Yaklaşık bir haftadır bu maçı bekliyordum. Uzun bir süreden sonra yarı yarıya tribün nasıl olacak, yeni kurulan kadrolar nasıl olmuştur soruları heyecan yaratmaya yetiyordu.
Buna rağmen hafta içi bir günde işten çıkıp Abdi İpekçi gibi tenha ve karanlık sokaklarda dolaşınca bütün heyecanınız azalıyor. Dün gün boyunca bahar tadında giden güzel hava tam maç saati sert rüzgara ve soğuğa dönüşünce ve bu karamsar hava futbol takımının üzerimize bıraktığı melankolik halle birleşince; maça yarım saat kala Surlar ve mezarlık arasından geçen bir caddede içinden "Ne yapıyorum abi ben"i geçiriyorsun. Bu kaçınılmazdı.
Yine de en kötü maç günlerinin güzelliği civarda tanıdık görmek selamlaşmak, muhabbet etmektir. İçerideki birçok kişiyi tanıyordum, içeride olduklarını biliyordum ama Abdi İpekçi çevresinde değil tanıdık, tanımadığın bir adama rastlamak bile kolay kolay mümkün olmuyor.
Yine de maç öncesi bazı Galatasaraylı dostları gördük ve salona girmeden önce "Kadıköy'de ne olacak?" sorusuna cevap aradık. Akıllar pazar gününde. Takımın hali korkutsa da, o klasik derbi kanunu "kötü olan kazanır" daha önceki Kadıköy maçlarında olduğu gibi umutlu olmamızı sağlıyor.Hatta belki eskisinden daha fazla ama bunu dillendirmek mümkün değil. Taraftar aklıyla değil duygusuyla yaşadığından, saha içi gerçeklerden çok ruhani olaylara inanmaya yatkındır. "Kadıköy'de yeneriz" diyene deli gözüyle bakılacağından çoğunluk bunu söylemiyor ama kafasında Johnson yaratanlar çoğunlukta.
O kadar zevksiz bir maç öncesiydi ki; içeri girerken hayatımda ilk defa polis kontrol noktasında ayakkabımı çıkarmama şaşırmadım. 3.5 liramız orada gitti. Keşke bana bileti alan Hasan'a bilet parasını maçtan önce verseydim. En azından benden değil ondan giderdi..)
İçeri girdikten sonra bütün o depresif hal ve Kadıköy konuşmaları geride kaldı. Rakipten daha iyi, daha fazla bir tribün vardı. Rakamlarla aram pek iyi değil ama sanırım biz 4 bindik, Fenerbahçe ise 3 bin. En azından 4te 3 bir oran vardı. Maçın başa baş geçmesi halinde ibreyi lehimize çevirecektik. Kazanırsak da salonda sadece bizim sesimiz çıkacaktı. Olmadı.
İlk 5 dakikaya çok iyi başlasak da Fenerbahçe maçı çok rahat aldı götürdü. İki takım arasında çok büyük fark var. Bu farkı oluşturanlar Türk basketbolcular. Yabancılar arasında çok büyük fark yok. Her iki takımda da dünya çapında yıldızlar var. WNBA finalleri oynamış, MVP ödülünü kazanmış ismler. Bunlar arasında uçurum olması mümkün değil. Ama Galatasaray'ın Türk kadrosu, Fenerbahçe ile boy ölçüşemeyecek düzeyde.
Galatasaray'ın en meşhur (bence en iyi değil) oyuncusu Işıl Alben bile Fenerbahçe'de kadroya zor girer. Fenerbahçe'den Galatasaray'a Birsel-Esmeral-Nevriye üçlüsünden sadece bir tanesini aktarsak Galatasaray'ın potansiyeli yüzde 50 oranında artar.
Tabi benim bu üçlüden en çok isteyeceğim Birsel olur. Her zaman çok beğendim, hala da öyle. Işıl'ın yıllardır Galatasaraylı olması ve "Fenerbahçe'de oynamam" lafı dışında pek faydasını göremedik. Neyse yine de severiz kendisini.
Sezon başında Beşiktaş'a giden Esra'nın boşluğunu dolduracak , "ulan al topu, 2 sene önceki gibi at Fener'e üçlükleri" diyeceğimiz ve sıfır çekince günah keçisi olarak seçeceğimiz bir sporcumuz dahi yoktu. Bütün takım boş şut konusunda kendisiyle yarıştı. Topu alan şut düşündü. Hucumda top dolaştırmak hayal olarak kaldı.
Teknik heyet ilk devredeki kopma noktalarında mola almayarak bence yanlış yaptı. Fenerbahçe maçı o arada kopardı. Sahaya atılan maddeler yüzünden maç uzun süre durmuştu, buna rağmen ilk yarı hemen hemen 35 dakika sürdü. Oyun durmadı, hızını alan Fenerbahçe hiç soğumadı.
Galatasaray tribünü olarak son periyotta çok iyidik. Son yıllarda her branşta Fenerbahçe'ye yeniliyorsun ve belki de bu geride kalmışlığın en zirve noktası olarak bir final maçında 30 sayı fark yiyorsun. Bu dakikadan sonra Fenerbahçe tribününün galibiyet coşkusunu salonda duyurmamak, Galatasaray tarafının seslerinin duyulması çok güzeldi.
Tabi tribünde sıkıntı çok. Hep aynı bestelerin dönmesi biraz sıkıntı yaratıyor. Rakip sahada bizi perişan ederken hastaneye kaçılan günlerden bahsedilmesi yersiz. Zaten tribünde söyleyen genç kardeşlerimizin bugüne kadar herhangi birini hastaneye kovaladığını sanmıyorum. Kendini tatmin edecek tezahüratlar yerine içinde Galatasaray geçen tezahüratlar yapılsaydı daha şık olurdu.
Maçın bitmesine 4 dakika kadar kala yaşananlar ise artık can sıkıyor. Rakip tribünü tahrik eden bir sporcu yok, maç kopmuş, gerginlik yok.. Uzun süre sonra (300 kişilik voleybol maçlarını saymazsak) İstanbul'da yarı yarıya bir derbi şansı yakaladık ama bunu da kendi ellerimizle vermiş olduk. Sanıyorum bundan sonra bir 3-5 yıl daha salonlarda deplasman tribünü olmayacaktır.
Galatasaray tribünün Adnan Polat'a taşması ise belki de Galatasaray'ın son 5 yıldaki kırılma noktası olacaktır. İlk defa bu tribünden Polat'a karşı bir ses yükseldi. Bakalım sonu nereye kadar gidecek?
Bu arada ilginç bir not verelim. Galatasaray, Cumhurbaşkanlığı Finali oynama hakkını Türkiye Kupası'nı kazanarak elde etmişti. Aynı gün Galatasaray ile Fenerbahçe Ali Sami Yen'de karşılaşıyordu. Buraya dikkat. O gün Galatasaray'ın başında olan Zafer Kalaycıoğlu ve Frank Rijkaard ile Fenerbahçe'nin başında olan C.Daum ve H.K.Ateş bugün yoklar. Hatta erkek basketbol takımlarını çalıştıran Tanjeviç ve Cem Akdağ da.. 3 önemli branş, 6 takım, 6 hoca. Adnan Polat ile Aziz Yıldırım'ın yok birbirinden pek farkı.