan futbolu izlenmelidir. Kesinliklie güzel değildir, belki iyi de değildir. Hadi kavram karmaşaşası yaratalım; kaliteli de değildir. Ama şu var ki İtalyan futbolu akla dayanır. Her anlamda. Saha içinde saha dışında. Sadece maçın 90 dakikasında veya antremanlarda değil. Haftanın 7 günü, günün 24 saati, sezonun her anı. Sahada, tribünde, kapalı kapılar ardında, medya odalarında. Her yerde her zaman akıllı olmak, olmak gerekiyor. Bunlar derin mevzular. Blogger aleminde İtalian çok var. Onlar daha çok yazar. Ben de severım ama, hem de uzun yıllardır. Biz hafta içine dönelim.

İtalyanlar'ın 7 takımı vardı. Roma ve Juventus deplasmandan 1-0 mağlubiyetle döndüler. İnter evinde Manu'yu yenemedi. 3 maçta 0 galibiyet. Peki Roma ve Juventus evlerinde 2 farklı skorla galip gelirse -ki hiç zor birşey değil- o zaman kısa bir sürede İtalya futbolu yükselişe geçmiş mi olacak. Üstellik buna Inter de katılrsa bu sefer sorulacal soru "İngilziler nereye koşuyor?" olarak mı değişecek?

UEFA Kupası'nda Udinese eledi zaten. Geriye kalan 3 takımdan Milan, favori olduğu kupaya erken veda etti. Elendi ama iki maçta da yenilmedi. Yenildiği rakip Werder Bremen. Kuralar çekilince direk "çetin eşleşme" olarak nitelenen maçlar sonucunda kupaya veda ettiler. Oysa ayvalar çiçek açmıştı Kadıköy yakasında, Milan'ın gelmesi lazımdı, olan bize oldu.

Fiorentina, son yılların Avrupa Kupaları'nda en çok süpriz yaratan takımı Ajax'a bir süpriz izni daha verdi. Daha önce saçma sapan takımlara elenen Ajax Fiorentina'yı İtalya'da tek golle yıktı. Amsterdam'daki rövanşta Fiorentina tek kale oynadı resmen. Gilardino attı. Ama Ajax kalecisi devamına izin vermedi. Maç uzatmaya gidecekken Ajax ilk defa geldi, maç 1-1 bitti.

Sampdoria Kharkiv'e elendi. Burada önemli olan Sampdoria'dan çok Kharkiv. Bu sene Avrupa futboluna damga vuran takım oldu. O damga vurulurken Türk takımlarına da vurdu biraz Ukranya temsilcisi.

İtalyan takımlarının Milan örneğinde olduğu gibi , kendi evinde 2-0 öne geçip 10 dakikada 2 gol yemesi (2005 finali gibi) ve turu kaybetmesi, veya Fiorentina savunmasının yaptığı gibi, son dakikada tek başına gelen bir oyuncuyu durduramadığı için gol yemesi tartışılaması gereken bir konu. Ama bunun dışında herhangi birşeyden yola çıkıp İtalya futbolu için düşüşte demek pek doğru olmaz. Tıpkı şike skandalına rağmen kazanılan Dünya Kupası'nın, İtalya futbolunun yükselişine örnek olarak göstemenin doğru olmayacağı gibi.

Madrid'de Yıllar Önce


Bu hafta İspanya'nın iki önemli takımı karşılaşıyor. A.Madrid muhteşem atmosfere sahip Vicente Calderon'da Barcelona'yı konuk edecek. İlk maç Nou Camp'ta çok farklı bitmişti. 6-1 yendi Barcelona. Şampiyonlar Ligi yorgunu iki takımın mücadelesinde gözler Agüero ve Messi'de olacak. Benim Avrupa Ligleri’nden hatırladığım en eski maçlardan birini anlatmak için tam sırası o zaman. Sene 1993, aylardan ekim yer yine Vicente Calderon.


Bu maçı hayal meyal hatırlıyorum. Nasıl izledğimi hiç hatırlamıyorum. Televizyondan naklen mi sonrasında özet olarak mı hiç emin değilim. Belki de hafıza yanılgısıdır. Ama hatırlamam için çok önemli bir nedeni de barındııryordu. Ne maçın büyüklüğü, ne skoru, ne Şampiyonlar Ligi'nde Barcelona'nın rakibimiz olması, ne de başka birşey. Tamamen Kosecki ile ilgili.


1.5 sene oynadı Türkiye'de Kosa. Sonra İspanya'ya gitti. A.Madrid'in 10 numarasını giydi. O meşhur maçta olduğu gibi. Vasat bir sezondu Madrid için. Zaten Barcelona silip süpürüyordu tüm Avrupa'yı. Gerçi sezon sonunda Milan süpürecekti onları. Onlar da Deportivo’nun elinden mucizevi bir şekilde şampiyonluk kapacaklardı. Madridliler’in Kosecki'den başka yıldız diyeceğimiz tek adamları Caminero'ydu. Oysa Barcelona, şu an bile ezbere sayabileceğim bir kadroya sahipti. İspanya’da acaba " Barcelona kolej havası yakaladı" geyiği dönmüş müdür? Dönmediyse hakkını verelim biz döndürelim. Evet kolej havası vardı Barca'da. Kalede sezonu ve Barcelona kariyerini Milan'dan 4 gol yiyerek tamamlayacak olan Andoni Zubizaretta, defansta Avrupa Futbolu'nun o zamanların Garry Neville'i Albert Ferrer, sert şut konusunda Hami Mandıralı ile kapışan Ronald Koeman, Rafael Nadal'ın amcası Mıguel Angel Nadal, rakiplerine kabus olan Jon Goikoetxea, sol beklerin şahı Sergei Barjuan, şimdi hoca olan "Pep" Guardiola, kaptan gibi adam Jose Mari Bakero, Eusebio Sacristan. Bunların takımın kazmalarıydı. Kazmalar buysa diğerleri neydi? Dünyanın en iyi top süren ailesi Laudruplar'ın Michael'i, isminden dolayı mahallede herkesin hasta olduğu Aitor Beguiristain, Bulgaristan'ı dünyaya tanıtan Hristo Stoichkov ve yazın dünya kupasını kaldıracak olan Romario.


Calderon'a çıkan 11'de bu isimlerden bir harman. Hoca Cruyff çıkartır bir 11. Bize laf düşmez. A.Madrid'e de düşmedi zaten. Fırtına gibi başladı Katalanlar(!). Galatasaray-Arsenal ve Galatasaray-Milan maçlarından hatırlayacağımız Lopez Nieto düdüğü çalınca Barcelona gollere başladı. Romario ilk 45 dakikada 3 kere sarstı fileleri. 10’ar dakika aralarla. 15’te salladı, 25’te attı, 35’te yazdı. A. Madrid defansı, hatta tüm takım esrar çekmiş gibiydi. Koşacak mecalleri yoktu. Maç gollere rağmen uyku getirecek cinstendi. Romario elini kollunu sallayarak gol atıyordu.İlk yarının son dakikasında ilk kıvılcımı Kosecki yaktı. Soldan hızla geldi. Galatasaray'dan bildiğimiz "topu atarım ileride yakalarım" deparını attı. Çizgiye inince yerden ortaladı ama Madrid forvetleri sonuç alamadı. İlk yarı 3-0 bitti.


İkinci yarı soyunma odasında ne konuşuldu acaba. Ya da o son pozisyonun etkisi oldu mu? Bilemeyiz. Barcelona atağa kalkarken ortasahada muthiş bir presle karşılaştı. Total Futbol'a ters bir şekilde topu geriye doğru oynarken Kosecki depara kalktı. Boşta kalan topu önüne aldı. Koeman'ı arkasına taktı, Zubizaretta'nın yanından ilk golü atıverdi. Skor:1-3


Golden sonra, 55.dakikada Atletico kaleye 35 metre uzaklıktan serbest vuruş kazandı. Pedro topa inanılmaz bir şekilde vurdu. Top doksana girmedi, ama doksana girse bu kadar güzel olmadı. Fark bire inmişti. Artık maç yeniden başlıyordu. Arkadan gelen avantajlıdır ne kadar doğru bir önerme olacakmış göreceğiz.


Galatasaray formasıyla Werder Bremen'e attığı golün benzerini bu sefer Barcelona'ya atıyordu Kosa. Kalecinin uzun degajında bu sefer Erdal Keser değil Barcelona sağ beki kafayla ona indirdi. Kosecki böyle maçların böyle anlarında böyle topları affetmezdi. Skora denge geldi. Ama sahada Barcelona çöktü, artık Atletico'nun gecesiydi. Vicente Calderon'u bilsem, bilenler için söylerdim ama bilmiyorum. Aynı kaleye 6 gol atıldı. Kosecki golden sonra o kalenin arakasındakı tribünlerde bulunan Madridlilere koştu Kosecki. Tribünler severdi Kosa'yı.


Barcelona'nın "tiki taka" yerine "vur-kır-parçala"ya döndüğü dakikalarda Atleticolu futbolcular inanılmaz bir soğukkanlılık ve sabır gösterdi. Ama bir anlık sinir Pirri'nin kırmızı kart görmesine neden oldu. Nieto Atletico'yu 10 kişi bıraktı.Eksik kalan takımın üzerine çökne Barca golü kovalamaya başladı. Tam bu anda, maçın son analırnda Atletico ceza sahasında Romario yerde kaldı. Nieto devam dedi. Tek pas Kosa'yı buldu. Kosa deparı attı, yanına Caminero'yu aldı. Mahalle baskınına giden çocuklar gibiydiler. 2ye 2 pozisyonda gülen golü yazan Caminero oldu. Tarihi yazan ise Kosecki önderliğindeki Atletico.

Bu hafta da tarihi bir maç izleme dileğiyle...

Roman Kosecki


Her küçük çocuk önce golcüleri sever. Gol atana duyulan sevgi ya bir ömür boyu sürer, ya da zamanla diğer mevkilere kayar. Ben de açık oyuncularını daha çok severim. Mahallede hep kanatta oynatırlardı beni. Ama ilk sevdamız forvetlerle başladı.

Bizim yaş grubundaki Fenerbahçeliler’in ilk sevgilileri belliydi. Aykut, Rıdvan güzel ikilidir. Beşiktaşlılar daha zengindir. Metin-Ali-Feyyaz yıllarca oynamıştır. Seç istediğini. Biz ise kim gönül koydukysak çekti gitti. Kızlara güvenmeyişimizin bundandır belki de.

Muhakkak Hakan Şükür bir numaradır. 1992-93 sezonu başında geldi. Ben çocuktum o gençti. Beraber büyüdük. İlk aldığım forma aynı sene içerisinde 9 numaradır. Fakat futbol sevgisi daha önce başlıyor. Haliyle Hakan belki büyük sevgiye nail oldu ama ilk değildi.

İlk Tanju ile başlıyordu her şey. Değerini bilemedi o sevginin. 1991 yılında Polonya’dan Maradona tipli bir adam geldi. Gol atan, hızlı, tarz sahibi bir adam. Adı bile bir başkaydı. Söylerken gaza geliridi adam. Roman Kosecki.

1990 yılının sonları, 1991 yılının başları, 1990-91 sezonunun ortası. Galatasaray Mustafa Denizli yönetiminde ligde lider. Puan farkı 5. Kadro çok kaliteli. 3 sene önce yarı final oynayan kadro ile 2 sezon sonra Şampiyonlar Ligi’ne kalacak kadronun ortalamasıdır. Kaptan Cüneyt Tanman son sezonunda şampiyonluk yaşamak istiyor. Bülent Korkmaz ondan bir şeyler kapan genç stoper. Kalede Hayrettin Demirbaş, Zoran Simoviç’ten bayrağı devralmış, kalıcı olmak istiyor. Almancı futbolcular Erhan Önal, Erdal Keser, Uğur Tütüneker farklarını belli ediyor. İleri hatta Fenerbahçe’den gelen Hasan Vezir, Fenerbahçe’ye gidecek Tanju Çolak. Cevat Prekazi son demlerinde. Yanında Romanya ekolünün ilk temsilcisi Rotariu. Tugay Kerimoğlu için laf gerekmez. Rambo Yusuf, bıyıklı İsmail, dinamo Muhammed kadroda olmazsa olmazlardan. Mustafa Yücedağ, Tayfun Hut, Taner Alpak Florya günleri kısa olanlardan.

Sözün özü kadro güzel, takım iyi. Puan durumu da bunu gösteriyor. Ligin ilk yarısında tek mağlubiyet Trabzonspor’dan Trabzon’da. Beşiktaş’tan 1 puan, Fenerbahçe’den 3 puan arka arkaya iki maçta alınıyor. Herşey güllük gülistanlık. Ve o günlerde İstanbul’a bir adam geliyor. Roman Kosecki.

Mustafa Denizli’nin Polonyalı futbolcu sevdasının ilk ürünü( diğeri Kaan Dobra). 25 yaşında, genç, uzun saçlı, garip bakışlı, farklı bir tip. Zaten Yugoslav futbolculara ve onların garipliklerine alışık olan Türk futbolseveri pek yadırgamadı onu. Büyük ilgi ve sevgiye sahip oldu. Fenerbahçe ile onu almak için yarışa girilmişti. Ve belki de ilk defa Galatasaray bu transfer yarışlarından daha fazla para ödeyerek galip çıktı. 6 milyara tekabül eder ona harcanan para. İlk maçını aralık ayının son günlerinde kupada Konyaspor’a karşı oynadı. Galatasaray 1-0 yenip üst tura yükseldi. Sorun yok. Lige verilen arayla takıma olan uyumu daha da artacaktır beklentisine giriliyor. Ve ocak ayının son günlerinde lig başladı.

5 puan öndeki Galatasaray önce Boluspor’a Bolu’da kaybetti, sonra Zeytinburnuspor ile berabere kaldı. İki maçta 5 puan kaybetme geleneği o yıllarda da var yani. Beşiktaş iki maçında da 3 atınca fark kapanıyor hatta Beşiktaş öne geçti. Galatasaray’ın puan kayıpları ise devam etti. Bağıra bağıra şampiyonluk gidiyordu. Kosecki sevgisi ise gittikçe artıyordu. Büyük maçların büyük topçusuydu. Çıktığı ilk derbide Türkiye Kupası’nda Beşiktaş’a karşı oynadı, Roman yazdı. İkinci derbide yine Beşiktaş’a karşı oynadı ama bu sefer lig maçıydı. Tarihi fark olabilecek maç, şampiyonluğu getirecek maç Mustafa Denizli’nin yardımıyla gidiverdi. Bir hafta sonra 3.derbisine çıktı Kosa. Derbilerin derbisine. Ayrıntılar gelecek birazdan, biz lige dönelim.

Ocak ayında başlayan ikinci yarının ilk galibiyeti mart ayında Trabzonspor maçında geldi. Sözün özü 5 puan önde başlanan ikinci yarıya rağmen sezon sonunda 5 puan geride kalınmıştı. Suçlu az çok belliydi. Takım ahengini bozan, aldığı yüksek ücretle takım içindeki dengeleri bozan, disiplinsiz hareketleri ile tepki çeken Kosecki. O nedenle sezon sonunda Tanju Çolak Fenerbahçe yolunu tutu(!). Yine de sezon kupayla kapatılmış ve bir sonraki sene zorlu bir Kupa Galipleri Kupası ve lig maratonu bekliyordu. Bunun için Kosecki önem arz ediyordu. Ayriyeten yöneticiler ne kadar sevmese de tribünler tabir-i caizse bayılıyordu Kosa’ya. Tanju’dan sonra Kosa’yı elden çıkarmak intihar gibi bir şey olurdu. Üstelik daha 6 olmuştu geleli, aylığı 1 milyara denk gelirdi. Bu Galatasaray yönetimine Divan Kurulu’nda “abi”lerden fırça yemek olarak geri dönerdi. Hiç riske girmeye gerek yoktu. Kosa devam edecekti.

Yukardaki paragrafın hiçbiri 6-7 yaşındaki çocuğun kafasına girmez. Televizyona bakıyorsun ve Kosecki’nin gol attığını görüyorsun, demek ki diğerleri görevini yapmıyordu. Geri kalan laflar hiç önemli değildi. Medyanın veya yöneticilerin tavrı çok da tın, zaten ne kadar gazete okuyacağız ki. Serhat Ulueren zihniyeti de yoktu ekranlarda. Tek kanal Trt. Etkilenmiyorduk tabi bu tip şeylerden.. Peki yedi yaşında çocuğun böyle düşünmesi normal ama ya yaşı büyüklerin? Kosecki tribün tarafından sevilen bir topçu oldu. Nedensiz, anlamsız. Ali Desidero için söylenen “şeytan tüyü var bu hınzırın” lafı ona yazılmış resmen. Tabi bir de her Galatasaraylı için derbilerde ve de Fener’e gol atmak kalpleri fethetmek ile eş anlamlıydı.

Sezonun bitmesine 3 maç kala oynanan Fenerbahçe derbisine ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. Mayıs ayında, bahar kokan bir havada Sami Yen’de iki takım karşılaştı. Fenerbahçe ligde lider Beşiktaş’tan 20 puan fark yemiş havluyu atmış vaziyette. Galatasaray ise inadım inat diyor Fenerbahçe’yi yenip bir önceki hafta 2-0dan 3-2 kaybedilen Beşiktaş maçını telafi etmek istiyor(18 sene geçmesine rağmen telafisi zordur ya neyse). Fark çok da olsa 1987 baharı akıllardaydı. Ki ben hatırlamadığım 196-87 sezonunu o zamanlarda öğrendim. Şampiyonluktan ümidin kesildiği derbiden sonra bir hafta boyunca Beşiktaş-Denizli maçı anlatıldı aile arasında. Neyse derbiye dönelim. Maçın ilk yarısının bitmesine az bir süre kala Kosa golü attı. 1-0 öne geçildi. Ardından ikinci yarı goller geldi. Maç 4-1 bitti. Bu maç önemli bir maçtır ayrı bir yazı konusudur. Ama Kosa için önemlidir. Kosa 6 ay içinde hem Beşiktaş’a hem Fenerbahçe’ye atmıştır. Şampiyonluk gidince onun takıma katılması sebep olarak gösterildi ama bunu tribünlere anlatamazdınız. Zaten anlaşılır bir bahane de değildir. Umutlar 92 baharına devretti.

1991-92 sezonu başladı. İlk maç Sarıyer’e karşı kazanıldı. İkinci maçta Kosa tek gol attı Ankaragücü devrildi. Üçüncü maçta Gençlerbirliği maçı sessiz geçti keza akıllar 3 gün sonra deplasmanda oynanacak olan FC Stahl maçındaydı. O maçta 1-0 yenik duruma düşen takımı ilk yarının son dakikasında attığı golle soyunma odasına beraberlikle yollayan Kosa oluyordu. Debilerden sonra Avrupa Kupası defterini de açmıştı Polonyalı. Konyaspor maçıyla lige dönen Galatasaray 1-0 geriye düştüğü maçta , maçın bitimine 7 dakika kala Kosa’nın golüyle 3 puana uzandı. Ekim ayında oynanan Avrupa Kupası rövanşında Kosa yine bir tane yazdı Galatasaray güle oynaya 3-0la tur atladı. Herşey çok güzel gidiyordu, Kosa süperdi. Takım zamanla daha iyi olacaktı. Hakim görüş buydu. Bu görüş beklenen maçtan önceki görüştü.

Galatasaray vs Fenerbahçe. Roman vs Tanju. Tanju’nun Sami Yen’e Fener formasıyla geldiği ilk maç. Taraftar rahat ve tedirgin. Tedirginlik Tanju’nun gol ihtimalinden dolayı, rahatlık Kosa’nın varlığından dolayı. Bu arada Avrupa’dan turla dönen Galatasaray’ın hemen akabinde oynadığı Fenerbahçe maçları geleneğini göz ardı etmeyelim. Galatasaray ileri üçlüsü iki farklı dönemin kahramanları Arif Erdem ve Cevat Prekazi ile araya sıkışmış Kosecki’den oluşuyordu. Fenerbahçe ise Tanju-Gerson-Aykut. Fazla hatırlatamaylım o kara günü. Tanju 2 gol attı. Fenerbahçe 2-0 yendi. Galatasaray ligdeki ilk mağlubiyetini çoğu sezon da olduğu gibi yine Fenerbahçe’den aldı.

Bu maçtan sonra Kosa uzun süre sessiz kaldı. Ligde 6 maç gol atamadı. Avrupa’da Banik Ostrava maçlarında etkisiz kaldı. Yine tartışılmaya başlanıyordu. Ligin ilk yarısını Boluspor’a ve Bursaspor’a birer gol atarak tamamladı. Galatasaray ise Beşiktaş’ın 6 puan, Fenerbahçe’nin 2 puan gerisinde 3.sırada.

İkinci yarıya Sarıyer mağlubiyetiyle başlamak tepkilerin dinmemesine neden oldu. Artık tamam mı devam mı periyoduna girilirken sahneye Kosa çıktı. Ankaragücü’ne bir tane attı. Gençlerbirliği maçında 2 tane attı. Bir sonraki hafta Altay’a 3 tane attı. İki maçın arasında Bremen’de Bülend Karpat eşliğinde onun Werder Bremen’i yıkan golüne tanıklık ettik.

İstanbul’da kara yenilen, Bremen’e elenen Galatasaray’ı lige tutan 3 gün sonra yine Kosa oldu. Samsun’a attı bu sefer. Ama fark bir türlü kapanmıyordu. Beşiktaş’ın 48 maçlık yenilmezlik serisinin başladığı ve devam ettiği yıllar. Son dakikada yenilen golle Gaziantepspor’a yenilince her şey değişti.

Bir hafta sonra Kosa Trabzonspor’a 2 gol attı. Bu maçı çok net hatırlıyorum. Kosecki’ye gerçek anlamda bağlanmıştım. Bremen ve Fenerbahçe maçlarından sonra ben de en çok yer eden maç. O yıllarda haftanın golü yarışması vardı maçları veren kanalda, bir golü seçilmişti. Hiç üşenmemiş ona oy vermiştim. Sonuç ne oldu hatırlamıyorum. Tek hatırladığım 5 dakikadan fazla bir süre bant kaydı olarak Bülend Karpat’ın sesine maruz kalmıştım. Daha 7 yaşındaydım ama Kosecki için değerdi.

Şampiyonluk treni kaçtıktan sonra rakip yine Fenerbahçe’ydi. Erteleme maçında karşılaştı iki takım. Yıllar sonra yine bir erteleme maçında 6 yiyecek olan Galatasaray o gün 5 taneyi gördü kalesinde. 5 golden daha çok üzen ve sinirlendiren Tanju’nun 3 gol atması ve Kosa’nın gol atmayı bırak kırmızı kartı görmesiydi.

Kosa’nın son maçı Bakırköyspor maçıydı. 8 sene sonra aynı gün uefa kupası kazanacaktık. O gün, 17 Mayıs 1992’de Kosa son maçına çıktı. Bakırköy'e 2 tane attı. O iki tane attı gitti. Aynı maçta 2 tane Okan Buruk attı. Yeni prens bulunmuştu. Bu maçtan 3 gün sonra Bursaspor Fenerbahçe’yi 3-1 yendi Başbakanlık Kupası maçında. Maç öncesi yeşil-beyazlı formalardan 9 numaralı olanını giyen uzun boylu çocuk spikerin “seneye hangi takımda oynayacaksın” sorusuna “çok cazip teklifler var ama ben en çok Galatasaray’da oynamak istiyorum” diyecekti. Kosa giderken kral geliyordu. 8 sene sonra kadroda olacak olanlar; prens,kral,imparator. Ama Kosa’nın gönüllerdeki yeri de ayrıydı:
Kosecki Kosecki
bitmez ona taraftarın sevgisi
ne Yalman ne Adnan
bizde yokuz Kosecki sen olmadan

Film Roman




Cuma, Şubat 27

Giden Her Sevgilinin Ardından...


Tamam Skibbe sevgili değildi. Onun ardından da ağlamadık. Hatta asıl sevgili de o gidince geri döndü. Ama bunlar Skibbe için bir veda yazısı yazmamayı gerektirmez. 3 gün boyunca Galatasaray hakkında yazı yazmak istemedim. Bordeux maçını bekledim. Zaten ortada bir sürü fikir, yorum, tartışma dönüyordu, üstüne bir de ben bir şeyler karalamayım dedim. Bu arada Skibbe kaynadı tabi.

Neyse ki Polat ona çok şık bir veda yemeği verdi. Başkanlık seçimlerinin ardından herkesin Çiçek'e gitmesini andıran bir olaydı. Galatasaray'a da bu yakışırdı. Dün de maçın sonunda kaptan ve Arda onlara teşekkür etmeyi ihmal etmediler.

Sevabıyla günahıyla bir yabancı teknik adamı daha yedik. Şanslıydı çünkü Galatasaray'ın son yıllardaki en iyi kadrosu ona emanet edilmişti.Şanşsızdı çünkü Galatasaray tarihinin en entrikalı ve karmaşık ilişkili dönemine denk geldi. Şansı şansızlığı oldu, şanşsızlığı şansı oldu.

Yıllardır Galatasaray ile yatan kalkan biri olarak çok rahat söyleyebilrim ki Galatasaray'ın hocalarından çok şikayetim olmadı. Terim Terim'di zaten. Arkasından Hagi geldi. Dibe düşen takımı ayağa kaldırdı. Gerets o takımı şampiyon yaptı. Daha önce de demiştim. Gerets'e bu kadro verilseydi bambaşka olurdu. Kalli garip adamdı ama 2000li yıllarda Kadıköy'de yenilmediğimiz tek maçı onun takımı oynadı. Seviyordum geçen seneki takımı. Koşan, mücadele eden 20 yaşındaki çocuklar ve Hakan-Hasan-Ayhan-Ümit abileri. Keşke o takım bozulmasaydı ve Skibbe öyle gelseydi.

Skibbe'yi tartışmayacağım. İyisiyle kötüsüyle bir 7 ay yaşadık. Şu bir gerçek ki kötü niyetli biri değildi. Nasıl ki sahadaki topçu için "kötü oynasın ama yeter ki koşsun" diyorduk, Skibbe de öyleydi. İşini yapmak için çabalıyordu. 4ü defans deniyordu, bakıyor olmuyor 3-5-2ye dönüyor, başka şey yapıyor, Benfica'ya farklı bir şey deniyor, Berlin'de farklı birşey yapıyor. Deniyor, çabalıyor. Ama çoğu zaman olmuyordu.

Devam edilebilir miydi? CM olsa edilirdi. Ama Sami Yen'de 5 gol yerseniz kalmanız için anca Terim gibi camia içinden gelmeniz veya Süren gibi arkanızda gerçek anlamda duran biri olmalıydı. Skibbe bırakın Süren'i(ki sevmem kendisini) Mehmet Cansun bile bulamadı. Adnan Sezgin olunca iplikle beraber yaşadı Alman.

Diyecek tek şey yolun açık olsun. Emekler için teşekkürler.

Martin Jol Jol Jol


Galatasaray'ın 4.turdaki rakibi Hamburg. Hamburg'un hocası Hollandalı Martin Jol. Martin Jol en son ekim 2006'da İstanbul'a geldi. Dün gece Uefa'dan elenen Tottenham'ın o zamanlardaki hocasıydı. Beşiktaş ile aynı gruptaydılar. İstanbul'dan Ghaly ve Berbatov'un golleriyle 3 puanla ayrılmıştı "Spurs". Ama akıllarda yer eden Beşiktaş'ın muhteşem tribünleri oldu. Hatta rivayete göre "Kartal gol gol gol"'ün hastası olan İngilizler "Martin Jol Jol Jol" diye bağımaya başlamışlar o maçtan sonra.

O zaman ezeli rekabeti kızıştıralım. Fenerbahçe'nin stadında oynanacak finale gitmek için Martin Jol'e unutamayacağı bir tribün yaratmak, Beşiktaş'ı geçmek lazım.

Dün geceyi gördükten sonra bunun olması çok mümkün.

Işıl Işıl


Başlık Can Çobanoğlu'nun dün oynanan Bordeux maçı yazısının başlığı. Ama dün sadece Bordeux'yu geçmedi Galatasaray. Bayan basketbol takımı Chevakata'yı 55-49 yendi ve yarı finale kaldı. Galatasaray kulübünün son 5-6 yılındaki en karakterli sporcusu olan Işıl Alben önderliğinde final mücadelesi verecekler. Bordueux maçına dalıp bu kızları da unutmayalım.

Rakip 12 ve 19 martta Dinamo Krsuk. Başarılar gelip geçmesin, devamı gelsin.

Ahkam


Yazıyorum siliyorum sabahtan beri. Defalarca. Kafamdan çok şey geçiyor. Ama bu maç hakkında ahkam kesmek istemiyorum. Bazı maçlar için denir ya " bu maçların tekniği taktiği olmaz", bu da o hesap. Bu maçın yorumu falan olmaz. Son 5 günü film yapacaksın, yorumsuz olarak izlettireceksin. İki mekanda Sami Yen'de ve Florya'da. Zaten bu maçın sonunun nereye varacağını gördükten sonra maça farklı anlamlar yüklememiz daha kolay olabilir. Misal son durak bizim mahallenin 8 km ilerisi olacaksa bu maç efsanenin ötesi olur. Tıpkı Euro 2008'deki Çek maçı, 2000'deki Milan maçı gibi. Mesela Real Madrid maçı, ötesi olmadığı için hafızalarda tatlı bir anı olarak kaldı.

Dağ başını duman almış bu tribünün bir geleneğidir. Dağ başını duyunca akla Roma,Frankfurt, Manchester maçları gelir. Artık bu maç da eklenir buraya. Ve bu maç da özeller arasındaki yerini alır. Mayıs ayında "en özeller" arasına girebilir.

Hayatımda stadyumdan izledğim en zevksiz, sıkıcı maç Olimpiyat'taki Bordeux maçıydı. Staddan izlemediğim en güzel maç, dünkü Bordeux maçı. Bir stad bu kadar mı etkiler? İstemiyorum Seyrantepe'yi. Varsın 22.000 kişilik yer için birbirimizi yiyelim Biletix'in önünde. Varsın tuvalete girmemek sağlığımız açısından tercih nedeni olsun. Varsın stadyumdan çıkınca üzerinize 129 K gelsin balta gibi. Arabamızı 5 km uzağa koyalım. Yeter ki Sami Yen'de oynalım.
Efsane stadyumun son efsane maçıydı belki de. Tarihi bir maçtı. Bu maçlar kolay kolay olmaz. Günün haberi gibi, normal bir maçmış gibi, diğer maçlarla aynı yere koymayalım. Konuşmayalım, yazmayalım. Sadece sonuçlarını bekleyelim. Bir de doğacak çocuklarımıza bu maçı nasıl anlatacağımızı şimdiden düşünelim. Onları bu maçı anlatarak Galatasaraylı yapacağız, kelimeleri seçelim yavaş yavaş.

Ulan Biletix


Şu an forumlar, bloglar, televziyonlar, siteler heryer yıkılıyor diyelim. Anlatacak çok şey var ama anlatmamak en iyisi. Tarihe not düşeceiğimiz ama uzun uzun konuşmanın ayıp olacağı bir maçı izledik.

Bülent Korkmaz'ın ilk Avrupa maçı.

Maçın hemen başında gol yiyen bir takım. Avrupa Kupası tarihinnde bir Türk takımının kendı sahasında - hatta deplasmanda- bu kadar erken gol yediği görülmüşmüdür, merak ederim.

O maçın 3-1'e dönmesi. Kewell'ın muhteşem golü.

Meira'nın Sanctis'in hataları, Lincoln'ün futbolu (iyice taktım artık, kurtuluşu yok).

Ayhan Akman'a ayrı bir parantez açma zorunluluğunu hissetmemiz.

3-1'ken aklımıza 2006 yılı Galatasaray-Fenerbahçe kupa maçı(3-2) ve 2006-07 sezonu Konyaspor maçının gelmesi, ve maçın 3-3'e dönmesi.

Sabri'nin yıllardır denediği şutun bu maçta son dakikada girmesi.

Son dakikada gol atarak tur atlamamız.

2000 senesinde Milan'ı son dakika golüyle yendik, Chelsea'den Sami Yen'de 5 yedik, Hertha Berlin'i Berlin'de yendik.
Bu sefer Bordeux'yu son dakika golüyle yendik, Kocaelsipor'dan Sami Yen'de 5 yedik, Hertha Berlin'i Berlin'de yendik.

Bu senenin Dortmund'u, Hamburg mu yoksa?

Hepsi bir kenara, bu maçı stadyumdan izleyemedik ya, önce kombine al(a)mayan kafama, sonra da karaborsacı Biletix'e.....

Ayrı bir yazı konusu: Tribünde olamadığıma üzüldüğüm maçlar.

Perşembe, Şubat 26

Akla Gelen Başa Gelmesin


Şu an Sami Yen'e yürüyerek 10 dakika uzaklıktayım. İnanılmaz bir soğuk, sert bir rüzgar ara ara yağan kar var. Akla o cenabet gün geliyor. Rotariu'yu sevgiyle anıyoruz. Zaten ne zaman kar yağsa akla bu maç ve Rotariu gelir ya, neyse...

Çarşamba, Şubat 25

Kocaeli


Fazla konusu edildi, ya da gereği kadar edilmedi. Uzun birşey yazmıyorum. Yorum yapmıyorum. Galatasaray'ın Sivasspor'a 2-0 yenildiği hafta, Kocaelispor Hacettepe'yi 4-0 yendi. Yepyeni bir kadro, yeni transferler, yeni bir hoca. Krizle geçen devre arasından sonra oynanan ilk maç. İşte o maçın Fanatik Gazetesi'ndeki haberinden bir paragraf:

"Kocaeli 4 attı, Taner 8, Murat Hacıoğlu ise 6 kez ofsayta yakalandı. Günün başarılı isimlerinden kaleci Kılıçarslan ise Kadir'in iki, Sandro'nun iki ve Tozo'nun bir şutunu çıkardı ve takımını sırtladı."

Sivassporlu topçuların o günlerde atletlerine yazdıkları gibi: Hiçbir başarı tesadüf değildir.

Real Madrid vs Liverpool


1-) Real Madrid kralın takımıdır, Liverpool tanrının (god-fowler) takımıdır.
2-) Real Madrid eflatundur, Liverpool kırmızıdır.

3-) Real Madrid İstanbul'da 2-0dan maç vermiştir, Liverpool 3-0'dan kupa kazanmıştır.

4-) Real Madrid Pavon ve Zidane'dır, Liverpool Owen,Mcmanaman,Gerrard,Carregher'dır.

5-) Real Madrid Madrid'in gerçeğidir, Liverpool Britanya gerçeğidir.

6-)Real Madrid şampiyon olamazsa tepki çeker, Liverpool yıllardır şampiyon olmamasına rağmen sevilir.
7-) Real Madrid Julio Iglesias'dır, Liverpool Beatles.


İddaalı Pota


Ayrıntılar çok belli değil. Ama beklenen gerçekleşiyor. Basketbol maçları artık bültendeki yerini alacak. 1 Mart itibariyle başlayacak deniyor. O gün pazara denk geldiği için bir sonraki bülten yani 3 mart olabilir. Merakla bekliyoruz. Basketbol dışında tenis ve Formula 1 de olacakmış. Bundan sonra yeni programlar, gazetelere yeni ekler dahil olacaktır öyleyse. İlgi artacak basketbola, güzel olacak.

Güven Önüt


Ben de bilmiyordum ölüm yıldönümü olduğunu. Bugün gazetede gördüm. Sonuçta vefa borcudur. Anmakta fayda var. Bilmeyenler için de kısa bir özgeçmiş geçelim.

1940 yılında Aydın'da doğmuş. Aydınspor'da 16 yaşındayken futbola başladı. Sonra İzmirspor'a geçti. Metin Oktay'ı yetiştiren kulüpte 2 sezon oynadıktan sonra büyüklerin ilgisini çekti. Özellikle de İzmir'de Beşiktaş'a 3 gol atıp onları yenen ilk takım oldukları zaman.

Onun gibi Aydınlı olan ve İzmir'de, Altay'da parlayan abisi ve yakın dostu Kaya Köstepen'in varlığı sebebiyle Beşiktaş'ı tercih etti. İlk yıllarda sakatlıklar, askerlik ve aldığı bir ceza nedeniyle beklentiyi karşılayamadı.

Yugoslav teknik adam Ljubisa Spajiç önderliğinde 1966 ve 1967 yıllarında ligi kazandılar. Yusuf Tunaoğlu ve Sanlı Kaptan ile takımın en önemli oyuncusu oldu. Fenerbahçe'ye giden Şenol-Birol ikilisini unutturdu. 1962-63 sezonunu 19 golle gol kralı olarak tamamladı. Beşiktaş'ın ilk gol kralı olma şerefine ulaştı. Beşiktaş'ta 225 maçta 94 gol attı. Bunların 62 tanesini ligde attı.

1969 senesinde futbolu Beşiktaş'ta bıraktı. 24 Şubat 2003'te vefat etti.

Salı, Şubat 24

Türk Futbolunun İçinde Özel İsim Geçen 10 Ezber Cümlesi


Sıralamanın bir nedeni yoktur. Aklıma geldiği şekilde yazdım.

1-) Bakalım akşam Erman Hoca ne diyecek? : Bir kuşak bu cümleyle büyüyor. Hiçbir futbolcu bu lafı söylemden önüdeki maça bakmıyor. Akşam Erman Hoca ne diyecek diye merak eden halkın büyük çoğunluğu digitürk yerine kablolu yayını kullanıyor.

2-) Hakan Şükür tipi santrfor......: Şöyle uzun boylu, ince yapılı siyah saçlı naif bakışlı birinden bahsediliyor herhalde. Başka bir tanım yapan yok çünkü. Tribünden bakınca Cihan Haspolatlı çok benzerdi Kral'a ama santrfor değildi. O yüzden onu pek arayan olmadı.Şaka bir yana; uzun boylu olsun, kafa vursun, yerden de vursun, gol atsın, iki kişiyi oyundan düşürsün, koşsun,pres yapsın, savaşları önlesin, nobel kazansın, ava çıkınca 3 geyikle gelsin. Kısacası süpermen arıyoruz demenin başka versiyonu.

3-) Fatih Terim taktik veremez iyi motive eder: Milli takım ortamını 1996 tadelle reklamından ibaret sanınca böyle oluyor. 21. yüzyılda, bir ülkenin en üst düzey teknik adamı sadece motive ile birşeyler yapıyorsa bir de taktik verse ne olur demek ki?

4-) Aziz Yıldırım çok çalıştı, çok iyi tesisler yaptı ama..... : "Aziz Yıldırım'ı sevmiyorum ama bunu söylemekten korkuyorum"un ifade biçimi. Eğer bir cümlede ama geçiyorsa, ama'dan öncesini yok sayacaksanız.

5-) Metin Oktay'ı izleyerek büyüdüm: Bazı amcalar bunu demeden futbol konuşmaya başlamaz. İlla bunu derler. Dua etmeden önce besmele çekmek gibi. Lefter, Can Bartu, Hakkı Yeten, Turgay Şeren geçmez. İlla taçsız kral. Ustaya saygı kuşağı. Bakalım biz yaşlanınca ne diyeceğiz:" İbrahim Üzülmez'i izleyerek büyüdüm."

6-) Sergen biraz dısiplinli olsaydı Avrupa'da oynardı: Sergen hayatından en mutlu kişi. Futbolunu oynamış parasını kazanmış gezmiş eğlenmiş. Ama sanki barakada yaşayan eski film yıldızları muamelesi görüyor. Hiç sordunuz mu Sergen Avrupa'ya gitmek istedi mi diye? Ayriyeten Avrupa'daki futbolcuların hepsi hele hele Brezilyalılar çok mu disiplinli? Disiplinli olmayana vize verilmiyor mu?

7-)Ah ulan Ünal!: Bu millet hiçbir şeyden çekmedi İngiltere'den çektiği kadar. Bu millet hiç bir şey istemedi İngiltere'ye gol atmayı istediği kadar. En çok Ünal Karaman yaklaştı o gole. Sert şutu direkten döndü. O şut şehir efsanesi oldu. Kimi Wembley der kimi İzmir kimi boş kale der kimi ceza sahası dışından kimi 5-0 biten maç der kimi 0-0 bitti der. Kesin olan tek şey: "ah ulan Ünal!"

8-) Hıncal Uluç'u hiç sevmem ama bu konuda haklı: Hıncal Uluç'u kimse sevmiyor. Ama herkes izliyor. Hıncal Uluç'a kimse katılmıyor, ama herkes onun dediklerinden yola çıkıyor. Son yıllarda abartsa da hatta şaşırsa da Hıncal Uluç gündemi belirlemeyi ve yön vermeyi beceriyor.

9-) Mustafa Denizli- Derwall ve Terim-Piontek gibi....: Bir teknik adamın kariyerine nasıl başladığı bu topraklarda önemli. Derwall'in yanındaki Denizli Piontekin yanındaki Terim olmak lazım. Kimse de demez ki ikinci bir Derwall vardı da biz mi yanında yardımcı olmadık.

10-) Genç Semih 11 başlamalı: Yılların sözü. Yorum yapmıyorum. Genç Semih mi artık, 11 başlamalı mı bilmiyorum. Son 5 yılda bu cümleyi kullanmayana söz hakkı verilmiyor.

Pazartesi, Şubat 23

Maç Keyfi


Konuyu dağıtalım yavaş yavaş. Galatasaray ve Bülent ekseninden çıkalım. En azından bir Bordeux maçı sonrasını bekleyelim. Aslında martın sonuna kadar beklemek lazım ama bir şeyler yazma-söyleme konusunda milletçe sabırsız olduğumuzun farkındayım.

Haftasonu hiç yazı yazmadım. Baya maç izledim ama. Cumartesi Malatyaspor-Rizespor maçıyla başladı. O bitti Galatasaray-Erdemir maçına döndük. Bu maç için Trabzonspor-Denizlispor maçını feda ettik. Ama 60.dakikada yenilen golün sonrasında yapılan geleneksel 61.dakika kutlamalarını izledik. Akşamında Fenerbahçe'nin Ankara deplasmanına baktım.

Pazar günü Sami Yen'deydim. Yazının konusunu ise bu maçtan önce izlediğim Sakaryaspor-Giresunspor maçı oluşturuyor.

Futbol maçlarını takip eden insanlardan sık sık duyuyorum. Türk futbolu çok kalitesiz, Avrupa Ligleri muazzam. Tempo çok yüksek, top iki kalede vs.... Doğrudur. Tempo yüksek olabilir, topçular kusursuz olabilir. Ama bir maçtan zevk alabilmek için illa herşeyin doğru yapılması mı gerekiyor?

Sakaryaspor-Giresunspor maçı 6 puanlık diye tabir edilen maçlardan biri. Ligde kalmak için oynayan iki takım. Ligin en kötü iki takımı diyebiliriz. Bir Barca-Real, Inter-Milan değil yani.

Sakarya'da karşı karşıya geldiler. Maç Nou Camp, Old Trafford gibi bir stadyumda değil. Bozuk bir zeminde, saat 13.00'te, arkasından apartamanların gözüktüğü tribünlere sahip bir stadyumda oynadılar.

Mourinho,Ferguson, Capello yoktu başlarında. Bildiğin "kör" Engin ile "kazma" Ali Eren vardı.

Lampard, Gerrard, Kaka yerine Özgürcan Özcan, Okan Koç, Metin Aktaş en ünlü futbolcular.

Kop, Curva falan yok, Maraton tribünde olan Tatangalar var.

Evet futbolun doğruları yapılmadı maçta. Pas hatası çok yapıldı. İki metre önüne pas atamayan orta sahalar, denediği 20 çalım girişiminde de önündeki bekleri geçemeyen açıklar. Karşı karşıya pozisyonda kaleyi tutturamayan forvetler, kademeye giremeyen stoperler. Ama zevkliydi işte.

Futbolu sevmeye La Liga'dan, Premier Lig'den başlamadık ki. Kendi ligimizden bile başlamadık. Sokakta büyükler oynuyordu öyle sevdik. Biz de oynamaya başladık. Şu an hiç bir maçtan kendimizin oynadığı herhangi bir maç kadar zevk alabilir miyiz?. O maçlar çok mu kaliteliydi. Bloklar arası bağlantı mı vardı?

Türk Ligleri'ni bu kadar düşük görmeyi anlamıyorum. Bunun tek sebebi kendi değerlerimizi aşağılamaktan duyduğumuz haz olsa gerek. Aslında bir futbol maçını izlerken sıkılmayı da anlamıyorum. Evet bazı maçlar diğerlerinden daha güzeldir. Ama bunun ligle, kaliteyle alakalı olduğunu sanmıyorum. Bir maçtan zevk alabilmek için illa herşey doğru mu olmalı. Robot vari futbolcular mı olmalı?

Sakarya-Giresun maçı güzeldi. İnanılmaz zevk aldım. Her an her şey olabilirdi çünkü. Uzun süre 0-0 devam etti, tek gol oldu 90 dakikada. Kimse futbolun evrensel doğrularını uygulmadı, ama iki takım oyuncuları da koştu mücadele etti, hırslandı, kaydı, düştü, kalktı, çelme taktı, tekme yedi. Bildiğin mahalledeki maç işte. Futbolun en saf, naif, doğal hali. Tribünler muazzamdı zaten. Ben bile çıkıp oynamak istedim Sakaryaspor için. 90 dakikanın bir ömür gibi her şeyi yaşattığı maçlardan biri. Bu maçlar Türkiye'de alt liglerde de oluyor, Şampiyonlar Ligi'nde de. İlla popüler isimler gerekmiyor bazı şeyler için. Futbolu seviyoruz deniyorsa, bu da futbol, bu da sevilir. "Futbolu çok seviyorum o yüzden Avrupa Ligleri'ni takip ediyorum Türkiye Ligi'nde futbol oynanmıyor" denmesin. Bu da futbol çünkü, inandırıcı olmuyor bu söylem, yapmacık geliyor.
Kötülemeyin şu ülkenin futbolunu işte, keyif alın. Nokta.

Bülent Ortak Parantezinde Üç Futbolcu







Bülent Korkmaz'dan İstediklerim


1-) Adnan Sezgin'e bir kere bile "peki" demesin.

2-) Lincoln'ü ıslak odunla kovalasın.

3-) Bülent Korkmaz

4-) Antremanda çift kalede oynasın, Baros'a sert müdafa nasıl olurmuş göstersin, bir daha kendini atmaya korksun.

5-) Mehmet Güven'i yem olarak kullanmasın.

6-) Kaptanlık muhabbeti yapanı Paf takıma kaptan yapsın.

7-) Erciyes'teki kalecisi "deli" Orkun'u küstürmesin.

8-) Kardeşi Mert Korkmaz'ı antremana çağırsın, eski stoper milyonluk golcülere penaltı çalıştırsın.

9-) Erciyes ve Bursa'daki futbolunu aşılasın, Sami Yen'de kemik sesleri duyulsun.(mecazi anlamda)

10-) Florya topraktı desin, Uğur'u, Özgürcan'ı, Cafercan'ı, Aydın'ı ve diğerlerini takıma monte etsin.

11-) Mağlubiyetlerden sonra hakem muhabbeti yapmasın, yaptırmasın, Florya'daki tüm plazmaları-barkovizyonları kaldırsın, en fazla futbolcuyken yaptığı klasik el hareketini yapsın.

Kavgada Söylenmez


Güm güm temponun üstüne ney konduğunda bu sentez olmuyor. Automatik klibinde global düşünüp yerel hareket etme durumu var. Sentez öyle olmaz böyle olur.


Bedük, Roll Dergisi röportajından...

Kaptan Hoca Oldu


Galatasaray'ın yeni hocası belli oldu. Yıllar önce kadro dışı kalan, jübile yapılmadan futbolu bırakan efsane kaptan. Futbolu bırakınca Gençlerbirliği'nde yardımcı hocalık yaparken Ankara'da gole sevindi diye taraftarın tepkisini çeken kol muhabbetleri uzayan Bülent. Hayırlı uğurlu olsun.

Söylenecek hiçbir şey yok. Sadece bekliyoruz. Bordeux maçı gibi bir maçla başlamak güzel olacak. Yenilse sorumlu olmaz, yenerse dolu krediyle başlar. Erciyes'te oynattığı topu oynatırsa, vur kır parçala yaparsa bu takım kimse yenemez. Ama Bülent maşa olup başkaları yönetirse takımı yaz aylarında buraya yeni hocamızı tanıtan bir yazı yazarız.

Asıl beklediğim taraftarın tepkisi. Bülent Sami Yen'e son geldiğinde Bülent lehine bağıranları susturan tribün bu sefer ne yapacak?

Aynısı Hagi için de geçerli olacaktı. I love you Hagi diye bağıranları tokmakla kovalayanlar Hagi gelince ne yapacaktı?

Son yıllarda Galatasaray Fenerbahçe'ye benzedi deniyor ya. Yanlış. Galatasaray Beşiktaş'a benzemeye başladı ki bu daha kötü. Ya da iki takım da Fenerbahçe'ye benzemeye çalışırken, Sivas adlı götürdü oluyor. Bülent Korkmaz hayırlı olsun. Amin.

Sen Ne Zaman Gideceksin?


Galatasaray'da hoca değişikliği yaşandı. Son 20 yıldır (benim takip edebildiğim süre) ilk defa sezon ortasında, yarışı sürdürken hoca değişiyor. Geçen sene Kalli istifa etti ama yerine başka biri gelmedi. Yani iç dinamiklerle devam edildi ( iç dinamik ne demekse).

Suçlu bulundu. Dün maçtan sonra kalsik bir mağlubiyet akşamı yaşadım. Eve gittim, hiçbir şey olmamış gibi soğukkanlıkla msni açtım. Fenerli arkadaşlar dahil kimseden bir alay işitmedik. Demek ki ne ekersen onu biçiyorsun. Geçelim. Yarım saat sonra hayatla ilgili tüm ilişkimi kopardım, uykusuz geçecek geçeyi film izleyerek doldurdum.

En uzun sürecek filmi seçtim. 3 saatlik JFK. Bir Oliver Stone saheseri. Filmde JFK'yı vuran şahıs olarak iddia edilen Lee Harwey Oswald yakalandıktan sonra şöyle diyordu: "Beni günah keçisi yaptılar." Skibbe'nin ve Galatasaray'ın hali de budur.

Filmi bilen bilir anlatmaya gerek yok. Skibbe tıpkı Oswald gibidir. Tek suçlu o değildir. Belki en az suçlu odur. Ama günah keçisi odur. Peki Galatasaray'ı vurmaya çalışan kim? Akla gelen bir numaralı isim bence Adnan Sezgin'dir.

90'ların başını geçelim. 2000'e gelelim. Ne olursa olsun adı İstanbulspor'da teşvik skandalına karışmış bir isim. Özhan Canaydın'ın sırf bu nedenle onu kulüp içinde istemediği biliniyor. Sonra Galatasaray'a geliyor. Eğer işini iyi yapan biri olsa bu yaptıklarını veya yapmadıklarını unutabiliriz. Ama hiç bir fatdası yok. Alınan hiçbir karar yerinde değil. Üstelik her yapılan yanlış, başka bir yanlışla düzeltilmeye çalışılıyor. Herkes gidiyor o kalıyor.

Takımdan başlayalım. Mondragon'u yollayıp De Sanctis' getirmek, Song-Tomas'ı bozup, Meira'yı getirmek akıl almayacak şeyler değildir. Aklın asıl almadığı yollanan oyuncuları masraflı diyerek yollayıp daha büyük paralara diğerlerini getirmektir.

3 sezondur sağ bekte Sabri'ye tahammül eden Galatasaray tribünü ezeli rakibin Gökhan Gönül'ünü hayranlıkla izliyor. O Gökhan Gönül Galatasaray'a 100.000 euro civarı bir fark ödenmediği için gelmemiştir. Sebep ise 2.ligden bir oyuncuya o kadar para verilmeyeceğidir. Amerika'da tez konusu olacak bu transfer çalışmalarında en büyük kazık ise Carrusca'dan gelmiştir.

Hoca kısmına gelelim. Gerets ile sözleşme imzalandı, şampiyonluk kaybedilince yol verildi. Boşuna tazminat ödendi. Yerine Kalli geldi, işime karışılıyor dedi, istifa etti. Bu lafın altında kalmaması gerekenler onu bir sonraki sezon danışmanlığa getirdi. Milyon dolarlarla kurulan bir takıma Skibbe gibi çok tartışılan bir hoca getirildi.

Yazmak istemiyorum yazdıkça sinirim bozuluyor. Her olayın başından Adnan Sezgin çıkıyor. Şimdi adı geçen isimler Hagi-Bülent. Tek dileğim Hagi gelsin, Sezgin'e atarını giderini yapsın, varsın şampiyonluk gelmesin. Yeni İstanbulspor Galatasaray olmasın. Gitsin Şekerspor ile devam etsin projelerine..

Galatasaray 2-5 Kocaelispor


Maçın son düdüğü çaldığından andan itibaren daha 24 saat geçmedi. Ama Galatasaray'ın maçtan önceki durumu ile şu anki durumu arasında dağlar kadar fark var. Sadece bu sezonun değil belki de 2-3 yıllık periyotun kırılma noktası. Galatasaray tarihinin bu dönemi yazılırken Taner'den önce ve Taner'den sonra diye ikiye ayırmak büyük olasılık.
Bu satırlar yazılırken Galatasaray'da beklenen gelişmeler yaşanıyor. Herr Skibbe bir Galatasaray geleneğinin yıkılmasına yol açan ayrılışını açıkladı. Bu konuya değiniriz. Biz düne dönelim, çıplak gözle izlediğimiz maçı yazma geleneğimizi devam ettirelim.
Maç öncesi kafalarda Bordeux maçı vardı. Konuşulan tüm mevzular o maçla ilgiliydi. Store'de en çok hediye biletler soruldu, karaborsacılar en çok Bordeux maçına fiyat verdi, muhabbetlerde Taner Gülleri'nin adı maçtan önce Gourcuff kadar geçmedi. Taraftarın aklının Bordeux maçında olması kadar normal birşey yok zaten. Maçın başlamasına 15 dakika kala stada girdiğimiz zaman Skibbe'nin de aklının perşembede olduğu ortaya çıktı. Sahaya sürülen kadro bunun kanıtıydı.
Kadroyu analiz etmeye ne gücüm ne bilgim yeter. Nerden tutsam elinde kalıyor çünkü. 3'lü defansmış çift forvetmiş bunlar önemli değil. Hoca birşeyler düşünmüş demek ki. Anlam veremediğim tek nokta Altay, Malatyaspor maçlarına as kadroyla çıkan bir takımın niye lig maçına yedek kadroyla çıktığı. Amaç Bordeux maçına sakat vermemek ise 11 oynayan 2 futbolcunun sakatlanmasıyla (rutin bir gelişme olarak) bunun pek tutmadığını söylemek gereksiz.
Belki de Skibbe'ye karşı olanların sıkça söylediği " bu takımı değil Skibbe 15 yaşındaki çocuk çalıştırsa takım kazanır" lafını belli ki Skibbe de düşünmüş. "Ben hangi kadroyu çıkarırsam çıkarayım ligin dibindeki takımı yeneriz." Aslında istenildiği gibi başladı da. Topal'ın golü geldi. O an aklıma maçtan bir gün önce bir arkadaşımla konuştuğum konu geldi. Büyük takım kendi evinde öne geçtiği maçı kaybetmemeli. 2 sene evvelki Konyaspor maçı, 4 sezon önceki Gençlerbirliği maçı akla gelen maçlar oldu Topal gol atınca. Çünkü gole rağmen umut veren bir oyun yoktu. Buna rağmen ilk yarı 2-1 sona erince bile umutsuzluk hakim değildi. Aslar oyuna girer, Lincoln iki hareket yapar, Kewell çıkar maç döner düşüncesi hakimdi. Ligin ilk yarısının sonunda takım böyleydi, biz de hala öyle sanıyorduk.
Arda oyuna girdi, Barış girdi. Skibbe'nin eleştirilcek bir sürü noktası var. Ama en çok tepki gösterilen futbolculardan biri olan Karan'ı çıkarttı diye eleştirmek çok yersiz. Baros'u oyuna geç sokmak bariz bir hataydı muhakkak.İki hafta önce Kayserispor maçından 1-0 galip durumdayken Nonda'yı tek forvet bırakmasını Baros'un sakatlığına bağlamıştı Alman. Nonda denildiği kadar kötü değil bana göre. Topsuz oyunu iyi oynayan, topu da iyi saklayan bir forvet. Beşiktaş'ta Nobre'nin yaptığını daha geride yapan bir oyuncu. Ama tek forvet oynamak onun işi değil.
Sonuçta maç dönecek noktaya geldi. Baros penaltıyı atsa bugün daha farklı gelişmeler olacaktı. O yüzden bir Galatasaray taraftarı olarak 5-2'ye çok üzülmüyorum. Baros gol atsa, anlamsız Baros sevgisi tribünde devam edecekti. Lincoln'e olan sevgi de tabi. Lincoln'e gösterilen ilginin 10 katını hakeden İliç'i anmadan geçemiyorum. Sabri ve diğerleri aynı başıboşlukta takımda kalmaya devam edecekti. Çok kötü olan bir tribün maçı döndürdüğünü sanacaktı, kendine pay çıkaracaktı.
Yeri gelmişken tribüne değinelim. Kocaelisporlu futbolcuları tribüne çağırmanın nedenini pek bilemedim. Bir dostluk mu var orada yoksa, gelen çoğu takıma yapılacak bir uygulama bilmiyorum. Güzel bir görüntüydü. En azından aynı takım 5 gol attıktan sonra yuhalanmadı, alkışlarla uğurlandı.
Tribün aynı sevgi ve sabrı kendi takımına göstermedi. Hacettepe maçındaki gereksiz Metin Oktay-Hakan Şükür besteleri skor 3-1'ken söylenmeye başladı. 3-3'e dönebilecek maçtı ama tribun çoktan umudu kesmişti. Oysa iyi bir tribün için gerekli herşey vardı. Soğuk ve zaman zaman yağışlı hava, az ama öz seyirci, şampiyonluk yarışındaki bir takım, Avrupa maçı arası ve karşıda sağlam bir deplasman tribünü. Ama tribün beni hayal kırklığına uğrattı. Sami Yen'de yıllardır maç 0-0'ken de 1-0 galipken de 3-2 mağlupken de aynı besteler söyleniyor. Hıncal Uluç küstahlığı yapıyorum sanılmasın. Ama önde olan takıma farklı, geride olan takıma farklı şeyler söylenmeli kanaatindeyim. Kocaeli tribünü de gayet iyiydi. Son yıllarda Sami Yen'e gelen en kalabalık tribünlerden biri değildi ama az kişiyle çok bağıranlardan oldu.
Kocaeli takımına da değinelim. 5 gol atınca gündeme çıkma fırsatlarını teptiler br bakıma. Şu an tüm kamuoyu Skibbe ve Galatasaray eksenli tartışmalar yapıyor. 2-0 falan yenseydi herhalde Kocealıspor'un futbolu daha çok ön plana çıkardı. Acı olan bu takımın ligde sonuncu olup, Sivasspor'un lider olması. Kesinlikle Kocaelispor Sivasspor'dan daha iyi oynuyor.
Son söz de Taner için olsun.Maçtan önce stada rahat galibiyet için gittim. Çok konuşulan Taner Gülleri'yi izleme merakım da vardı. Her maçtan önce içime doğan skor tahmini bu maçta 4-1 olarak belirlenmiş, bu skor ligin ilk maçndakı skor olduğu için 5-2 ile değiştirmiştim. Rakibin atacağı 2 golü de Taner'in atmasını, canlı canlı Taner Gülleri golleri görmüş olmayı istedim. 5-2 ters döndü, Taner 2'ye katladı. Ama Taner'i çok beğenmedim. Çok iyi bir oyuncu. Herşeyi yapabiliyor ama maç içinde devamlılığı yok. Canı istediği zaman birşeyler yapıyor. Sadece yaşıyla alakalı bir durum olduğunu sanmıyuorum. Zannımca gençliğinde daha iyi yerlere gelememesin nedeni budur.

Pazar, Şubat 22

83


Koca tugayda internet yasaklı olduğu icin carsidaki altin saatleri internet cafelerde harcıyorum. Varsın olsun, büyük ihtiyaç internet. Cafe'de Ebru Gündeş çalıyor... 90'larda Fırtınalar'dan, Deli Divane'ye kadar her albümünü aldığım, o salak dizilerini hayranlıkla seyrettigim hatun... Bu kadar futbol yazısının üstüne sıçmış gibi olacağım ama kafa farklı çalışıyor işte, futboldan bu kadar uzak kaldığım başka bir dönem olmamıştı. Fenerbahçe 1-0 mağlup, ama kafa başka yerde, kalan 83 günde... Şarkı sırnaşık sevgilim... Saçma bir klibi vardı ama Ebru Gündeş'in çıtır zamanlarıydı, ilgiyle izlerdim... Sözler Hakkı Yalçın'a ait... Evet, bildiğimiz Hakkı Yalçın, Fotomaç yazarı olan...
***
seninle ne güzel anlaşıyorduk
dertleri sevinci paylaşıyorduk
ne alemi vardı, beni aldatmanın
gül gibi geçinip biz gidiyorduk
***
şimdi sen benimle sakın uğraşma
aşk bitti diyorum, bana sırnaşma
arkamdan çok fazla konuşuyorsun
sırnaşık sevgilim canımı sıkma
***
gel beni kendine hiç bulaştırma
o defteri açıp çok karıştırma
seviyorum deyip, beni çıldırtma
sırnaşık sevgilim canımı sıkma
***
şimdi sen benimle sakın uğraşma
aşk bitti diyorum bana sırnaşma
arkamdan çok fazla konuşuyorsun
sırnaşık sevgilim canımı sıkma

Cuma, Şubat 20

Spregel


Özellikle http://www.blogidmanyurdu.com/ açıldığından beri okuyan, giren, yorum yazan çok olmaya başladı. Başta bu oluşuma önayak olan herkese, özellikle çok şey öğrendiğimiz BT olmak üzere, teşekkür ediyorum. Vaktini harcayıp yazıları okuyanlara, yorum bırakanlara da ayrıca teşekkür ediyorum. Her yorum, yazmaya teşvik ediyor. Birkaç yorum dışında da cevap yazmamaya özen gösteriyorum, her yazılana laf yetiştirir gibi olmak istemiyorum. Herkesten birşeyler kapıyoruz sonuçta. Sözün özü, bu (blogger cemmati mi desem grubu mu desem) topluluk arasında bulunmaktan çok mutluyum. Üretimin çok, kıskançlığın olmadığı bir ortam.

Dediğim gibi BİY ortaya çıkmadan önce pek okuyanımız yoktu. O sıralarda sadece yakın dostlarımız ağırlık gösterirdi. Onlardan çok gaz aldık. Biri de zafer. 7 sene beraber aynı okulda okuduk. Peralta, ben, o ve diğerleri aynı kültürden yetiştik. Zamanında çok gaz verdi, şimdi ben ona gaz verdim. Sen de aç bir blog dedim o da açtı.

spregel.blogspot.com blog adresi. İsim babası benim. 3 önceki doğum günümde beraber izlediğimiz muhteşem film "Güneşli Pazartesiler"in bir sahnesinde geçer. İzleyen bilir. Sinema, müzk ağırlıkta, futbol ek kontejanda olacak. Yazıları yazmaya başladı, merakla çoğaltmasını bekliyoruz.

Reklam yapar konuma da geldik ya hakikaten çok güzel...

90'larda Solak Olmak #5


O, Stan, Robbie, Michael, Steven.... Gitmeyecektin abi Madrid'e....

Haftanın En Merakla Beklenen Karşılaşmaları


Mehmet Yıldız vs Batuhan Karadeniz

İlhan Cavcav vs Aziz Yıldırım

Ersun Yanal vs Denizlispor

Eduardo,Beto vs Bobo,Nobre

Tiago Bezerra vs Bruno Ferreira

Samsunspor Tarafatarı vs Levent Eriş

John Carew vs Nicolas Anelka

Carles Puyol vs Raul Tamudo

Lassana Diarra vs Mehmet Aurelio

Futbolcuların Halı Saha Halleri


Halı saha kültürü bizim kuşağın içinde olduğu bir kültürdür. Bizden önceki kuşak bu kadar içli-dışlı değildi. Ondan öncekilerde arsa-mahalle arası topçusuydu. Şu anki futbolcular belki mahalle futbolu ekolünün son temsilcileridir. Peki onlar futbolcu olmasaydı ve halı sahada oynasaydı nasıl olurlardı?


Rüştü Reçber: Halı sahaya sürekli gelen, eldiveni ve kalecı forması her daim hazır başarısız kaleci. Ama kaleye geçecek başka gönüllü olmadığı için her zaman kalede duran hevesli kaleci.

Volkan Demirel: Kalede panter. Ta ki kenarda maçı izleyen bir hatun görene kadar. Şov yapayım derken maçı veren kaleci.

Gökhan Zan: Her maç sakatlanarak sahadan çıkmak zorunda kalan, çoğu maçı da kenarda izleyen eleman.

Emre Belözoğlu: Asabi adam. Kimse onla karşılıklı olmak istemez. Bazen maç da kazandırır.

Ayhan Akman: Yaşını başını almış, akranları nişanlanmış evlenmiş, hala gençlerle top oynayan göbekli abi. Maçta gider yapar herkese. Yaşının hürmetine kimse ses çıkarmaz.

Hakan Balta: Mahalleye taşınan gurbetçi ailenin sessiz çocuğu. Herkes sever onu ama maç dışında pek aramazlar. Bütün ebeveynler çocuklarının onunla arkadaşlık kurmasını ister.

Nihat Kahveci: Babasının işi nedeniyle mahalleden ayrılan ama kopamayan çocuk. Çok iyi top oynar, mahallede efsane olmuşken ayrımıştır. Ne zaman çağırsalar gelir yine de.

Hakan Şükür: 2-3 gol kaçırınca oyuna küsen duygusal çocuk. Artık pek gelmez zaten.

Arda Turan: Bir alt kuşağın en yeteneklisi. Abiler sürekli onu çağırır. Yaşıtları hem onla gurur duyar, hem kendileri çağrılmadığı için hafiften kıskanır.

Emre Aşık: Adam eksik olunca çağrılan ve her zaman gelen eleman. 2-3 maç üstüste çağrılınca cıvıtır veya kavga çıkarır.

Tuncay Şanlı: Ekibin en yeteneklilerinden. Ayrıca mahallede bütün fırlamalıkları o yapar. Ama sevimli suartı nedeniyle anne-babalar ondan şüphelenmez. Herkes sever.

Mehmet Topal: Ayhan Akman'ın yeğeni. Bir maç adam eksikken kadroya girer. O gün bugündür her maça çağrılır. Zaman içinde Ayhan'dan daha iyi olmuştur.

Sabri Sarıoğlu: Topun sahibi.

Servet Çetin: Sert oynadığı için kimse çağırmak istemez. Gelmesin oyuna küssün diye alay edilir. Ama mahalle maçı oldu mu ilk onun adı yazılır.

Semih Şentürk: Her maça 13. veya 15. olarak gelir. Biri sakatlanınca veya yorulunca oyuna girer. O oyuna girince takım kazanır. Rakip takım "yorulmamış adam oyuna girdi kaybettik" bahanesini üretir.

Mehmet Aurelio: Babası Türk annesi Brezilyalı çocuk. Türkiye'ye sonradan gelmiştir. En sempatik odur. Herkes onu bağrına basmıştır. O da bu sevgiyi kaybetmemek için her maç deli gibi koşar.

Gökdeniz Karadeniz: Maç öncesi herkes ısınırken o iddia tüyosu verir, canlı skorlara bakar.

Gökhan Gönül: Mehmet Topal'ın sınıf arkadaşı.

Tümer Metin. Açıköğretim öğrencisi olduğu için herkese üniversite öğrencisi diye hava atar. Oysa açıköğretime sadece askerliği kısa dönem yapmak için girmiştir. Tarz takılır. Zor geçmesi beklenen mahalle maçlarına kesin çağrılır.

Uğur Boral: Her maç kötü oynayan, ama bir sonraki maçın öncesinde "bu sefer süper oynuyorum lan" diyip herkesi ikna edebilen garip çocuk.

Fatih Tekke: Durduk yere tellere veya kale direğine tekme atan Trabzonlu. Artık pek mahalleye de uğramaz zaten.

İbrahim Üzülmez: At abinin kıllı göğsüne diyen adam. Her maç zorla oynar.

Mehmet Yıldız: Boğazından lokmasını alabileceğin sessiz çocuk. Ama çok güçlüdür, ayağından top alamazsın.

Ümit Karan: Maçtan sonra mahalleye dönmeyip aleme akan çocuk.

Colin Kazım: Mehmet Aurelio'nun aile dostu. Kimse çok sevmez ama adam eksikken çağrılır. Şımarıktır, mahalleye pek uymaz.

Eklemeler yapılabilir, mesela Altıntoplar, İbrahim Toraman, Gökhan Ünal....

Melih Şendil, Melih Gümüşbıçak - Xavi, Iniesta


eraysözen.blogspot.com'da çok güzel bir yazı vardı geçen hafta. Güntekin Onay ve Andrea Pirlo benetilmişti. Yazı çok güzeldi http://eraysozen.blogspot.com/2009/02/guntekin-onay-ve-andrea-pirlo-sendromu.html buradan okunabilir.

Güntekin Onay'ı severim. Zaten sevmeyen futbolsever yoktur. İlk yıllarında Kanal D'de görev yapıyordu. O zaman maç yayınları düzensizdi. Kanal D Bursaspor'un iç sahada cuma günü oynanan maçlarını veriyordu. O maçları Güntekin Onay anlatıyordu. Baliç-Mususi-Ercüment-Güntekin Onay vazgeçilmez bir dörtlüydü.

Zamanla yayın hakları önce Cine-5'e, sonra Teleon'a ve şimdi de Lig Tv'ye geçti. Yani decoder çağı başladı. Bu çağın yıldızı tartışmasız Ercan Taner'di. Güntekin Onay'ın kariyerindeki en mükemmel hareket olarak gösterebileceğimiz Star'dan Ntv'ye geçişinin( bunu da Pirlo'nun İnter'den Milan'a geçişine benzetebiliriz.) tam zıttını Ercan Taner yapmıştı. Şok bir kararla Lig Tv'den Ntv'ye geçti.

Ercan Taner yayıncı kuruluştan ayrılınca haftanın en çok beklenen karşılaşmalarını anlatma görevini Melih Şendil ve Gümüşbıçak üstlendi. Zaten uzun yıllardır aynı kuruluşta çalışıyorlardı.

Birçok yerde anketler yapılır. En iyi maç spikeri kim sorulu. Kiminde Ercan Taner, kiminde Okay Karacan, kiminde Güntekin Onay, hatta bazen Ertem Şener, Sabri Ugan ön plana çıkıyor. Hiçbirinde Melih Şendil ve Melih Gümüşbıçak'ın ismi ön plana çıkmıyor.

Ben çok beğeniyorum ikisini de. Süper Lig'in sesleri oldular. Hakemler için denen " iyi hakem maçın önüne geçmez" sloganının spiker verisyonu. Maçın önüne geçmezler. Evra'nın kaç kardeşi olduğunu Ekşi Sözlük'ten bakarak söylemezler. Türk futbolunu gayet iyi bilirler. Maçı yaşatırlar. Muhakkak bazı spikerlerin tarihe geçen lafları olmalıdır, onların pek yoktur.. Belki Gümüşbıçak'ın Galatasaray-Kayserispor maçını anlatırken Denizli'den gelen gol haberine verdiği ağlamaklı tepki akla gelir. Veya Şendil'in efsane Zubizaretta çığlığı. Bu onların bir takıma duyduğu sempatiden değil, o an orada yaşananları aynen aktarabilmesinden kaynaklanıyor bence. Zaten ikisi de Fenerbahçeli olmakla suçlanıyor. Xavi ve Inıesta'nın Barcelona formasını giymesinden hoşlanmayan Madridliler gibi onları da sevmeyen vardır.

Bu kadar anlattık Xavi ile İniesta ne alaka? Şöyle ki, bu spikerler bence hakettikleri değeri pek alamamıştır. Dediğim gibi o anketlerde pek isimleri geçmez. Şifreli kanalda olmaları bir neden sayılmaz, çünkü herkes maçları canlı izliyor. Canlı izlemese bile özetlerde onların sesini duyuyorlar. Buna rağmen adları geçmiyor. Barcelona takımı konuşulunca Eto'o, Messi, Henry, eskiden Ronaldinho hep daha çok konuşulur. Puyol bile Xavi ve Iniesta'dan daha fazla göz önündedir. İkisi de tıpkı adaşlar gibi sadece işlerini yapar. Hatta bazıları der ki "Barcelona gibi bir takımda ben de onlar kadar oynarım." Lig Tv'de bu ülkenin Barcelonası. En iyi kadro onlarda, teknik donanım onlarda, yayın hakları onlarda. Eh orada maç anlatmak kolay tabi diyen olur muhakkak.

Xavi Euro 2008'in en iyi oyuncusu ödülünü aldı. Şampiyon olmasalardı alamazdı. Hala gözden uzak olurdu. Zaten arada üniversite panellerinde ödül alıyor Melihler.

En çok taraftarı olan kulübün en önemli bölgesinde Xavi ve Iniesta'nın olması yadırganıyor. Oraya böyle Lampard- Pirlo falan yakışır diyen çoktur.

Ülkenin en çok izlenen maçlarını anlatan isimlerin Melih Şendil ve Gümüşbıçak olması yadırganıyor. Oraya böyle Güntekin Onay - Okay Karacan falan yakışır diyen çoktur.

Perşembe, Şubat 19

Emre Aşık Hakkında

Resimdekilerin hiçbiri şu an oynamıyor, çoğu teknik direktör, ayaktakiler soldan dördüncü şahıs dün gece Uefa Kupası maçı oynadı.


Daha önce kafamda vardı Emre Aşık hakkında birşeyler karalamak. Birkaç zaman önce Aceto değinmişti. Türkiye'nin son 15 yılda futbolda yaşadığı bütün başarılarda yer aldı. Tek eksiği Uefa Kupası belki de. İstanbul'un şampiyonluk görmüş üç büyüğünde de forma giydi. Milli formanın tapulu sahibi değildi ama düzenli olarak giydi. Yakışıklıydı, karizmatikti. Türkiye'nin en güzel kadınlarından biriyle uzun süre ilişki yaşadı. Herkesin haberini beklediği futbolcu-manken evliliği beklenmedik şekilde gerçekleşmedi. Spor basını kadar magazin basını da takip etti 10 sene boyunca.

Üç büyüklerde oynamasına rağmen, hem de stoper gibi sert bir mevkide görev yapmasına rağmen, hiçbir zaman rakip takım taraftarının en nefret ettiği futbolcu olmadı. Öyle ki Hasan Kabze'nin gollerini attığı maçın öncesinde Beşiktaş kapalısı onu tribüne çağırmıştı. 1 kez Fenerbahçe'de, 2 kez Galatasaray'da şampiyonluk yaşadı.

Türkiye'nin en marka futbolcusu da olabilirdi en nefret edileni de. İkisi de olmadı.

Emre Balıkesirspor'da göze girdi. Orada bir sezon oynadı. Yetti ona. İlk milli takıma çağıran Fatih Terim oldu. 1992 senesinde Ümit Milli Takım'da İtalya'ya karşı oynanan hazırlık maçında kampa davet edildi. Maçta oynamadı. Gümbür gümbür gelen, Türk halkını heyecanlara sevkeden genç milli takımlartıbnda görev yaptı. O yıl Balıkesirspor'a transfer oldu. 1992-93 sezonunu Ege'de geçirdi. İstanbul'un gözdesi oldu. O sezon şampiyon olan Galatasaray'a imza attı önce. Sonra Fenerbahçe kaçırdı, onlara attı imzayı. Emre'nin anlattığına göre Adnan Polat istese federasyona başvurup onun futbol oynamasını yasaklayabilirmiş. Ama gençlğine vermiş, yapmamış. Hakikaten gençti zaten. Daha 20 yaşına girmeden İstanbul'u peşinde koşturuyordu. Fatih Sultan Mehmet örneği veren babalara gider yapabilirdi. "O 21 yaşında fethetti ben 20 yaşındaydım"

O sezon şampiyon olan Galatasaray'ın teknik direktötü Feldkamp'tı. Feldkamp bir daha Galatasaray'a geldiğinde ilk işi onu yollamak oldu. Geçen sezonu ilk defa İstanbul dışında, Ankaraspor'da geçirdi. Belki de o yılların intikamını almak istedi Kalli. Ben basında olsaydım böyle bir asparagas yazardım. Ya tutarsa diyerek. Yoksa Bouzid'i Emre'ye tercih etmek çok akıllıca bir seçim değil.

Fenerbahçe yıllarından devam edelim. Fenerbahçe'de ilk resmi maçı Trabzonspor ile oynanan bir Başbakanlık Kupası maçı. İlk maçında gol atan, kupa kazandıran, 20 yaşındaki bir futbolcu. Böyle hikaye çoktur, ama bunu yapan stoper yoktur herhalde. 22 maç oynadı o sezon. Fenerbahçe savunmasının vazgeçilmezi oldu. Uche ve Müjdat gibi Fenerbahçe tarihine geçen futbolcularla berber oynadı. Tabi bir de Wagenhaus. Emre Aşık'ın belki de yerini sağlamlaştırdığı maç Galatasaray'a karşı oynadığı 93 yılındaki maçtı. Şimdik MHK Başkanı Oğuz Sarvan'ın piç ettiği maçta Hakan Şükür'e nefes aldırmamıştı. Hatta maçtan sonra çıkan bir gazetede çok iyi hatırladığım bir karikatür vardı. Hakan Şükür ayaklarını uzatmış televizyon izliyor. Arkasında ise Emre Aşık. Kral "olm git hadi ya maç bitti" diyor. O ise " olmaz hocamın verdiği görevi eksiksiz yapmam lazım" diyerek cevap veriyor. Yıllar sonra Hakan uzatmış ayaklarını TV seyerdiyor, hatta ekranlarda yorumculuk yapıyor, Emre ise hocasının verdiği görevi yapıyor hala.

O sezonun en önemli Galatasaray-Fenerbahçe maçı mart ayında Ali Sami Yen'de oynandı. Emre Aşık maçın ilk yarısı bitmeden oyundan alınmıştı. Yerine giren Kemalettin golünü attı. Ama Hakan Şükür çok boşta kaldı. Wagenhaus'un bir Emre Aşık olmadığı 87.dakikada ortaya çıktı. Kral, Emre olmayınca rahatladı ve direk dibinden galibiyeti getiren golü Engin'in koruduğu kaleye attı. Galatasaray'ın 1 puan farkla şampiyon olduğunu hatırlatırsak o golün değeri daha iyi anlaşılır.

1994-95 sezonunda da takımda banko oynadı. 1995-96'da ise Parreira onu fazla düşünmedi. İlker-Uche-Högh-Tayfun(Erol) geri dörtlüsüne, sıkışıldığı zaman girebildi. Sezon sonu şampiyonluk yaşadı. Haziranda Euro 96'ya gidemedi. oysa elemelerde çok kritik maçlarda görev yapmıştı. İsveç'e çok önemli bir gol atmıştı. Ama kulübünde oynamadığı için belki de İngiltere yolunu tutamadı. Terim onun yerine Karabükspor'dan Vedat'ı çıkarmıştı. O yaz Fenerbahçe'den de ayrıldı. Oğuz-Aykut ile beraber İstanbulspor'un yolunu tuttu. Bir proje takımı haline gelen "boğalar"da beklenen olmadı. 4 sene İstanbulspor'da oynadı. 1996-2000 yılında o sarı-siyahlı formayı giyerken Galatasaray futbol tarihimizin en somut başarısını elde ediyordu. Emre'nin dahil olmadığı tek başarımızda, Emre en gözden uzak dönemini yaşıyordu. 1999-2000'de proje takımı tarihinin en zor anlarını yaşadı. Büyük yıldızlar zaman içinde kulübü terketmişti. Cem Uzan'nın bir Ankaragücü mağlubiyetinden sonra yaptığı konuşma etkiliydi bunda. Aykut Kocaman takımda kalmıştı. Emre de. Ama takım küme düşmek üzereydi. Çekiştikleri Altay 4 gün sonra UEFA Finali'ne çıkacak olan Galatasaray'ı İzmir'de 1-0 yenmişti. Aynı hafta İstanbulspor, Adanaspor'u 3-2 yendi. 3 golü de stoper Emre Aşık attı. İki kere yenik duruma düşen takımını iki kere beraberliğe taşımış son dakikada attığı golle 3 puanı getirdi. Ve hiçbiri de kafayla değildi o gollerin. Emre bir santrfor gibiydi o gün. Bir hafta sonra Uefa Şampiyonu Galatasaray ile karşılaştılar. Maç 1-1 bitti. İstanbulspor ligde kaldı, Altay küme düştü.

2000-2001 senesinde İstanbulspor formasıyla son maçını oynadığı Galatasaray'a geldi. Capone (Fatih), Bülent,Popescu,Hakan Ünsal dörtlüsünün arkasında yedek bekledi. Yine de Lucescu onu beğendi. Birçok maçta oynadı, hazır tuttu kendini. Eski takımı İstanbulspor'a karşı, eski stadı Kadıköy'de 5-3 biten ve efsane olan maçta 90 dakika oynadı mesela. Veya Sami Yen'de eksiklerin çok olduğu maçta Beşiktaş'ı 2-0 yenerken Galatasaray, o Ahmet Dursun ve Pascal Nouma'ya nefes aldırmıyordu. 6 Mayıs'ta şampiyonu belirleyen maçta Galatasaray 2-1 yenikken, müthiş bir baskı kurmuşken, Lucescu Bülent'i çıkarıp onu koyuyordu oyuna. Belki de gol beklyordu Emre'den o uzun boyuyla. 2001-2002 sezonunda Luce yine Popescu-Bülent ile başladı. Ama kısa bir süre sonra Popescu Galatasaray'dan ayrılıp Lecce yolunu tuttu. Transfer yapacak zamanı ve parası olmayan Galatasaray tandemi Emre-Bülent ikilisine emanet etti. Bütün Galatasaralılar korkuyordu bu ikiliden. Ligde 27 maçta oynadı Emre. Şampiyonlar Ligi'nde Roma-Barcelona-Liverpool grubunda yaşanılan heyecanda başrolü oynadı. Roma Olimpiyat Stadı'nda Galatasaraylı futbolculara saldıran polisi dövdü. Uzun süre mahkemesi devam etti. Rakip tribünler "İtalyan Polisine Uzanan Eller Kırılsın" pankartını açtı. O yaz Dünya Kupası'na gitti. Puna alamadan geldiğimiz şampiyonada o yoktu, üçüncü olduğumuz turnuvada o vardı.

2002-2003 kritik bir sezon. C.Brugges-Galatasaray maçı kritik bir maç. Fatih Terim'in gencecik bir çocukken forma verdiği Emre Aşık yıllar sonra hocasıyla buluştu. Ama beklenen kimya uyuşması gerçekleşmedi. Auta gidiyor diye bıraktığı top köşe bayrağının direğine çarpıp oyun alanına geri dönünce, ve akabinde Galatasaray kalesine girince Emre'nin ipini çekti İmparator. O da yedek kalmak istemedi ve Beşiktaş'a gitti. Bir kez daha şampiyon olan takımın yolunu tutuyordu.

Lucescu'nun yönetiminde Zago-Ronaldo ile arka üçlüyü oluşturudular. Önlerindeki Giunti-Tayfur efsane ikilisiyle birleşince Türkiye Ligleri'nin en muhteşem ilk yarısını yaşamışlardı. Akabinde en büyük çöküşü gördüler. 11 puan farktan şampiyonluğu ve hatta şampiyonlar Ligi vizesini verdiler.

Karieyeri yine düşüşe geçti. 1.5 sezon boyunca Beşiktaş'ta oynadığı maç iki elin parmaklarını geçmedi. Nobre'ye eliyle yaptğı hareket gündemden düşmedi ama. Birkaç maç sonrasında kadro dışı kaldı. Galatasaray devre arasında onu aldı. Ben ve benim gibi birçok kişi şunu düşünmüştür bundan 3 sene evvel. "Emre bu sezon bize katkıda bulunur. Şampiyon oluruz, sonra futbolu bırakır veya Anadolu'da oynar gider."

Cümlenin yarısını tutturduk. Song-Tomas arkasında sağlam bir yedek olarak katkıda bulundu. Şampiyonluk son maçta geldi. Denizli'den gol haberi gelince Emre Aşık kulübeden sahanın içine fırladı.

2006-07'de yine Galatasaray, 2007-2008 kiralık olarak Ankaraspor'da. Peki kariyer düşüşte mi? Kesinlikle değil. Euro 2008'in yarı final oynayan kadrosunda o da var. Semih'in Hırvatistan'a attığı golü herkes hatırlıyor. O golden önce bir Emre Aşık klasiğini gördük. Rüştü'nün havalandırdığı topa 3 Hırvat'ın üstüne çıkarak kafa vurmaya çalışan Emre Aşık..10 saniye sonra herkes birilerinin üstünde bütün ülkede.

Kulüp takımlarındaki performansıyla milli takımın yolunu tutan Emre, bu sefer milli takımda Avrupa üçüncüsü olunca tekrar Galatasaray'a döndü. Bu sezona yine yedekte başladı. Meira-Servet önündeydi. Bu sezon belki onun kariyer özetidir. Kimsenin vaz geçemediği, ama hiçbir zaman da yok sayamadığı bir futbolcu. Benfica'ya gol atar, üç gün sonra Kadıköy'de kendi kalesine atar. Yaptığı çirkeflikler bile çok ustacadır. Hakkını vererek yaparak. Belinzona maçında İsviçreli bir futbolcu kırmızı görmüştü topsuz alanda. Herkes emindi o pozisyonun baş rolünde Emre Aşık olduğunu. Dünkü maçta da Bordeuxlu bir futbolcuya yaptığı ense hareketi ile bütün bu yılları gözümün önüne getirdi. Kahkaha attım o anda, o önemli dakikalar oynanırken.

Çok iyi stoper dersiniz, sizi rezil eder, işe yaramaz dersiniz, ihtiyacınız olur muhteşem oynar. Ne olursa olsun şu bir gerçektir. Her zaman göreve hazırdır, her zaman formanın hakkını vermeye çalışır. Ve böyle devam ederse 2014 yılında düzenlenecek dünya kupasına 41 yaşında katılırsa şaşırmayacağız. Şaka bir yana, öyle bir şey olursa kadro açıklandığında kimse "oha Emre 41 yaşında hala takımda" diyip şaşırmayacak. Çünkü herkes en zor zamanda ona güvenileceğini biliyor. Ama bir o kadar da tedirgin olunacak. Takımın kaptanı Arda Turan olur ama ona pazuband verilmez. Pazuband falan hikaye, senelerdir hakettiği değeri pek almamıştır zaten.

Bordeux'da Yıllanmış Şarap


Maçın adamı, bu maçların adamı. Emre Aşık. Tipe bakan, fiziğe bakan 22 der ama yaş olmuş 35...