Uzun bir süre ara vermiştik "Unutulmayan Maçlar"a. Derbi öncesi bir tane daha yazalım. Yer Ege’de bir sahil kasabası. Aylardan haziran. Yıllardır aynı yerde aynı zamanda tatil yapan, beraber büyüyen gençleriz. Sene 2004. Üni çağları. Yaptığımız bir çok şey değişmeye başlamış zamanla. Atari salonlarında başlayan dostluk, ilk bira içişleriyle devam etmiş. İlk aşklarımızı ilk kez birbirimize anlatmışız. Sonra Bodrum’a (evet o kasaba burası) inip turist avına çıkmalar başlamış.Herşey değişmiş zamanla. Yaşa,zamana ayak uydurmuşuz. Şimdi gerilerde kalan ama o zaman, 2004 yazında, devam eden bir hobimiz daha vardı. Tenis kordunda beşerden maç yapmak. Ve 15 günlük tatilin illa bir gününü bir Galatasaray-Fenerbahçe maçına ayırmak.
Bunu herkes yapmıştır. Mahallede veya okulda. Fenerliler bir tarafta Galatasaraylılar bir tarafta. Biz de defalarca yaptık. Hepsi birbirinden güzeldi. Kah Fenerbahçe kazandı kah Galatasaray. Ama 2004’teki hem en güzeliydi hem de sonucusuydu. O yüzden anlamı çok büyük. Geçelim maça.
Bunu herkes yapmıştır. Mahallede veya okulda. Fenerliler bir tarafta Galatasaraylılar bir tarafta. Biz de defalarca yaptık. Hepsi birbirinden güzeldi. Kah Fenerbahçe kazandı kah Galatasaray. Ama 2004’teki hem en güzeliydi hem de sonucusuydu. O yüzden anlamı çok büyük. Geçelim maça.
Biz bu tatilleri hep haziranın sonunda yapardık. Okul biter biz gelirdik. 15 gün sonra dönerdik İstanbul’a veya diğer şehirlere. Ama lise bitince kimi üniversiteye girdi kimi işe başladı. Üni’ye girenler yaz okuluyla, bütünlemelerle, işe girenler patronun gözüne girmeyle uğraştı. Hal böyle olunca adam bulma konusunda sıkıntı yaşıyorduk. Her akşam üzeri yaptığımız maçlar o sene yapılmaz olmuştu. Ama olmayacak bir şey oldu. Eski bir dost köye geri döndü.
Bora. Aynı yazlıktan, aynı mahalleden arkadaşım. Oralara yakın bir yerde yazlığı olan Erk ile beraber gelmiş. Erk’le de Bora sayesinde uzun yıllardır devam eden bir arkadaşlığımız var. İki Fenerli gelince hemen bir GS-FB muhabbeti yapıyoruz. Arkasından “ayakkabınız var mı lan, hadi maç yapalım” diyoruz. Ret cevabı veren olmuyor, hemen kadrolar kuruluyor.
Fenerbahçe tarafı çok zengin bir kadroya sahip. Bora ve Erk’in yanı sıra Ankaralı Fenerli, can dostum sırdaşım Alp, o sene aramıza katılan Emre nam-ı diğer Yeni, ve bir futbol katili, futbol düşmanı, başlı başına bir karakter olan 10 numara insan, sıfır numara topçu Buğra. Biz klasik Galatasarayız. Kadro kısıtlı. Kalede Can en az Mondragon kadar Özcimbomlu ve onun kadar deli ama onun gibi maç kazandıramıyor.Geride abimiz Hüseyin ve kasaplıkta İsmail Güldüren ile çekişecek olan Emrah, önlerinde aileden, ailesi mektepten, camianın içinden Galatasaraylı Emre. Ve ben. Söylemesi ayıp, sahanın en iyi topçusu da benim.
10 kişi böyleyiz ama futbol aşkıyla yanıp tutuşan bir genç daha var. O da Beşiktaşlı Aykut. Diğer Beşiktaşlılar bu maçta kadro dışı kaldıkları için basketbol oynamayı tercih ettiler. Ama Aykut illa oynamak istiyor. Biz Emrah’ı adam eksikliğinden dolayı oynatıyorduk. Yoksa her daim oynayan kadrodan biri değil Emrah. O yüzden Aykut’un bizde oynaması gerekirdi. Adamı eksik olan bizdik. Aykut da iyi top oynar. O yüzden Fenerbahçe tarafı buna sıcak bakmadı. Ama ezeli rekabetteki sinsilikler Ege’de de devam etti. Maçın başlamasına 2-3 saat kala Aykut “ben Fenerbahçe’de oynamak istiyorum.” diye bir açıklamada bulundu. Hiç anlam veremedik. Hani Aykut oynayamazdı.? Hemen karşı çıktık tabi. Bu işin altında kesin Bora vardı, Aykut’u 2001 yılındaki derbide de hülle yoluyla kendilerine bağlamıştı ama sonunda gülen biz olmuştuk.
Maç saatine doğru herkes geldi. Sahada biz 10 kişi, kenarda Aykut ve diğer oynamayan Beşiktaşlılar ve birkaç kız arkadaşımız( ki bu da önemli etkiledi maçın gidişatını), tenis kordunun yanındaki basket sahasında ise bir kaç ufak kardeşimiz.
Dizilişler yukarıda anlattığım gibi. Gayet çetin bir maç. Yanlış hatırlamıyorsam 40’ar dakikadan oynuyorduk. Devrenin sonlarına doğru hakimiyet bizdeydi.Onlar pek iyi değildi, Buğra çok kötüydü mesela. Biz organizeydik. Ben de iyidim işte.) Öyle olunca öndeydik. Ama devre arası işler ters gitmeye başladı. Emre sudan bir sebeple oyundan çıktı. Sakatlandığını iddia ediyordu. Ayak tırnağı çıkmış küçük prensin. Ayar olduk tabi. Ama tırnak buna gerekçe değildi. Kenardaki kızlardan biriydi bunun sebebi. Hala inkar etse de evet buydu. Onunla yarım saat daha fazla zaman geçirmek istiyordu. Emre’nin yerini mecburen Aykut’la dolduracaktık. Aykut buna sıcak baktı. Ama ben derbinin ruhunu iliklerime kadar hissediyordum. “Bizi istemeyeni biz de istemeyiz gerekirse bir kişi eksik oynarız.” dedim. Takımın kaptanı, Bülent Korkmaz’ı Hüseyin Abi benden bu gazı alınca o da Aykut’a olumsuz yanıt verdi.
Bu arada Fenerbahçe camiası karışmıştı. Yenik durumda olmanın hesabı Buğra’ya kesimlşti. Rüştü’den, Kezman’dan farklı bir şey yaşamıyordu. Ve o sırada bir Fenerbahçe geleneği daha yaşandı. İlgilendiğimiz topçuya el attılar. Bir anda Aykut Fenerbahçeli oldu. Karşı çıkmamıza “ligden çekiliriz” diyen Şekip Mosturoğlu gibi “o zaman oynamıyoruz” blöfünü sundular. Zaten öndeydik. Kariyerimize bir derbi galibiyeti ekleme fırsatı varken bunu maçın yarıda kalmasıyla geri tepemezdik. Ve maça başladık. Bir kişi eksik. Onlar Buğra yerine Aykutla.
İkinci yarı iyi direndik ama kondüsyon eksiği yavaş yavaş kendini belli etmeye başladı. Emrah ve Hüseyin Abi bu konuda en çok sıkıntı çeken adamlar oldu. Bira göbekliler. Buna Aykut’un kattığı hareket de eklenince dengeyi yakaladılar. Artık olay tenis maçına dönmüştü. Top bir o kalede bir bu kaledeydi. Ve ikinci devre de sona erdi. Berabere.
Şimdi maçın galibini ne belirleyecekti? Biz daha doğrusu ben altın gol istedim (penaltılara olan tutumumun nedeni de başka bir maçta anlatılacak). Onlar seri penaltı istedi. Son noktayı Hüseyin Abi koydu. Bana güvendi yine ve altın gol dedi. Ama bu sefer bir planımız vardı. Bir kişi eksik kaldıramazdık bu stresli dakikaları ve Hüseyin Abi seslendi:
“Buğra gel lan buraya, oynuyorsun.”
Bir Galatasaray geleneği daha mı gerçekleşecekti yoksa. Fenerbahçe’de oynayan stoper aldın mı şampiyonsun.Raşit Çetiner, Emre Aşık, Stejpan Tomas, Servet Çetin geleneğinin son halkası. Buğra.
Galatasaray-Arsenal maçından 1 sene sonra hayatımın en önemli altın gollü uzatmasını yaşıyordum. Üstelik bu sefer sahada ben vardım ve rakip Fenerbahçe’ydi. Rüyaların gerçeğe dönüştüğü an. Peki seyirci,tribün atmosferi rüyalardaki gibi mi? Maç başlarken 3 kız, 5 küçük çocuk, 2 Beşiktaşlı bir de Aykut maçı takip ediyordu. Şimdi ise sitenin çoğu bizi izliyordu. Anadolu’daki maçlar gibi, apartman dairelerinden bile takip edilen bir maç oluyordu. Bu atmosferde maçın son bölümü başladı.
80 dakikalık sürede yanlış olmasın ama 50 gol atmıştır toplamda iki takım. Şimdi gereken sadece bir goldü ama kimse atamıyordu. Bu arada dahiyane bir plan aklıma geldi. Defansta bize yarardan çok zararı olan Buğra’yı sen ileride dur diye yolladım. Mustafa Denizli’nin balından demek ki bana da bulaşmış. Altın gol arayışımızın 10.dakikasında ben Buğra’ya topu yolladım. Buğra topu tutsun ben gelene kadar, ben ondan alır golü atardım. Düşüncem buydu. Ama Buğra beklenmedik birşey yaptı. Önce bir kişiyi geçti, sonra kaleci Alp’i çalımladı ve belki de kendisi için en zorunu yaptı ve topa çok düzgün bir şekilde vurdu. Kupa bizim müzemizde.
Galibiyetin baş mimarı Buğra omuzlarda. Fenerbahçe’nin kapı dışarı ettiği ama Galatasaray’da kendini bulan saklı bir futbol cevheri. Bütün sitede yankılanan “rerererarara” sesleri. Galibiyetten pay çıkarmak isteyen Emre. Çamura yatmaya çalışan Bora. Ve bütün bu galibiyetin üzerine tatlı niyetine; kızlarla giden diğerlerinin aksine, bütün maç bizi bekleyen ufak çocukların “Kutay Abi bizle de oynasana “ isteği. Oynadım tabi ki. Altyapıyla ilgilenmemek olmazdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder